Büyü inancı ve Hz. Peygamber`e büyü yapıldığı iddiası
Prof. Dr. İbrahim Sarmış, Bakara Sûresi 102. ayet bağlamında büyü inancını ve Hz. Peygamber`e büyü yapıldığına dair rivayetleri değerlendiriyor...
HZ.MUHAMMED’İN BÜYÜLENDİĞİ İDDİASI VE BAKARA 102. ÂYETİN ANLAMI ÜZERİNE…
Cahiliyye Arap toplumunda cin, şeytan, büyü, nazar, kehanet, kuşun uçmasından, rüzgârın esmesinden, birinin çıkıp gelmesinden mana çıkarmak gibi şeylere inanılmıştır. Bugün cin çarpması, falcılık, büyücülük, nazarcılık, uğursuzluk, yatır, muska, çaput bağlama ve taş sürtme, hayvan ve eşya burcu gibi şeylere cahil Müslüman yığınların kıymet verdiği gibi, o gün de insanlar cinlerin güçlerinin her şeye yettiğini, iyilik ve kötülük, başarı veya başarısızlık sebebi olabildiklerini ve insanların hayatlarını yönlendirdiklerini düşünürlerdi.
Müşriklerin bu inançlarından özellikle cinlerin insanlarla ilişkileri ve hayatı yönlendirdikleri inancı, İslam’ın bütün çabalarına karşın ne yazık ki şu veya bu şekilde Müslümanlar’ın zihin ve kültür dünyalarında korunmuş ve devam etmiştir.
Rivayetlerle bunun nasıl korunduğunu görmek için örneğin Hz.Peygamber’in Yahudi Lebid b.A’sam tarafından büyülendiğini, sözde Garanik olayında Necm Sûresi’nden Lat, Menat ve Uzza putlarının adının geçtiği (Necm 53/19-20) âyetleri okunduğunda Hz.Peygamber’in cinlerle beraber secdeye kapandığını, Cin Gecesi diye anılan gecede Nahle’de Peygamber’in cinlerle görüştüğünü, onlara Kur’an okuduğu, onun için cinlerin de peygamberi olduğunu ve ashabdan Ebu Hureyre, Muaz b.Cebel, Ebu Eyyub el-Ensari, Ebu Ubeyd es-Sâidî, Ubey b.Ka’b, Zeyd b.Sabit, Bureyde b.Husayb ve Ömer b.Hattab’ın hurma mahsulüne ve erzakına cin ve şeytanların dadanıp bunlardan çaldıklarını, onlarla konuşma ve tartışma yaptıklarını, bu kişilerin onları yakaladıklarını, orangutan vücudu gibi kıllı vücutlarını gördüklerini, kötülüklerden korunmak için ashaba âyete’l-kürsi ve/veya âmenerresulü’yü okumalarını öğütlediklerini ve Hz.Peygamber’in de bu varlıkların söylediklerini onayladığını anlatan rivayetlere bakılabilir.
Şüphesiz Kur’an, görünmeyen varlıklar olarak cin-şeytan-melek olgusunu kabul ve çeşitli münasebetlerle onlardan söz etmektedir. Ancak cin, şeytan ve meleğin varlığını kabul eden Kur’an’ın, bunu cahiliye anlayışından arındırarak kabul ettiğini, Müslüman zihniyeti bu şekilde oluşturduğunu ve her şeyi yerli yerine oturttuğunu bilmemiz gerekir. Onun için bu görünmez varlıkların varlığını ve işlevini pozitivist bir anlayışla inkâr etmek doğru olmadığı gibi, onlara cahiliye anlayışındaki işlevi yüklemek de doğru değildir.
Yukarıda örnek olarak verilen konuların her birinin başlı başına Kur’an’ın verdiği bilgiler ışığında yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Burada onlardan sadece Hz.Peygamber’in büyülendiğini anlatan ve cahiliye anlayışının bir yansıması olduğu açık olan bilgilerin Kur’an açısından kabul edilemez olduğunu belirtmeye çalışacağız.
Arap dilinde “cenne” fiili, örtmek, gizlemek, saklamak, anlamındadır. Cin, cân, cenîn vb. isimler de örtülü, gizli, saklı olan anlamındadır. Cunûn/delilik, aklın örtülüp devredışı kalması anlamında olduğu gibi, Mecnûn/deli de aklı örtülüp devredışı kalmış anlamındadır. “Cenne aleyhi’l-leylu: gece onu örttü/karanlık oldu” (Enam 6/76) âyetinde olduğu gibi gecenin varlıkları karanlığı ile örtmesi de bu anlamdadır. Micennun ve Cunnetun, vücudu silaha karşı örten/kapatıp koruyan kalkan, zırh, siper demektir. Cennet de, gür ve sarmaş dolaş ağaçlarıyla koyu gölge yaparak tabanını örten bahçe, Cenan da kalp demektir. Cinler insanların gözüne görünmedikleri için bu isimle anılmıştır. Görüldüğü gibi, bütün bunlarda gizleme, örtme, saklama, tanınmama anlamı vardır.
Öyle görülüyor ki, geceleyin hurmadan veya kilerden yiyecek çalmaya gelen kişi olsun, Ahkâf 46/29-32 âyetlerinde belirtilen bir nefer/grup olsun karanlığın örttüğü tanınmayan yabancı kişiler olduğu için sözkonusu rivayetlerde cahiliyye anlayışının uzantısı olarak cin şeklinde algılanmış/adlandırılmış ve aktarılmıştır. Yani, gizlilik ve kapalılık yönünden yabancı kişiler cine benzetilmiştir. Mesele bu şekilde iken, hiç ilgisi olmadığı halde bundan cin muhabbeti veya edebiyatı geliştirilmiştir. Halbuki Allah, “Sizin onları görmediğiniz yerden o ve türdeşleri sizi görürler” (Araf 7/27) diyerek, insanların cinleri görmediğini belirtir. Âyetin bu açık ifadesine karşın, gerek iddia edilen Garanik olayında, gerekse Cin Gecesi’nde ve başka olaylarda cinleri gördüğünü iddia eden râvinin rivayetlerine nasıl güvenilebilir?
