Mustafa GÜVEN

16 Temmuz 2020

BÜYÜK İSLAM AİLESİ

İslam, biz Müslümanları ırk, renk, dil ve coğrafya ayrımı yapmadan tek bir ailenin fertleri olarak değerlendirerek bu büyük İSLAM AİLESİ'nin bütün fertlerinin birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarının olduğunu belirtir, tıpkı kan bağıyla bağlı olduğumuz çekirdek ailemiz ve bu ailenin her ferdinin birbirine olan hak ve sorumlulukları gibi.

Kan bağıyla bağlı olduğumuz çekirdek ailemizin hiçbir ferdinin maddi ve manevi bir sıkıntı çekmesini nasıl istemiyor, herhangi bir ferdinin bir sıkıntısı olduğunda nasıl üzülüyor, ilgisiz kalmayıp elimizden gelen maddi ve manevi her şeyi yapmaya çalışıyorsak, aynı duyarlılığı ve gayreti din bağıyla bağlı olduğumuz büyük ailemiz olan İslam Ailesi'nin her bir ferdi olan Müslüman kardeşlerimiz için de göstermemiz gerekiyor. 

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) bir hadisinde bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır: "Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar." (Buhârî, Müslim)

Başta ashâb-ı kiram olmak üzere selefimiz, din, iman, akide kardeşliğinde birbirlerine karşı öyle fedakârlık ve iyilikler yapmışlardır ki aradan geçen bin dört yüz küsur yıla rağmen hâlâ bu ümmetin kitaplarında, sohbet ve vaazlarında bu harikulade yaşanmış hayat hikayeleri anlatılmaktadır. 

Okunduğunda kalpleri titretip gözlerin yaşarmasına ve derin bir tefekküre sebep olan bu yüce insanların binlerce yaşanmış hayat hikayesi içerisinden iki tanesini bugün burada sizlerle paylaşacağım. Kendimize ibret ve dersler çıkaralım amacıyla aktarmaya çalışacağım bu şahsiyetlerden biri ashâb-ı kiramdan Habbab bin Eret (ra), diğeri ise yakın tarihimizde yaşamış olan şehit (inş) Seyyid Kutub'dur.

HABBÂB BİN ERET (ra)

Mekke oligarşik cahiliye site devletine karşı Müslüman olduklarını ilk defa açıklayan Hz. Ebu Bekir, Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî ve Ammâr b. Yâsir’in yanında Habbâb bin Eret (ra) da bulunuyordu. Habbâb bazı kaynaklarda altıncı, bazılarında yirminci Müslüman olarak zikredilir. Demircilik yapan Habbâb b. Eret, okuma yazma bildiği için bazı Müslümanlara yeni nazil olan ayetleri öğretirdi. 

Bir defasında Tâhâ suresinin ilk ayetlerini bir sayfaya yazıp Hz. Ömer’in kız kardeşi Fâtıma ile kocası Saîd b. Zeyd’e öğretirken henüz İslâm'ı kabul etmemiş olan Ömer içeriye girmiş, ancak dinlediği ayetlerin tesiriyle Müslüman olmak istediğini bildirince, Habbâb ona Resûl-i Ekrem’in bulunduğu yeri haber vermiş ve Müslüman olması için daha önce Resûlullah’ın ona dua ettiğini söylemişti.

İslam'ı kabul ettikleri için işkence gören kölelerden biri olan Habbâb’a bazen kızgın taşlar üzerinde türlü türlü işkenceler edilirdi.

Nitekim hilâfeti zamanında Hz. Ömer’i ziyarete giden Habbâb’a halife, "Yanıma gel, bu meclise Ammâr’dan sonra senden daha lâyık kimse yoktur" diye iltifat etmiştir. 

Ömer (ra) ilk yılların fedakarlıklarını ve vefalılarını asla unutmadı. O yılların, o yıllarda yaşananların unutulmasını da istemiyordu. Söz açılınca Habbâb’dan, müşriklerin ona yaptığı işkencelerden en şiddetlisini anlatmasını istedi. Yeni filizlenen neslin, hak davanın bu günlere hangi çileler ve fedakarlıklarla geldiğini bilmesini istiyordu.

Bu soruya cevap vermeye utanan Habbâb (ra) Ömer (ra)'nın ısrarı üzerine ayağa kalkıp üzerindeki gömleği çıkardı. Bu manzara Ömer (ra) ve mecliste bulunan herkesi dehşete düşürmüştü. Gözlerini eğip bu manzaraya bakamayanlar, gözleri yaşla dolanlar vardı. Gözlerinin önünde dalga dalga olmuş, tarif edilmesi bile acı veren dehşetli bir görüntüye sahip bir sırt vardı.

