07-10-2009 11:39

Camilerde ırkçı kuşatmaya son!

İstanbul’daki büyük camilere asılan Türkçü, ırkçı mahyalar Özgür-Der’in çağrısıyla Süleymaniye Camii önünde protesto edildi. Mazlumder’in de destek verdiği eylemde camilerimizin ırkçı kuşatmadan ve Kemalist dayatmadan kurtarılması çağrısı yapıldı.

Camilerde ırkçı kuşatmaya son!

Dün akşam Süleymaniye Camii'ne asılan "Ne Mutlu Türküm Diyene!" mahyasının yanı sıra birçok büyük camide benzer ırkçı, Kemalist ve orduya methiyeler düzen mahyalar asıldığı öğrenildi.

Camileri kirleten ırkçı-şoven dayatmaları protesto etmek üzere bugün 14.30'da Süleymaniye Camii önünde toplanan Özgür-Der mensupları açtıkları "Kanla, Irkla Övünmek İlkelliktir! Elhamdulillah Müslümanız!" yazılı pankart ile tekbirler ve sloganlar eşliğinde İstanbul İl Müftülüğü'ne kadar protesto yürüyüşü yaptılar. Mazlumder temsilcilerinin de destek verdiği eylemde ayrıca "Camilerimiz Kemalizm'in Üssü Olamaz!", "Allah'ın Evinde Irkçılığa Yer Yok!", "Camilerimiz Irkçı, Şovenist Fanatizmin Üssü Olamaz!" yazılı dövizler taşındı.

"Kemalizm'in Değil, Rabbimizin Kuluyuz!"

Yürüyüş boyunca "Camilerde Irkçı Kuşatmaya Son!", "Laik Devlet Camiden Elini Çek!", "Kemalizm'in Değil, Rabbimizin Kuluyuz!", "Camilerde Kışla Düzenine Son!", "Camiler Halkındır, Devletin Değil!", "Camilere Özgürlük, Irkçılığa Son!", "Mahyalar Kemalizm'in Sesi Olamaz!", "Irkçı Ulusçu Dayatmaya Son!" gibi sloganlar atılırken sık sık da tekbir getirildi.

 

İstanbul İl Müftülüğü önünde polisin yer yer provokatif tavırlarına rağmen basın açıklaması ile devam eden eylemin amacını ırkçı-şoven körlüğün inancımıza, değerlerimize saldırmasına izin vermemek olarak ortaya koyan Güney Uzun, ilk sözü Özgür-Der Yönetim Kurulu üyesi Hülya Şekerci'ye verdi.

Süleymaniye Camii'ne asılan "Ne Mutlu Türküm Diyene!" yazılı mahyayı basına ve katımcılara gösteren Hülya Şekerci, bu ırkçı dayatmanın 1930'lu yılların tek parti dönemini anımsattığını söyledi. Tek parti zihniyetinin ve Kemalist devletin dine oportünist yaklaşımı sonucunda camilere "Ata-Türk", "Varol İnönü", "Para Biriktir" gibi mahyaların asıldığını hatırlatan Şekerci, İslam'a savaş açmış bir devletin kadrosunun, camilerimizi ulusçu söylemleriyle kirletmekten de geri durmadığını ifade etti. Bunu tek parti diktatörlüğüne dönüş olarak yorumlayan Şekerci, son olarak okullarda çocuklarımızın körpe beyinlerinin ırkçı söylemlerle kirletilmesi yetmediği gibi şimdi camilerimiz eliyle tüm halka Kemalist söylemlerin yaygınlaştırılmaya çalışıldığına dikkat çekti.

Daha sonra söz alan Haksöz Dergisi yazarı Hamza Türkmen, camileri kirleten bu ırkçı sloganlara Diyanet'in göz yummasının İslam itikadıyla bağdaşmadığını ve dolayısıyla bu durumun önüne geçmemenin Diyanet teşkilatı açısından bir utanç tablosu olduğunu söyledi. Kemalizm'in öteden beri camilerde dinî kılıflara büründürülerek halka sunulmaya çalışıldığına da dikkat çeken Türkmen, 1930 yılında TDK'nın çıkardığı Türkçe sözlükte de dinin bir yaşam tarzı ve Türkün dininin Kemalizm olarak tanımlandığını hatırlattı. Rabbimizin bizi Müslüman olarak tanımladığını belirten Türkmen, laik devletin ise ulus kimliği dayattığını belirterek, İslami kimliğin alt kültürel bir kimlik olarak yaşamaya hapsedildiğini vurguladı. Kemalist ideolojinin bu ırkçı-şoven boyutlarının camilere asılan mahyalar üzerinden halkın gözüne sokulma çabası ve ısrarının ayrıca AK Parti hükümetinin izlediği Kürt Açılımı politikası ile de çeliştiğine dikkat çeken Türkmen, Diyanet'in de ilk etapta kendi içinde kök salmış çeteci, Kemalist, ırkçı zihniyeti temizlemesi gerektiğini söyledi.