Gece karanlığında birilerinin adı geçen kişi veya kişilerin toplanmış hurmasından veya kilerinden çalmaya çalışmasını cinlerin çalması olarak anlatan ve bunu Peygamber’e onaylatan, rivayetlerin anlatıldığı şekliyle doğru olmadığını söyleyip, gerçeğini insanlara açıklayacakları veya reddecekleri yerde, yüzyıllar sonra Askalani, Kastallani, Kirmani, Ayni vb. şarihlerin savunma psikolojisiyle kurtarmaya ve Müslümanlar’ın bu şekilde inanmasını sağlamaya çalışmaları üzücüdür. Sırf kitaplarda yer aldığı ve adı geçen şarihler tarafından desteklendiği için insanların bu şekliyle onları savunması ve eleştirenleri suçlaması daha da üzücüdür.
HZ.PEYGAMBER’İN BÜYÜLENDİĞİNİ SÖYLEYEN RİVAYETLER KUR’AN’A, AKLA VE GERÇEKLERE AYKIRIDIR
Buhari ve diğerleri, Hz.Peygamber’in bir Yahudi’nin yaptığı sihirle büyülendiğini şöyle rivayet ederler:
“Ayşe rivayet eder: Zureyk Oğulları’ndan Lebid b.A’sam adında bir adam Rasulullah’a sihir yaptı. Öyle ki, Rasulullah bir işi yapmadığı halde kendisine yapmış gibi geliyordu (feleğini şaşırmıştı). Bir gün veya bir gece yanımdayken uzun uzun dua etti ve bana “Ey Ayşe, çözüm istediğim konuda Allah’ın bana çözüm gösterdiğini anladın mı? Bana iki adam geldi, biri baş ucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu ve biri diğerine “Adamın ağrısının sebebi nedir?” dedi. Ona,”Büyülenmiştir“ dedi. “Kim büyüledi?” dedi. “Lebid b.A’sam” dedi. “Hangi şeyle büyüledi?” dedi. “Bir tarak, biraz saç kılı, erkek hurma kapçığı ile.” dedi. “Sihir nerededir?” dedi. “Zervan kuyusu içindedir.” dedi. Ashabından bazı kişilerle beraber Rasulullah o kuyuya geldi. Dönüşte, “Ey Ayşe, suyu kına suyu ve hurma kapçıkları da şeytanın başları gibidir” dedi. “Ey Allah’ın Rasulü, onu çıkarsaydın ya” dedim. “Allah bana şifa verdi, onun yüzünden halk arasında bir kötülük çıkmasını istemedim” dedi ve sihir malzemesinin toprağa gömülmesini emretti ve gömüldü.”
Bu ve benzeri rivayetlerin kabul edilemez olduğunu kısaca belirtmeye çalışalım:
1- Her şeyden önce Rasulullah’ın büyülendiğini söyleyen rivayetler Kur’an’la çelişmektedir. Bilindiği gibi önceki toplumlar kabul etmedikleri peygamberlere deli, yalancı, hasta, büyülenmiş, çıkarcı gibi suçlamalarda bulundukları gibi müşrikler de Hz.Peygamber için benzer suçlamalarda bulunmuş ve büyülenmiş olduğu için bu şeyleri söylediğini iddia etmişlerdir. Kur’an bunu şöyle belirtir:
“... Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediklerini biz çok iyi biliyoruz” (İsra 17/47), “Bu zalimler, inananlara: ‘Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz’ dediler” (Furkan 25/8).
Söz konusu rivayetlerin kabul edilmesi, yukarıdaki âyetlerde ve başka yerlerde seslendirilen müşriklerin büyülenme iddialarının doğrulanması anlamına geldiğinden kabul edilmesi mümkün değildir.
Din anlayışının altüst edildiği yerlerden biri de sihirden söz eden âyetlerdir. Yüce Allah, Peygamber’in büyücü olmadığı gibi söylediklerinin de büyü olmadığını açık seçik defalarca söylemesine karşın ne pahasına olursa olsun rivayetleri ve toplumun kafasındaki anlayışı kurtarmak adına gerek tefsirciler, gerekse rivayetçiler ve şarihler tarafından âyetler bu doğrultuda algılanıp yorumlanmaktadır.
Şüphe yok ki vahiy, Allah’ın koruması altındadır: “Şüphesiz Zikri biz indirdik ve onu koruyan da biziz” (Hicr 15/9). Müşriklerin Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği vahyi kendisine cinlerin getirdiğini iddia etmesine cevap olarak Allah, “O, korunan bir kitaptadır. Ona ancak temiz olanlar/melekler dokunabilir” (Vakıa 56/79) buyurarak, vahyin koruma altında olduğunu ve ancak temiz yaratılmış olan meleklerin ona dokunabileceğini belirtmiştir. Onun için gerek şeytanların gerekse inkârcıların vahye ulaşıp onu bulandırmaları söz konusu değildir.
2- Gerek müşriklerin, gerekse Yahudiler’in Peygamber’e veya onun yanındaki kişilere büyü yaparak uzaktan etkileme gücü ve imkânı olsaydı gözlerinin yaşına bakmadan ikide bir büyü yaparak onları etkisizleştirir veya feleğini şaşırtırlardı. Böylece mal, mevki, iktidar, yurt ve canlarını yitirmeleriyle sonuçlanan mücadele ve savaşlara gerek kalmadan Hz.Peygamber’in ve Müslümanlar’ın işini bitirir ve onlardan kurtulurlardı. Ama düşmanın böyle bir şey yapmadığı/yapamadığı, aksine karşı koyma yolunda her şeylerini yitirdikleri bir gerçektir.