Habbâb (ra) meclisteki kardeşlerine sırtını gösterirken, dudaklarında şu sözler de dökülüyordu. "Bilal işkence ve azap görürdü. Onu korumaya çalışan olurdu. Beni koruyan da yoktu, olmadı."

Habbâb (ra) acı çekmişti. Yokluk ve açlık görmüştü. Şimdi ise acılar, çileler geride kaldığı gibi açlık ve yokluk da geride kalmıştı. O artık varlık sahibi biriydi. Yıllar yılı yolunda fedakarlıklar sergilediği Rabbi ona dünya nimetleri bahşetmişti. Şimdi kimseye muhtaç değildi. Hatta başkalarına yardımcı olacak durumdaydı. Cihat meydanında elde edilen ganimetlerden kendisine düşen pay, zanaatının ve ticaretinin kazandırdıkları ona yetip artar olmuştu. O artık varlığın imtihanını yaşıyordu. O bu imtihanını da en güzel verenlerden biri oldu.

Her cemiyette olduğu gibi çevresinde muhtaç durumda olan, geçimde zorlanan insanlar vardı. Kimi yaşlanmış çalışmakta zorlanıyor, kimi iş imkânı bulamıyor, kimi sayısı çok olan aile fertlerini geçindirebilmek için çırpınıyordu... Onlara yardım teklifinde bulunmaktan utanıyordu. Onları mahcup etmek de istemiyordu. Üstelik ihtiyaç, tek bir yardımla da bitmeyebilirdi. 

O, yokluğu ve çaresizliği birçok yönüyle tatmıştı. Ne olduğunu çok iyi biliyordu... Kendisinde imkân varken çevresinde yokluk ve acılar yaşanmasını istemiyordu. Gönlünden geçenlere bir yol bulmalıydı. Çok geçmeden o yolun ne olduğunu bulmuştu.

Bir odası vardı. Kapısı dışarı, yola açılırdı. Dirhem ve Dinarlarını bu odada yaptırdığı bir rafa koydu. Civardaki ihtiyaç sahiplerine odasını ve parasının yerini gösterip, tarif etti. "Ne zaman ihtiyacınız olursa gelip alabilirsiniz" diyerek kapısının ihtiyaç sahibi kardeşlerine açık olduğunu ilan etti. 

İhtiyacı olan herkes, kapısı kitli olmayan bu odadan gece gündüz istedikleri zaman kimseden izin almadan kapısını açıp ihtiyacı kadar parayı alıp gidiyorlardı. Hiçbir zaman o odaya girip eli boş çıkıp dönen kimse de olmamıştı.

SEYYİD KUTUB (rh)

Çağımız âlim, mütefekkir ve mücahitlerinden olan Seyyid Kutub (rh) de, İslam davası ve din kardeşlerine karşı tıpkı kendinden önce yaşamış selefleri gibi çok büyük fedakârlıklar yapmış ve bu dünyadan o şekilde ayrılıp ebedi hayat olan ahirete göçmüştür. 

Yazının çok daha fazla uzamaması için onun hayatından kısa bir anekdot aktarıp bu yazımızı bununla nihayete erdireceğiz inşaAllah.

Seyyid Kutub yaşadığı zamanın zalim diktatörlerine, tağutlarına hak namına baş kaldırmış ve bunun bedelini de yaşadığı sürece çok ağır olarak ödemiştir. Fakru zaruret içinde yaşıyordu. Bir defasında hastalanmıştı. Rahatsızlığına iyi gelecek bir ilaç alacak imkânı yoktu. O sırada çok yakın bir dava arkadaşı evleniyordu. Bu arkadaşının düğününe hediye olarak götürecek bir şeyi de yoktu. Sahip olduğu evindeki eski mütevazi koltukları ona götürüp, dava arkadaşını bu önemli gününde yalnız bırakmamış ve kardeşini kendisine, nefsine tercih etmiştir. 

Değerli okuyucu kardeşim!

Bu yazımızda geçmişte yaşamış yüzbinlerce ibretlik ve güzel hayat içerisinden, Habbâb bin Eret ve Seyyid Kutub'un hayatlarından kısa birer kesit sunduk. Bize düşen ise, bu güzel hayat sahibi insanların ibretlik hayatlarından, yaptıkları iyilik ve fedakârlıklarından kendimize düşen dersleri çıkarıp almaktır.

Not: Yazımızı yazarken şu eserlerden faydalandık: TDV İslam Ansiklopedisi, İlmi Hutbelerle Minberin Gücü, Seyda Yay. ve Peygamberin Dostları - Örnek Nesil, Altınoluk Yay.