Türkmen'in ardından söz alan Mazlumder İstanbul Şube Müdürü Murat Özer, "Askeri kışlalarda ve resmi dairelerde görmeye alışık olunan 'Ne Mutlu Türküm Diyene', 'Önce Vatan' gibi ifadelerin camii mahyalarında yer alması İslam dininin evrenselliğiyle çelişmektedir. Camiler hiçbir etnik ve kavmi unsurun değildir ve bu sebeple ibadet mekanlarının bir ırka mensubiyetinin olamayacağı düşüncesiyle uygulama tepki toplamaktadır." dedi.

Eylem Özgür-Der adına Zuhal Özyurt'un okuduğu basın bildirisiyle devam etti. Açıklamada, "Bu şoven saçmalıklarınızla nesiller boyu toplumun zihnini, hatta dağlarını taşlarını kirlettiğiniz yetmedi mi? Şimdilerde dağlardan, taşlardan silinmesi tartışılan bu zırvalarınıza bulduğunuz yeni mekan Allah'ın evi sayılan camilerimiz mi olacak? Camilerimizi ruhsuz birer devlet dairesine, cami görevlilerini de devletin emir kullarına dönüştürmeye yönelik çabalarınız yetmedi de şimdi düzene itaatkâr vatandaş üretme projesinde sıra gökyüzüne mi geldi?" ifadelerine yer verildi. Açıklamanın tam metni aşağıdadır. 

Son olarak Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya ile Mazlumder İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Av. Selçuk Kar, topluluk adına Müftülük ile görüştüler. Müftülük, mahyaların Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından asıldığını söylerken söz konusu mahyaların derhal kaldırılması talebi, hem İstanbul Müftülüğü'ne hem de İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne bildirildi.

(Kaynak: Haksöz Haber)