Şüphesiz büyüleme bilinen bir olgudur. Bu da gerek Hz.Peygamber’in “Anlatımın bazısı büyüleyicidir” sözleriyle belirttiği gibi etkileyici bir konuşma ile, gerekse Hz.Musa’ya karşı sihirbazların yaptığı gibi gösterilerle veya hokus fokus türünden hareketlerle hazır olan/karşıdaki kişileri etkileme sanatıdır. Yoksa toplumda anlatıldığı veya sanıldığı gibi kişilerden habersiz olarak muskalar ve başka yollarla onlara uzaktan yarar veya zarar vermek şeklinde olması sözkonusu değildir. Bize göre, kişinin gıyabında her türlü etkileme yoluna başvurulsa da onu etkilemek yahut kendisine yarar veya zarar vermek mümkün değildir. Dolayısıyla gıyabında yapıldığı iddia edilen bir sihirle Hz.Peygamber’in etkilenmesi de sözkonusu değildir.
Diğer yandan büyü; gerçeği olmayan varsayım, gözbağcılık veya bir illüzyondur. “Sihirleri yüzünden, Musa'ya sanki koşuyormuş gibi göründü” (Taha 20/66) ve “Onlar büyü ile insanların gözlerini bağladılar ve onlara korku saldılar” (Araf 7/116) âyetlerinde sihrin aldatıcı/sanal, gözbağcılık ve illüzyon olduğu belirtilmiştir.
3- Hadisin sahih olduğunu savunanlar Kur’an perspektifinden değerlendirme yapmamakta, âyetlere aykırı olmadığını göstermek için türlü manevralar yaparak sözde deliller getirmektedirler. Mesela Hz.Peygamber’in iddia edilen sihirden kurtulması için Felak ve Nâs sûreleri önceden Mekke’de indiği halde sırf Peygamber’i sihirden kurtarmak için her ikisinin de Medine’de indiği, hatta ikinci kez indiği iddia edilmiştir. Örneğin, sözde akademik bir çalışmada Muavvizeteyn’in ikinci kez inmiş olabileceğini belirtmek için bir yazar, “Sûre ve âyetlerin tekrar tekrar, farklı nedenlerle nazil olması bilinen ve çok vaki olan bir durumdur” diyerek bu saçma savunma anlayışını dile getirir. Bunun doğru olmadığını M. İzzet Derveze şöyle belirtir:
“Sûrenin Mekke’de erken bir dönemde indiğini destekleyen birçok rivayet vardır. Sûrenin üslup ve içeriği de bunu desteklemektedir. Birincisi, sûre sadece sihir ve bu sihrin etkisiyle sınırlı değildir. Karanlıkların, hasetçilerin ve Allah’ın yarattığı tüm varlıkların şerrinden sığınmayı da kapsamaktadır. İkinci olarak, bu sûreyi bir başka sûre izlemiştir ki, burada Felak sûresi gibi insan ve cinlerin vesveselerinden Allah’a sığınmak hakkında genel olarak ilahi bilgiler verilmiştir. Sûrenin Mekke’de indiği doğru olunca, biz kestirip atmamakla birlikte, bu görüşü tercih etmekteyiz. Böylece Peygamber’in büyülenmesi hakkında sûrenin peşinden getirilen ve özellikle sûrenin bunun için indiğini söyleyen diğer rivayetler kökten yıkılmış ve sûrenin hedefleri hakkında söylediklerimizin doğruluğu ortaya çıkmış olmaktadır. (…) Biz Peygamber’in büyülenmesiyle ilgili Hz.Aişe’den Buhari ve Müslim’de böyle rivayetlerin nasıl yer aldığına hayret ediyoruz!”
4- Yine, sihrin sadece biraz vücut kırgınlığına yol açtığı; vahye, Peygamber’in aklına, kalbine ve hafızasına zarar vermediği söylenmiştir. Hatta vücuttaki kırgınlığın sihir olayından hemen önce Rasulullah’ın yaptırdığı hacamat/kan aldırmanın etkisiyle olduğu, sihrin hiç etkisinin olmadığı iddia edilmiştir. Hatta Firavun karşısında sihirbazların yaptığı sihirden Hz. Musa etkilenmiş ve korkmuş ise, Hz.Muhammed de neden etkilenmiş olmasın, gibi değişik savunmalar yapılmış ve yapılmaktadır.
Her şeyden önce, “Musa, siz atın, dedi. Hemen, değnekleri ve ipleri, sihirleri yüzünden, Musa'ya sanki koşuyormuş gibi geldi. Bu yüzden Musa içinde bir korku hissetti. Korkma, şüphesiz sen galip olacaksın, dedik. Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun, yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir, sihirbaz ne yaparsa yapsın başarıya ulaşamaz” (Taha 20/66-69) âyetlerinde belirtildiği gibi, Hz.Musa’nın sihirbazların yaptığı sihir karşısındaki tavrı büyülenme değil, anormal bir olay karşısında diğer insanların bir an için gösterdiği gibi bir ürkme ve korkma olayıdır. Nitekim “Asanı at! Musa, asanın yılan gibi hareket ettiğini görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı” (Neml 27/10-12). “Bırakınca, asa hemen koşan bir yılan oluverdi. Allah: "Onu al, korkma, biz onu yine eski durumuna çevireceğiz, dedi...” (Taha 20/20-23) âyetlerinde belirtildiği gibi yere attığı asasının akan bir yılana dönüşmesi karşısında da Hz.Musa herhangi bir sihir etkisi olmadan, korkmuş ve kaçmaya başlamıştır. Hz. Muhammed’in sihirden sözde büyülenmesine benzer bir yönü yoktur.
