Orhan ALBAYRAK
ÇAĞA CEVABIMIZI PRATİZE ETMELİYİZ
Modernitenin, insani değerleri alaşağı ettiği bu dönemde pratiğini oluşturmayan hiçbir söylem ayakta kalamayacaktır. Müslüman iman ettiği ilkeleri (akidesini) somutlaştırmadıkça, hayatın içinde anlamlandırmadıkça ne alternatif bir hareket oluşturabilir ne de geleceğe bir anlam kazandırabilir. İslam’ın kendine has, kendine ait ‘özgün’ bir yaklaşımı vardır. İslam, zor zamanların yaşandığı bu dönemlerde insanlığa bir alternatifse -ki öyledir- bu kendine özgün yaklaşımından ileri gelmektedir.
Yüce Allah’ın emir ve yasakları, yaşanan her anın içinde anlamını bulmalıdır. Gerek bireysel ilişkilerde gerek kollektivitenin geçerli olduğu işlerde, eğitim, ekonomi, aile vs. gibi tüm alanlarda akidemizin somut karşılığını görünür kılmalıyız.
Yarım asırdan bu yana Filistin’in direnişi olanca yokluğa, açlığa, silahsızlığa rağmen sürüyorsa, direniş bir hayat biçimi olduysa eğer, bundan dünya Müslümanlarının çıkarması gereken çok dersler olmalı diye düşünüyorum. Konjonktürel farklılıklar gereği her direnişin farklı boyutlarda tezahür etmesi kaçınılmazdır. Yaşanan fıkıh, direnişin nasıllığını belirler. Kimi yerlerde sıcak savaş olabildiği gibi kimi yerlerde (Türkiye de dahil çoğunlukla) psikolojik savaşlar halkları Müslüman olan birçok ülkede devam etmektedir. Bu geçmişte de böyleydi gelecekte de böyle olacak. Tevhid’in şirkle, adaletin zulümle savaşı kıyamete kadar süregidecek. Tarih Firavunlara şahitlik ettiği gibi İbrahimlere de tanıklık edecek.
En sahih mirasımız olan “ed-din” bütün zamanlarda insanlığa yeni bir dünya düzeni olma özelliğini bünyesinde taşımıştır ve taşıyacaktır. Burada önemli olan mesele, bunu yüklenen insanların “ed-din”i gereği gibi temsil edip edememe meselesidir.
Şimdi isterseniz Muhammed’in (a. s.) yaşadığı dönemin tablosunu kısaca O’nun psikolojisi açısından hayal edip hatırlayalım.
Tutkuların ilahlaştırıldığı, daha fazla güç, daha fazla mal yığmak adına güçlünün zayıfı ezdiği toplumda yaşamak Muhammed’i (a. s.) boğmaya başlamıştır. Kadınların hayasızlık bayrağını evine astığı, sınır tanımaz eğlencenin ve işretin doruk noktasına ulaştığı, insanların köle olarak alınıp satıldığı, adaletin yerine zulmün hakim olduğu bu toplumda yaşamak, çocukların diri diri toprağa gömüldüğü bu beldede zulmün tanıklığını yapmak ağır geliyordu Muhammed’e (a. s.). Nasıl olurdu da Allah’ın yarattığı can alınıp satılırdı? Diri diri toprağa gömülürdü? Bu nasıl insanlık, nasıl anlayıştı? Bütün bunlardan uzaklaşmak için zaman zaman gözden uzak yerlere gider olmuştu. Toplumu sorguluyor ama yol bilmiyordu. Yanlışı görüyor, haksızlığı görüyor, zulmü görüyor, sapmışlığı görüyor ama çözüm bilmiyordu. “Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duha–7)
Peki, Muhammed’in (a. s.) toplumu hiçbir şey bilmeyen bilgisiz bir toplum muydu? Yahudi ve Hıristiyanlarla yani Kitap Ehli ile iç içe olduklarını, Roma ve Pers krallıklarıyla çeşitli biçimlerde etkileşim içinde olduklarını düşündüğümüzde bunun doğru bir çıkarım olduğunu söylemek zor. Değer yargılarının bozulduğunu, şehvetin ve çıkarların insani değerlerin üzerini örttüğünü söylemek daha doğru olsa gerek. Öyle ki bu şekilde yaşanan bir hayat tarzı belirli bir süre sonra yanlışların doğru, doğruların yanlış görülmesine sebep olmuştur, günümüzde olduğu gibi. Yaratanı hayatın içinden çıkarıp hayatın yönünü siz belirlemeye kalkışırsanız belirli bir süre sonra yaptığınız yanlışlara doğru diye iman etmeye başlarsınız.