YORUMLAR
  • HUSEYİN SASMAZ   09-10-2009 02:16

    Müslümanların güvenebilecekleri alimler ve gerçek dava erleri kimlerdir? Yaşamış olduğumuz bu ve geçmiş asırda, yani İslami ifadeyle ahir zamanda, karşılaştığımız en büyük sıkıntılardan bir tanesi de, kime nasıl güveneceğimizi bilmiyor olmamızdır. Neredeyse her geçen gün bir kaç insanın kalkıp kendisini alim, şeyh ilan etmiş olması, veya bu özellikler kendisinde bulunup ta bunu Allah (c.c.)'nun rızası doğrultusunda Müslümanların hayrına değil de, mevki makam için kullanan alimlerin, türemesi sözkonusu olmaktadır. Müslüman kime güvenebilir ve özellikle örneğimiz olması gereken alimlerimizden hangisine güvenebiliriz sorusu, gayet ciddi ve önemli bir konuyu teşkil etmektedir. Çünkü Ümmeti Muhammed halen en başta alimlere güvenmektedir ve onların söylediği her sözüde kabul etmektedir. Dolayısıyla ümmetin gerçekleri görüp bir fiil hak davayı ifa edebilmesi için, önlerinde adeta bir engel olarak duran alim ve onların cemaatlerini iyi tanıyıp, ayırt edebilmesi gerekmektedir. Bundan dolayı, Müslümanların elinde bir yol göstericisi olacak bir kıstasın ve ölçünün ne olduğu sorusuna cevap bulmamız gerekiyor. Müslümanların sözde alimlere güvenme konusundaki davranışları, yani onları adeta sorgusuz sualsiz bir şekilde söz sahibi kabul etmiş olmaları, bir kaç sebebe dayanmaktadır. 1- Günümüzün insanı cehalete alıştırılmış, adeta ona mahkum edilmiş bir durumdadır. Cehalet derken kişinin tahsilini kastetmiyorum. Yani kişi tahsilli olur, mühendis hatta doktorasını yapmış olabilir. Fakat sahip olmuş olduğu aklı kişiliğini, malını ve din kardeşliğini bir hiç pahasına gayri müslimlerin hizmetine sunabiliyorsa, o Müslüman isterse profesör olsun, kesinlikle cahildir ve sömürülmeye müsaittir. Hâlbuki Müslüman sahip olmuş olduğu akıl nimetini, insanlık içerisinde kullanan yegane insandır. Ve bu nimeti devre dışı bıraktığı taktirde onu yani akıl nimetinin en büyük özelliği olan doğru ile yanlışı ayırt etme, gerçeğinden mahrum kalmış olur. Dolayısıyla Müslüman kesinlikle koyun sürüsü gibi güdülen birer hayvan değil, bilakis gerektiğinde çok sert eleştiri yapabilen ve kesinlikle muhasebe eden bir kişiliğe sahip olmalı. Bundan dolayı Müslüman'ın kişiliği, yani duruşu çok net olmalı ve kanat getirdiği duruşundan her ne olursa vazgeçmemeli ve Muhammed (s.a.v.) ‘min en zor anında sarf etmiş olduğu şu kavli hiçbir zaman aklından çıkarmamalı. Resulullah'ı koruyan ve himaye eden amcası Ebu Talib'in çok ciddi bir şekilde Dar'un Nedvede sıkıştırıldıktan ve tehdit edildikten sonra bir başka çaresi olmadığı kanaatini gelerek, Resulullahın huzuruna gidip, adeta yırtıcı hayvanlarca kuşatılmış bir durumda tek tutanağı olduğu zanedilen elindeki silahı, yani üzerinde bulunduran himayeyi alacağı tehdidi karşısında, bakınız Muhammed (s.a.v.) amcası Ebu Talib'e sarfetmiş olduğu o tarihi sözler: "Ey amca! Vallahi, bu işi bırakmam için Güneşi sağ elime ve Ayı sol elime koysalar da, ALLAH onu üstün kılıncaya ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam!" dedi. Gözleri yaşardı ve ağladı. Ayağa kalkarak dönüp giderken, Ebu Talib:"Gel ey kardeşimin oğlu!" diye seslendi. Muhammed (sav) dönüp gelince, Ebu Talib: "Ey kardeşimin oğlu! Git, istediğini söyle! İşine devam et! İstediğini yap! Vallahi, ben seni hiçbir zaman onlara teslim edici değilim!" dedi. (Siret-i İbn-i Hişam) 2- Neyin doğru neyin doğru olmadığı konusunda, elinde kıstas niteliğinde olması gereken, dini hakikatları ve onun esaslarını (imani konuları), etraflıca bilmesi gerekiyor. Maalesef bu kıstasdan mahrum olduğumuz gibi, birde bu özelliğe sahip olmamamız için bizlere dikta edilen din adamı düşüncesi ve dolayısıyla bu senin işin değildir mantığı, Müslümanlara sirayet etmiştir. Ve yine tarikatlar vasıtası ile bizlere empoze edilen, körü körüne tam bir taassup ile bağlanma ve tamamen ilmi esaslardan yoksun olma ve sadece günün büyük bir kısmını zikir ile geçirme düşüncesi egemen oldu. Dini hakikatler derken, bu konu ile alakalı Müslümanların Allah (c.c.)'dan başka hiçbir kimseyi, hüküm koyucu kabul etmememiz gerektiğini ve yine onun emir ve yasaklarına uyma konusunda kesinlikle taviz vermememiz gerektiği, inancını kastediyorum. Halbuki sahiplenmiş olduğumuz ve desteklediğimiz