Halbuki başta Buhari rivayetlerinde olmak üzere söz konusu rivayetlerde gıyabında yapıldığı iddia edilen sihirden Hz. Peygamber’in altı ay kadar halüsinasyonlar gördüğü, eşleriyle beraber olmak istediği halde olamadığı, moralinin bozulduğu ve vücudunun hastalandığı açıkça belirtilmektedir. Nitekim Buhari’yi şerh eden İbn Hacer, sözde sihri yapan Lebid b.A’sam’ın kız kardeşine, “Eğer Muhammed peygamber ise bunu bilir, değilse sihir onun aklını alır” dediğini kaydeder.
Süleyman Ateş, Kadı Iyad ve benzeri İslam âlimlerinin kendisine yapılan sihrin Hz.Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil de, bedenine, dış organlarına tesir ettiğine dair iddialarını reddederek şöyle der:
“Elbette bu cevap tutarlı bir cevap değildir. Çünkü Buhari’de bulunduğundan sağlam kabul edilen rivayette dahi Peygamber ‘Kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sanıyordu ve altı ay böyle sürdü’ deniliyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil, hâşâ, onun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnada onun gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle karıştırması gayet mümkündür” (Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 11/196).”
“Bu rivayetlerin tamamına göre Lebid b.A’sam ya da bir başkası tarafından yapılan bu sihir Hz.Peygamber’e tesir etmiştir. Bu husus, ‘hatta kâne Rusulullahi sallallahu aleyhi ve selleme yuhayyelu ileyhi ennehu kâne yef’alu’ş-şey’e ve ma faalehu” veya “hatta innehu leyuhayyelu ileyhi ennehu yef’alu’ş-şey’e ve mâ faalehu” cümlelerindeki “sihirlendiği için Hz.Peygamber bir şeyi yapmadığı halde yapmış gibi oluyordu/sanıyordu” ifadesiyle işaret edilen hususa diğer bazı rivayetlerde açıklık getirilmiştir. Bunlara göre Rasulullah’a, yapmadığı halde o işi yapıyormuş hayali gelen hususun, hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunması olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Buhari ve Ahmed b. Hanbel’in kaydettiklerine göre Hz.Aişe: “Rasulullah’a sihir yapılmıştı. Bu durumdayken, kendisi hanımlarına cinsel ilişki için yaklaşmadığı halde, onlara yaklaştığını sanırdı” demiştir. Râvi Süfyan b.Uyeyne de “İşte bu, büyüden meydana gelebilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir” demektedir. Diğer bir rivayete göre ise, Hz.Peygamber’in bu rahatsızlığı yaklaşık altı ay kadar sürmüştür (Ahmed b.Hanbel, Müsned, 6/63).”
“Yukarıda kaydettiğimiz rivayetlerin metninde yer alan ‘hatta kâne Rasûlullahi sallallahu aleyhi ve selleme yuhayyelu ileyhi ennehu kâne yef’alu’ş-şey’e ve ma faalehu” veya “hatta innehu leyuhayyelu ileyhi ennehu yef’alu’ş-şey’e ve mâ faalehu” ve “Kâne yera ennehu ye’ti’n-nisâe ve lâ ye’îihinne” cümlelerindeki “yera-yuhayyelu-leyuhayyelu” lafızlarının, Süleyman Ateş’in ve daha önceki bazı âlimlerin görüşlerinde haklı olduklarını ortaya koyduğu açıktır. Gerçekten de hayal görme olayının akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tespit edebilmek için derin bir psikoloji ya da felsefe bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Yukarıda yer alan rivayetlerdeki ifadelere göre güya (!!!) bir Yahudi, Hz.Peygamber’e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle onun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını sağlamıştır. Büyü yoluyla Hz.Peygamber üzerinde böyle bir tesir meydana getirebildiğini doğru kabul etmek, kâfir ya da müşriklerin sihir yoluyla Hz.Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar, Hz.Peygamber’in iffet ve namusuna halel getirir, münafıklar tarafından onun şerefli hanımlarına yapılan zina iftiralarına malzeme olur. Büyü yolu ile Hz.Peygamber iktidarsızlaştırılabiliyordu, kendisi bu şekilde rahatsız olduğu için, dokuz ya da on bir hanımı da cinsel ihtiyaçlarını gideremiyorlardı gibi birtakım iftiralara yol açar. Nitekim kaynaklarda Hz.Aişe’ye ve Peygamberimiz’in oğlu İbrahim’in annesi Mariye’ye bu tür iftiralar yapıldığından bahsedilmektedir.
Kanaatimizce, bu konuda en doğru yol, dengeli hareket etmektir. Ne Hz.Peygamber’in cinsel gücünün abartılarak insanüstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivayetlere ne de onun sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin teşkil eden nakillere itibar edilmelidir.”
5- Rivayetin sahih olduğunu iddia eden ve savunanlar, bunu kanıtlamak için diğer insanlar gibi Hz.Peygamber’in de bir insan olduğu ve başka insanların başına gelebilen şeylerin onun da başına gelebileceğini, bunu göstermek için de böyle bir olayın yaşandığını ve bunun bir eğitim öğretim olduğunu ileri sürerler.
Halbuki bu mantığı yürütenler, haram şeyler ve yöntemlerle eğitim öğretimin yapılamayacağını, böyle bir şeyin vahyin amacına aykırı olduğunu düşünmezler. sihrin haram olduğu, ona inanan ve yapanların kâfir olacağı kesin iken, böyle bir şeyin eğitim öğretim olabileceği nasıl iddia edilebilir? Bu rivayetleri kurtarmak için ne tür tevil ve yorum yapılırsa yapılsın, bu mızrak çuvala sığmaz. Çünkü geçici ve kısa bir zaman için de olsa, Hz.Peygamber’in büyülenmiş olduğunu kabul etmek, yukarıdaki âyetlere, akla ve gerçeklere aykırıdır.