Bunlardan neden bahsettik? Geçmişi doğru okumak, bugünü doğru yaşamak ve geleceğe doğru bir şeyler bırakabilmek için. Aslında müthiş açılımlar gerektiren, üzerinde sıkı bir çalışma yapılması lazım bir konu olarak görüyorum burayı, inşaallah ileride daha kuşatıcı ve kapsamlı çalışmalar yaparız.
Geçmişe, yani insanın ve İslam’ın tarihine (Mü’mince) baktığımızda, zaferin ve yenilginin yolunu görüyoruz. Nuh’ta, İbrahim’de, Musa’da Yunus’ta, Muhammed’de… (Allah’ın selamı üzerlerine olsun). Hani o kardeşliğini dillerimize pelesenk ettiğimiz, yiğitliklerini her dinleyişimizde gözlerimize yaşların dolduğu ama bir türlü anmaktan fırsat bulup da anlamaya ve hayatımıza aktarmaya yanaşmadığımız geçmişimiz var ya, orayı doğru okumak gerek. Nedir, onlarla bizi ayıran fark. Onlar daha saf, daha temiz miydi? Fıtratları daha az mı bozulmuştu, ya da diğer insanlardan farklı özelliklere mi sahiplerdi? Elbette değildi diye söylediğinizi duyuyorum. Evet, en temel fark bana göre onların teslimiyetiydi, başka bir şey değil.
İman onların hayatında köklü bir devrim yapmıştı. Artık hayatlarını Kur’an belirliyordu, Vahy’in ışığında yeniden şekilleniyordu değer yargıları. Cahiliyyeden kalma tüm tortuları geride bırakmışlardı. İşte ilk adım… Yaşadığımız toplumdaki cahili değerlerden tamamen kendimizi arındırmak... Nedir bu cahili değerler: Hayat rehberimiz Kur’an’ın varlığına müsaade etmediği her şey, vahyin ölçülerine mutabık olmayan her iş, her söylem, her hareket.
Modernizmin insanı kuşattığı her türlü kirlilikten, Kur’an’ın aydınlığındaki insana ulaşabilmek için önce kirlerimizi kapının dışında bırakmamız gerekiyor. Önde gidebilmek, önde gidenlerden olabilmek her kişinin değil er kişinin işidir. Onun için kapıdan girerken dostlar alışverişte görsün mantığıyla değil ‘Ey iman edenler! İman ediniz…’ düsturuyla saf ve duru bir şekilde girmek gerek. İşte o zaman tarihin tanıklığını başarıyla gerçekleştiren muvahhidlerin yaptığını yapabiliriz. Onlar yaşadıkları dönemin şahitliğini yaptılar ve önde gidenlerden oldular. Bir gün bizler için de sonrakiler bunu diyebilmeli. Bu da herhalde Allah’ın gücüne hakkıyla iman edenlere nasip olacak bir olgudur.
Haydi, o zaman yeniden Bismillah diyelim, yeniden yola koyulalım. Gönüllere taht kuran ilk öncülerin yaptığı gibi kardeşliğimizi yeniden tesis edelim, tercihlerimizi, ilişkilerimizi, dünya ve ahiret bilincimizi yeniden Kur’an’ın aydınlığında tesis edelim. Modernite’nin zincirlerinden sıyrılıp ekinimizi, neslimizi, yaşantımızı Kur’an’ın kültürüyle yeniden yeşertelim. Tabii tüm bunları sadece muhayyilemizle ve söylemlerimizle değil, mutlaka ama mutlaka pratiğimizle de müşahhas kılarak…