alimlerin ve şeyhlerin bir çoğu öyle veya böyle taviz vermektedir. Bu nasıl olurda güvenebileceğimiz, sözünü dinleyebileceğimiz bir alim veya şeyh olabilir. Bir Müslüman için bu tür alimler desteklenmesi gereken birer kişilik olmaktan daha ziyade, kesinlikle muhasebe edilen ve maskeleri alaşağı edilen ve gerektiğinde onları toplum içerisinde rezil edilmesi gereken birer kişilik olarak görmemiz gerekmektedir. Öyleyse Müslüman imanı gereği kesinlikle Rabbimize güvenip, sadece ona tevekkül etmesi ve hiçbir zaman taviz vermemesi gerekiyor. Bakınız taviz verip de fasıklar zümresine giren insanlar için Rabbimiz ne buyurmaktadır: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن جَاءكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا أَن تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ Ey inananlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurat:6) Bu ayeti celilede de ifade edildiği üzere kesinlikle haramı açık olan, ki taviz vermek, yani haram olduğunu bildiği halde onları ikaz etmemek ve yine üzerimize farz olduğu halde, kesinlikle korku, endişe her ne sebepten dolayı olursa olsun, üzerimize düşen Raşid-i Hilafet Devletini kurma farzından geri durmak tavizdir. Her kim bu hasleti üzerinde bulunduruyorsa, alim olsun Müslüman olsun, kesinlikle güvenilmeyen ve kesinlikle ikaz edilmesi gereken kişiler olur. 3- Birinci ve ikinci konuya bağlı olarak, korku konusu, önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Müslümanlar sözde alim veya şeyhlere güvenmeme konusunda şu iki acıdan korkmaktadır: a. Toplumun değer verdiği hocalara güvenmeyip, bilakis onları tenkid edersem, toplum içerisinde tutunamam, barınamam ve toplumdan dışlanırım korkusu. b. Diğer korku olgusu ise ruhani korkuyu teşkil etmektedir. Kişi sözde alimlere veya daha doğrusu şeyhleri tenkitvari sözler sarf ederse, işinin rast gitmeyeceği endişesini taşımaktadır. Bir diğer ruhani korku ise özellikle tasavvuf erbabında ve onun taraftarlarında egemen olan çarpılma korkusudur. Ümmete sirayet etmiş olan ve fıtri olan bu korku olgusu hakkında bakınız Rabbimiz ne buyurmaktadır: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ Andolsun ki sizi biraz korku ve açlik; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! (Bakara:155) Yine Ali-İmran suresinin 175. ayeti celilesinde Allah (c.c.)'hu şöyle buyurmaktadır: إِنَّمَا ذَلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ أَوْلِيَاءهُ فَلاَ تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ "İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun." (Ali İmran 175) Rabbimizin bu kavli ile korku olgusunun içinde yatan her türlü korkuyu alabiliriz. İmtihana tabi tutulan biz insanoğlu ise bu tür korkular karşısında Rabbimizin buyurduğu üzere sabredenlerden olmalıyız. Bunun örneği için Resulullah'tan ve onun güzide ashabından yüzlerce örnek verilebilir. Ve yine Rabbimiz, Allah (c.c.)'dan korkmayıp ta insanlardan korkanlar için bakınız ne buyurmaktadır: أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّواْ أَيْدِيَكُمْ وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ إِذَا فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّهِ أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً وَقَالُواْ رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ لَوْلا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ قُلْ مَتَاعُ الدَّنْيَا قَلِيلٌ وَالآخِرَةُ خَيْرٌ لِّمَنِ اتَّقَى وَلاَ تُظْلَمُونَ فَتِيلاً "Kendilerine, ''ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin'', denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savas farz kılınınca, içlerinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?" dediler. Onlara de ki: "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez." (Nisa:77) Ayeti kerime kıtal ile alakalı olarak korkudan bahsediyor olsa da bu korkunun diğer emirleri de kapsamadığı anlamına gelmez. Dolayısıyla günümüzün konusu olan ikinci Raşidi Hilafet Devletini kurma meselesinde de Müslümanlar mezkur sebeplerden dolayı insanlardan korkmaktadırlar. Onlara verilmesi gereken cevabı bakınız Allah (c.c.) ne kadarda güzel vermiş;... "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez.' Bu gerçeklerden yola çıkarak, şu hakikatleri da dile getirmemiz gerekmektedir. İnsanoğlu yaratılışı gereği yönlendirilmeye, manipüle edilmeye müsait bir varlıktır. Dolayısıyla insanoğlunun bu zayıf noktalarını tespit edip onlara dikkat çekmek gerekiyor. 