6- Bütün bunlardan sonra Hz.Muhammed’in büyülendiğini anlatan rivayetlerde tutarsızlıklar olduğu da görülmektedir. Enbiya Yıldırım bunları şöyle belirtir:
“Zervan kuyusunda saklandığı iddia edilen muskayı/büyüyü çıkarmak için giden kişiler arasında farklılıklar bulunmaktadır. Bazı rivayetlerde muskayı çıkarmak için Hz.Peygamber’in, ashabından bir grupla gittiği belirtilir (Buhari, Tıb, 76). Bazılarında Hz.Ali ve Ammar’ın birlikte gittiği belirtilirken (İbni Sa’d,Tabakat, 2/198), bazılarında Hz.Ali’nin tek başına (İbnu Ebi Şeybe, 5/435; İbni Hanbel, 4/367), bazılarında Ammar b.Yasir’in başka bir grupla (Beyhaki, Delail, 6/248), bazılarında ise Cubeyr b.İyas ez-Zuraki’nin gittiği belirtilir (İbni Sa’d, Tabakat, 2/197). Bunun yanı sıra bazı isimleri verilmeyen sahabilerin de gönderildiği rivayetler arasındadır; bazılarında isim vermeden sahabilerin gönderildiği belirtilir (Nesai, Tahrim, 37). Ayrıca İbni Sa’d’ın verdiği bilgilere göre muskayı Kays b.Mihsan ez-Zuraki çıkarmıştır (Dipnotta, Tabakat, 2/198). İbni Hacer de, Cubeyr b.İyas ez-Zuraki ile Kays b.Mihsan ez-Zuraki’nin çıkardığını belirten rivayetleri uzlaştırmak için “Kays, muskayı/büyüyü çıkarmak için Cubeyr’e yardım etmişti, bu nedenle çıkarma işi ona da nispet edilir” (Fethu’l-Bari, 10/230) değerlendirmesini yaparken, farklı kişilerin gittiğini/gönderildiğini belirten rivayetleri kurtarmak için de şu değerlendirmeyi yapar:
“Bazı rivayetler, kuyuya gidenlerin hepsinin veya bir kısmının adını zikretmemiştir. Çeşitli adlar veren rivayetler kuyuya gidenlerin isimlerini açıklamaktadır, diye düşünülebilir. Keza Rasulullah’ın ilk önce onları gönderip ardından kendisinin bizzat kuyuya gittiği şeklinde yorumlanabilir” (Fethu’l-Bari, 10/230; Kastallani de aynı şeyleri aktarır, bkz. İrşadu’s-Sari, 12/564).”
Rivayetler arasındaki çelişkiler ve İbn Hacer’in değerlendirmesi için de Enbiya Yıldırım şöyle der:
“İbn Hacer’in değerlendirmesini iki bölümde ele almak gerekmektedir:
A- Râvilerin muskayı çıkarmaya gidenlerin bir kısmını zikrettikleri:
Kanaatimizce bu yaklaşım yerinde değildir. Çünkü rivayetlerde -isimler farklı geçse de- Hz. Peygamber’in birini görevlendirdiği geçmektedir. Örneğin, Ammar b. Yasir’i -bir rivayette de Hz.Ali’yi- gönderdiği belirtilmektedir. Bu durumda, diğer insanların ekipteki insanlar olması gerekir. Oysa diğer rivayetlerde geçen isimler görevlendirilen kimseler olarak geçmektedirler. Dolayısıyla görevlendirilen insan sayısı artmaktadır. Bu da kaç insanın işin başına verildiği sorusunu akla getirmektedir.
B- Önce başkalarını gönderip sonra kendisinin gitmesi:
a- Hz.Peygamber’in kendisinin gittiğinin anlatıldığı rivayette başkalarının muskayı çıkarmak için gönderildiğine dair en küçük bir işaret yoktur. Bilakis muskanın yerini öğrenen Hz.Peygamber'in bizzat kendisinin ashabıyla birlikte gittiği geçmektedir.
b- Hz.Peygamber muskayı çıkarmak için kendisi ashabıyla birlikte kuyuya gitmişse, diğer rivayetleri aktaran râvilerin Hz. Peygamber’in adam gönderdiğini söyleyip kendisinin gitmesini zikretmemeleri çok ilginçtir. Halbuki zikredilmesi gereken insan, olayın merkezindeki Hz. Peygamber’dir.
c- Hz. Peygamber’in adam gönderdiğini belirten rivayetlerde muskanın onlar tarafından alınıp getirildiği ve Hz. Peygamber’in rahatladığı geçmektedir (İbn Ebi Şeybe, 5/435; İbn Hanbel, 4/367; Abdurrezzak, 11/14). Bu, önemli bir çelişki oluşturmaktadır. Madem muska alınıp kendisine getirildi, o halde ne diye kendisi gitti, sorusu akla gelmektedir.
d- Kendisinin gittiğini belirten rivayetlerin bir kısmında emri üzerine muskanın çıkarıldığı geçerken, bazısında çıkarılmadığı geçmektedir. Dolayısıyla bu da iki gidişi zorlaştırmaktadır. Çünkü başkaları muskayı getirmişse Hz. Peygamber’in gidip muskayı çıkarmaması telif edilemez bir çelişki oluşturmaktadır.”
Birbiriyle çelişen ve ahad haber olmaktan öteye geçmeyen bu tür rivayetlere dayanarak Peygamber’in büyülendiğini söylemek açıkça Kur’an’ın söylediklerine, hadis kriterlerine, akla ve tarihi gerçeklere aykırıdır. Onun için muhafazakârlık ve rivayet bağnazlığı güdüsüyle bu şeyleri bile bile savunanları anlamak mümkün değildir. Bu rivayetler hicri ilk yüzyıllardan günümüze kadar pek çok âlim tarafından eleştirilmiş ve kabul edilemez olduğu belirtilmiştir.
Genel olarak hadis kitaplarına bakış açısının ne olması gerektiğini ve bu tür rivayetleri kabul etmenin ve savunmanın mümkün olmadığını Prof.Dr. Ali Osman Ateş şöyle belirtir:
“Buhari’ye, Müslim’e göre sıhhat açısından farklılık arzeden bu hadislerin sahihliği üzerinde İslam âlimlerinin ittifak etmeleri ya da Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde veya Kütüb-i Sitte’nin içinde yer alan bazı eserlerde nakledildikleri için bunları sahih kabul etme mecburiyetinde olmaları söz konusu değildir. Bu, Kütüb-i Sitte’yi ya da Buhari ve Müslim’in Sahih’lerdindeki tüm hadisleri reddetmek, onların hiçbirinin sahih olmadığını ileri sürmek demek de değildir. Ancak ortada Hz.Peygamber’in ismet sıfatına dokunan bir durum söz konusudur ve bu husus bu rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Garanik olayı ya da Selman Rüşdi’nin Şeytan Âyetleri (Satanic Verses) gibi Hz.Peygamber’in ismetine yönelik saldırılara malzeme veren, Kur’an-ı Kerim üzerinde şüpheler doğmasına yol açan, ilhad ve küfre, ateizme, İslam’a saldırı için malzeme olan bu tür rivayetleri (bu konuda bakınız, Turan Dursun, Din Bu, 1/116-118), günümüz Müslümanları’nın, okuyan düşünen, araştırıp mukayese yapan aydınlarının, gençlerinin sahih kabul etmeleri beklenemez. Onlara, binbir sıkıntı ve zahmetle tevil ve yorumlar yapmaya çalıştığımız, çoğunda da muhatabı tatmin etmediğimizi gördüğümüz bu tür rivayetlere dayalı bir Peygamber imajı sunmaya hakkımız olmadığı açıktır. Bu konuda anlaşılmaz bir muhafazakârlığa da gerek olmadığı kanaatindeyiz. Hz.Peygamber’i ve onun ismetini, Kur’an-ı Kerim’i ve onun güvenilirliğini mi savunacağız, yoksa bu tür rivayetleri mi? Artık günümüzde Müslüman âlimlerin buna bir karar vermeleri vaktinin geçmekte olduğunu açıklamaya gerek yoktur. Bu görüşlerin asla hadis ve sünneti reddetme anlamına gelmeyeceği açıktır. (…)
Bizim burada işaret etmek istediğimiz nokta, geçmişte Buhari’yi, Müslim’i ya da eserleri Kütüb-i Sitte içerisinde yer alan Tirmizi, Ebu Davud, Nesai ve İbn Mace’yi tenkit eden bazı İslam âlimlerinin bu tenkitlerinde büsbütün haksız olup olmadıkları hususudur. Kur’an’a ve Hz.Peygamber’in ismet sıfatına aykırı düşen bu şekildeki rivayetlerden dolayı Kütüb-i Sitte müelliflerini tenkit eden bu âlimler, fikrî ve ilmî açıdan günümüz şartları göz önünde bulundurulduğu takdirde bu tenkitlerinde pek de haksız sayılmazlar. Aksine bu konularda titiz davranmalarının ne kadar yerinde olduğu açıkça ortaya çıkar…”
Sonuç olarak, Muhammed Gazali’nin “Şimdi kime inanalım, Kur’an’a mı, Buhari’ye mi? bir Yahudi’nin Rasulullah’a sihir yaptığını nakletmiştir” demesine hak vermemek elde değildir.
Hz.Peygamber’in Büyülendiği İddiası ve Bakara 102. Âyetin Anlamı
Rasulullah’ın sihirle büyülendiğine inananlar rivayeti sahih göstermek için Bakara/102. âyetini de anlayış veya inanışları doğrultusunda şu şekilde tercüme ederler ve açıklarlar:
“Şeytanların Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kâfir değildi ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kâfir olmuşlardı. Babil’de, melek (denilen) Hârût ve Mârût’a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi ‘Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkâr etme’ demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah’ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!” (Bakara 2/102).
Halbuki âyetin doğru çevirisinin şöyle olması gerekir: “Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında şeytanların/Yahudiler’in söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kâfir olmadı ama insanlara sihri öğreten şeytanlar/Yahudiler kâfir olmuşlardı. Babil’de, melek Hârût ve Mârût’a bir şey indirilmemişti ki ikisi ‘Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkâr etme’ desinler ve karı ile kocanın arasını ayıran şeyi insanlar onlardan öğrensinler. Zaten Allah’ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezler. (Yahudiler) kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhirette bir nasibinin olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları/mahvettikleri şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!”
Zaten bu anlayış, âyetin öteden beri “İnsanlara sihri ve Babil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlar” şeklinde çevrilmesine de aykırıdır. Çünkü bu durumda bir yanda “sihir”, diğer yanda “Hârût ve Mârût’a indirilen” iki şey öğretilmiş olmakta ve bunlar birbirine atfedilmekte/bağlanmaktadır. Bu durumda sihir ve Hârût ve Mârût’a indirilen şeylerin farklı olması, Hârût ve Mârût’un kimseye bir şey öğretmemesi, insanların karı kocayı birbirinden ayıran şeyi onlardan öğrenmemesi, dolayısıyla öğretecekleri şey konusunda insanları uyarmaması ve küfürden sakındırmaması gerekir ki geleneksel hemen bütün çevirilerde ve tefsirlerde bunun aksi yapılmakta ve hem şeytanların, hem Hârût ve Mârût’un insanlara sihir öğrettiği, fitne oldukları ve insanları sihir konusunda küfürden sakındırdıkları anlatılmaktadır. Onun için âyetin geleneksel anlamda yapılan çevirisi de doğru değildir.
Diğer taraftan, bu anlayışla yapılan çeviride mantık tutarsızlığı da bulunmaktadır. Çünkü küfür olduğu ve onu yapanların âhirette paylarının olmadığı/mahvolacağı belirtildiği halde sözde melek olan Hârût ve Mârût’un sihir öğretirken insanlara, “Biz bir fitneyiz, sakın (sihir yaparak) kâfir olma” demelerinin hiçbir mantığı yoktur. Hem küfür olduğu söylenecek, hem yapanların kâfir olup âhirette mahvolacakları söylenip yasaklanacak hem de insanlara öğretilecek! Bu apaçık bir çelişkidir. Çünkü ister küfür olsun, ister olmasın, öğretilen şey, uygulanmak için öğretilmekte ve öğrenilmektedir. Uygulanmak için öğretilmeyecek ve öğrenilmeyecekse, o zaman neden öğretilsin ve öğrenilsin ki?!
Kaldı ki bu rivayetleri savunmak için argümanlar geliştirilirken, diğer yandan ulema sihir yapmanın ve öğretmenin küfür olduğunu söylediği gibi, sihir yapan kişinin tıpkı mürted gibi öldürülmesi gerektiğini de söylemektedir. Yani buna göre sözde sakındırmak için de olsa sihir öğreten Hârût ve Mârût meleklerini öldürmek gerekmektedir. Mesela Ebu Hanife, Malik ve Ahmed b.Hanbel, “Sihir öğrendiği ve yaptığı için sihirbaz tevbe etmesi istenmeden öldürülür. Çünkü kâfir olmuştur” derken, Şafiiler ve Zahiriler, “Büyüleyen sözler veya işler küfür ise, sihirbaz mürted kâfir olur ve tevbe etmediği takdirde mürted olarak öldürülür, ama bu sözler veya işler küfür değilse sihirbaz sadece isyankâr/büyük günah işlemiş olup kâfir olmadığı için öldürülmez” demektedir.
Oysa âyetteki “ve mâ yuallimâni min ehadin hatta yekûla innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur” ifadesi, tıpkı “mâ yahrucani ile’l-berdi hatta yemrada” (soğuğa çıkmıyorlar ki hastalansınlar) formunda bir ifade olup söz konusu iki kişinin soğuğa çıkmadıkları için hastalanmalarının da söz konusu olmadığını belirttiği gibi, iddia edilen Hârût ve Mârût da kimseye bir şey öğretmiyorlar ki ‘biz şöyleyiz, böyleyiz’ demiş olsunlar.
Ama rivayet, Kur’an’ın söylediği doğrultuda anlaşılacağı yerde, din anlayışının altı üstüne getirilerek Kur’an, rivayetin söylediği doğrultuda anlaşılınca, âyetin çevirisi ve açıklaması da ona göre tersyüz edilmektedir. Yani Kur’an’ın anlamı rivayetlerle yönlendirilmekte ve onlar Kur’an’a değil, Kur’an rivayetlere uydurulmaktadır. Bütün bunlar yapılırken de Allah’ın haram ettiği ve yapanları hem Allah’ın hem Peygamber’in kâfir saydığı ve âhirette hiçbir paylarının/kurtuluşun olmadığı bir şeyi değerli meleklerin insanlara nasıl öğretecekleri hiç akla getirilmez.
Bakara 102. Âyetle Verilen Mesaj
Kur’an’ın Sebe’ 34/12-14. âyetlerinden ve Tevrat’ın bu konuda anlattıklarından öğrendiğimize göre muhalif olan yahudiler Hz.Süleyman’ın emrinde esir gibi çalışmış ve onun istediği şeyleri yapmışlardır. Onun emrinde esir gibi çalışmak zorlarına gitmiş ve büyük bir imparatorluğa sahip olmasını Allah’ın vergisi olarak değil, şeytanlar ve sihir yolu ile olduğunu, şeytanların da Yahudiler’in Babil esareti sırasında Hârût ve Mârût denilen iki melekten (!) sihri öğrendiklerini, çünkü bu iki meleğin insanları sihrin kötülüğünden korumak için onlara sihir öğrettiklerini, bu bilgileri içeren bir kitabın da Hz.Süleyman’ın tahtının altında saklı olduğunu uydurup yaymışlardır.
Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesinin öncesinde şehirde Yahudilerin nüfuzu azalmış ve Arap nüfusun çoğunluğunu oluşturan Evs ve Hazrec kabileleri dizginleri ellerine almış bulunuyordu. İki kabile de aralarındaki çekişmeyi bitirmesi ve Yahudiler’e karşı destek olması için Müslümanlar’ın ve ardından Hz.Peygamber’in Medine’ye hicret etmesini onaylamışlardı. Yahudiler de kitap sahibi olmaları gerekçesiyle Peygamber’in kendilerinden yana tavır takınacağını düşünerek onunla işbirliğine gitmişlerdi.
Böyle bir ortamda Hz.Peygamber Medine’ye hicret edince oradaki kesimlerle Medine Vesikası olarak bilinen bir savunma ve işbirliği anlaşması imzalamıştır. Yahudiler, Evs ve Hazrec’in dizginleri ellerine aldıklarını gördükleri için Hz.Peygamber ile böyle bir vesikayı imzalamayı kabullenmişlerdi. Bu anlaşmaya göre Yahudiler, bir problem çıkması durumunda Rasulullah’ın hakemliğini kabul edecek ve düşman saldırısına karşı şehri birlikte savunacaklardı. Ama İslam’ı kabul eden Evs ve Hazrec kabilelerinin katılmasıyla Müslümanlar’ın güçlendiğini ve dizginleri ellerine aldıklarını görünce Medine’deki Yahudi kabileleri verdikleri sözü çiğnediler ve yaptıkları anlaşmayı görmezden geldiler. Bir yandan bu şekilde davranırken, diğer yandan da kavimleriyle öğünür, üstün ve seçilmiş bir kavim olduklarını, Allah’ın oğulları ve sevgilileri sayıldıklarını iddia ederek geçmişlerini savunur ve Rasulullah’a düşmanlık yapar dururlardı. Nasıl olsa Allah bizdendir veya biz onun oğulları ve sevgilileri olduğumuz için Muhammed’i ve onunla beraber olanları önünde sonunda dize getireceklerini düşünürlerdi. Yüce Allah, Bakara Sûresi’ndeki bu âyetlerle bu şekilde davranmanın Yahudiler’in genel tavrı olduğunu, nitekim Hz.Süleyman’ı da çekemeyerek ona karşı böyle bir hıyanet içinde olduklarını, ama en sonunda hep hezimete uğradıklarını anlatarak Hz.Peygamber’i aydınlatır, teselli eder ve aynı şekilde Yahudiler’in yenileceklerini belirtir. (Bakınız: Bakara 2/99-102).
“Hz.Süleyman’ın putlara taptığı hikâyesinin aslı, onun sihirbaz olarak görülmesidir. Yöneticiliğini yaptığı İsrailoğulları onun yönetimi sırasında ülkelerinin siyasette, sanatta, ilimde ve hikmette ulaştığı noktaya sihir sayesinde ulaştığını düşünüyorlardı. Medine Yahudileri, “Muhammed’in işine bakın! Doğruyu yanlışı birbirine karıştırıyor, Süleyman’ı peygamberler arasında anıyor. Oysa o, rüzgâra binen bir büyücüydü” demişlerdi.”
Yüce Allah, Hz.Süleyman’ın boyun eğmeyen ve hakkında iftira ve söylenti yayanlardan uzak olduğunu, Süleyman’ın değil, şeytan işi olan sihri öğreten Yahudiler’in kâfir olduğunu ve bunların onların yaydıkları şeylere uyduğunu, Babil’de Hârût ve Mârût diye iki meleğin bulunmadığını ve sözde bu iki kişiye böyle bir şeyin inmediğini, bunların da karı kocanın arasını ayıracak sihri kimseye öğretmediklerini belirtmektedir.
Bilindiği gibi, Kur’an’ın geçmiş toplumlar ve peygamberlerle ilgili anlattığı öyküler/kıssalar, Hz.Peygamber’e, Müslümanlar’a ve muhaliflerine mesaj vermek içindir. Bakara 102. âyette Hz.Süleyman için iddia edilen sihir olayının doğru olmadığı ve Yahudiler’in Hz.Süleyman’a zarar vermek için yaptıkları girişimlerin başarısız kaldığı gibi, Hz. Muhammed’e zarar vermek için yapacakları girişimlerin de başarısız kalacağı mesajı verilmektedir. Hz.Süleyman’ı çekemeyen ve sihir iftiralarıyla komplo kuran Yahudiler’in emelleri kursaklarında kaldığı gibi, Hz.Muhammed’e kurdukları komploların da boşa çıkacağı ve emellerinin kursaklarında kalacağı uyarısı yapılmaktadır. Onun için Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını kanıtlamak amacıyla delil olarak gösterilen Bakara/102. âyetin anlattığı öykü, sihir yapıldığını savunanların lehine değil, aleyhine delildir.
-
kemal songür 06-06-2014 12:55
Sihrin/büyünün insanlara yarar ya da zarar vereceğini ve hatta bu zararın Hz. Nebi'ye de sirayet ettiğini düşünebilen bir zihin Vahyin inşa ettiği bir zihin olabilemez. Sihrin/büyünün ve göz bağlayıcılığının insana zarar/yarar verebilmesi için tek şart vardır, o da bu inanışa sahip olmak ya da böylesi bir sapkınlığa kapı aralamaktır, aralanan bu kapıdan sihir de büyü de ''keramet'' de kolaylıkla girebilmektedir. Kapısını bu sapkın anlayışa kapayanlara karşı yeryüzünün bütün büyücüleri biraraya gelse bir nane yapamaz ve asla yarar/zarar sağlayamaz. Cinlerle hemhal olduğunu zırvalayan kimi üçkağıtçılar hazine avcılarından yer gösterme karşılığında üçbeş kuruş alırlar ve gösterdikleri hazinelerin yerlerine kendileri gidip de hazineyi çıkarmazlar (çünkü kendilerinin hayal satıcıları olduklarını bilmektedirler) ve bu kadar basit bir üçkağıdı yiyen zavallılar da bunu sorgulamazlar. Bu örneği hayatın birçok sahasında çoğaltmak mümkündür. Hal böyle iken işin en vahim tarafı koca koca alim denilen zevatın sırf kayıtlara geçmiş (uydurma) rivayetleri kurtarma adına ve bazen de bu gizemliliği kullanma kastıyla bu sapkınlıklara göz yummaları ya da kullanmalarıdır. İbrahim Sarmış ağabeyin doyurucu bu makalesinin geniş kitlelere de ulaştırılması ve bu sapkın anlayışın üzerine inşa edilen çok çeşitli batıl yönelişlerin, kendilerini İslama nisbet eden ahaliye yansıtılması önemlidir. Kalemine sağlık İbrahim hocam.selam ve dua ile.