1- Güzel söz, tatlı dil ve özellikle hocalarda güçlü hatiplik, insanı etkisi altına almaya sebep olan hasletler içerisine giriyor. Bu o kadar ivme kazanmış bir hastalık olarak karşımıza çıkıyor ki, artık söylenenlerin ne olduğu önem arz etmiyor, daha ziyade hocanın hatipliği, mimikleri Müslümanların dikkatini çeker hale geliyor. Birde çok faydalanmışçasına insanlara; ‘hocam ne kadarda güzel konuştu' diyerek bunu pekiştirmeye çalışıyor. Halbuki bunu söyleyen hacıma şu soruyu yöneltmiş olsak; ‘ hocam ne konuştu ki, güzeldir diyorsun?', buna vereceği cevap kesinlikle şu olacaktır;' çok güzel şeyler söyledi...', çünkü hacım söylenen sözlerden daha ziyade hocanın hatipliğinden etkilenmiş. Dolayısıyla bu, Müslümanlarda yer etmiş olan büyük bir sıkıntı haline gelmektedir. 2- Dış görünümü, yani kıyafeti, insanları olduğundan farklı bir konumda değerlendirilmesine sebep oluyor. Bu özellikle tasavvuf ortamında kendisini sarık, cübbe ve takke olarak gösteriyor. Toplumuzda bu o kadar önem arz ediyor ki, kişi takım elbise giymiş birisi ise, çok önemli bir insan oluyor. Halbuki dış görünümü ilk bakışta önemli olmakla beraber, kişinin ciddiye alınıp, alınmaması için bir ipucu vermiyor olabilir. Yani şunu söylemek istiyorum, kişinin dış görünümünden dolayı kesin hükmü vermemeliyiz. Ve onun cübbeli, sarıklı veya sakallı olduğu için; ‘mübarek insan, hocam veya başkanım' diyerek onları gözümüzde büyütmemeliyiz. 3- En tehlikeli manipüle araçlarından bir tanesi ise kişinin etiketi, sahip olmuş olduğu ehliyetidir. Kişilerin bu tür etiketlere sahip olmamış olması, onların bu etiketten yoksun olduğu takdirde, etiketli şahsiyetlerin bildiklerini asla bilemeyecekleri endişesi hakim olmaktadır. Dolayısıyla kişinin alim, hoca, şeyh veya doktor, mühendis olması, onların toplum içerisinde, çok üstün şahsiyetler oldukları, anlamında yorumlanmaktadır. Halbuki Rabbimizin şu kavli bu durumu bakınız ne kadarda güzel özetlemektedir: مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللَّهِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. (Cuma:5) Öyleyse kişinin belirli bir etikete ve ilmi seviyeye sahip olmuş olması, onda bu hayat bulmadığı takdirde ve bunu şer'i esaslar doğrultusunda ifa etmediği müddetçe, hiçbir şey ifade etmediği gibi Allah korusun, Rabbimizin buyruğu üzere kitap yüklü merkep olmaktan öte gidemeyiz. Tüm bu hakikatler doğrultusunda güvenebileceğimiz gerçek alim ve dava erlerinin kim olduğu ve yine hangi özellikleri üzerinde barındırması gerektirdiği konusuna gelelim: Şimdi dile getireceğimiz tüm hasletler, her Müslüman'da olması gereken hasletler olduğu gibi söz konusu olan akil insanların, yani önder ve örnek dava erlerinin ve bilhassa alimlerin sahip olması gereken hasletlerdir. Birinci haslet: Doğruluk: Rabbimiz Kuranı Kerimde bakınız doğruluk için ne buyuruyor: فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ ‘‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol '' (Hud /112); Bir başka ayeti celilede; إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ‘‘Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir. '' (Ahkaf / 13 ) Birinci ayeti celilede Rabbimiz, emir sığası ile, dosdoğru olmayı emrediyor. Lakin bu özelliğin nasıl olması gerektiği konusu anlatılması, izah edilmesi gerekiyor. Bakınız İmam Kurtubi El-Camiu li-Ahkami'l-Kuran Tefsirinde Hud suresinin 112 ayeti celilesini nasıl tefsir etmektedir: Dosdoğru olmak (istikamet) ise sağa ve sola sapmaksızın tek bir yön üze¬re devam etmek demektir. Buna göre mana; Allah'ın emrini uygulamak üzere dosdoğru yürü, demektir. Müslim'in Sahih'inde Süfyan b. Abdullah es-Sakafî'den şöyle dediği nak-ledilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! dedim, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki onun hakkında senden sonra hiç kimseye soru sormayayım. Resulullah şöyle buyurdu: "Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol." (Müslim, İman 62, Müsned, III, 413, IV, 385; ayrıca bk. İbn Mâce, Fiten 12; Dârimî, Rikaak 4.) İbn Abbas der ki: Rasûlullah (sav)ın üzerine bundan daha ağır ve bundan daha zor herhangi bir âyet inmiş değildir. İşte bundan dolayı Ashab'ı ken-disine: Saçların çabuk ağırmaya başladı, dediklerinde, o: "Hûd ve kardeşle¬ri olan diğer sûreler saçlarımı ağarttı" diye cevab vermişti. (Tirmizİ, Tefsir 56. sûre) Bu hadis sûre¬nin baş taraflarında da kaydedilmişti. Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben Ebu Ah es-Serî'yi şöyle derken dinledim: Resulullah (sav)ı rüyada gör¬düm ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, senden: "Hûd Sûresi saçlarımı ağarttı" de¬diğin rivayet edildi. O: "Evet" diye buyurdu. Ben ona: Peki o sûreden saç¬larını ağartan nedir? Peygamberlerin kıssaları ve ümmetlerin helak edilme¬leri mi? O: "Hayır ama yüce Allah'ın: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" buy¬ruğudur (saçlarımı o ağarttı)." Evet, bu tefsirde de çok net dile getirilen ve Resulullah'ın da ; ‘bundan daha ağır ve bundan daha zor herhangi bir âyet inmiş değildi' , sözü ile de teyit edilen bu hasletin yani sırat-ul müstakimden kıl payı sapmadan ve hiç bir kınayacağının kınamasından korkmadan, ne emredildiyse harfiyen yerine getirmektir, işin hakikati. Öyleyse kimde bu haslet mevcut değilse kesinlikle güvenilir değildir. Bir ikinci haslet ise; Adalet sıfatıdır. Allah (c.c.) bakınız adalet ile alakalı ne buyurmaktadır: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ لِلّهِ شُهَدَاء بِالْقِسْطِ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلاَّ تَعْدِلُواْ اعْدِلُواْ هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ "Ey İman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsiz¬liğe sürüklemesin. Âdil olun. Çünkü o, takvaya daha yakın olandır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınız-dan haberdardır." (Maide:8) Ve yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ‘‘Muhakkak ki Allah, adaleti, iyilik etmeyi ve yakınlara vermeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.Düşünüp tutasınız diye Allah size öğüt verir.'' (Nahl :90) Adil olmanın ve adalet ile hükmetmenin en öncelikli şartı, fısk ve fücurdan uzak durmaktır. Fasık olma özelliğinden uzak durmanın en öncelikli şartı ise, zandan arındırılmış kesinlik ifade eden imandır. Dolayısıyla kendisinde takva mevcut olan her Müslüman fısk ve fücurdan uzak durur ve adalet sıfatına sahip olma şartını yerine getirmiş olur. Bakınız bu hakikati Ömer (r.a.) bize nasıl tarif etmektedir: "İbn Kesir, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'ın bir günü Übeyy b. Kab'a takvayı sorduğunu ve Übeyy'in ona şöyle dediğini anlatır: - Hiç dikenli bir yolda yürüdün mü? Ömer (r.a.):- Evet yürüdüm. Übeyy:- Peki ne yaptın? Ömer(r.a.): -Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesine alabildiğine gayret ettim. Übeyy: - İşte takva budur." "Dikenli yolda yürümek" olarak tabir edilen takva, sabırla iç içedir. Hattâ bazen takva yerine sabır kullanıldığı olur. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: قُلْ يَا عِبَادِ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَأَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةٌ إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُم بِغَيْرِ حِسَابٍ "De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbınızdan ittika edin. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere mükafatlar hesapsız ödenecektir" (ez-Zümer, 39/10). Adil olmanın başlıca şartlarından biri olan Takva hasleti hakkında biraz durulması gerektiği kanaatindeyim. "Muttakî", "vekâ" fiilinin iftial babındaki: "ittika" kelimesinin ism-i fâilidir. "İttika" ve "takva" kelimelerinin kökü, "veka" fiilinin masdarı olan "vikâye"dir. Yine aynı fiilin "vakyen", "vakıyeten", "tevkıyeten" ve "vikaen" şeklinde "vikaye" ile aynı mânâya gelen masdarları vardır. Bu masdarların hepsi "bir şeyi muhafaza etmek, eziyetten korumak, himâye etmek, zarar verecek şeyden onu sakınmak, çekinmek" manâsındadırlar (Rağıb el-Isfahanî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, İstanbul, sh. 833). Bu masdarlar aynı zamanda "bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak" mânâsını da taşırlar (İbn Fâris, Mu'cemu Mekayısı'l-Luğa, VI, 131). İbn Side,."İttikanın esas mânâsı iki şey arasına engel koymaktır". "İttikahu bi't-türsi -Ondan kalkan ile ittika etti denir. Bunun mânâsı, o bahsedilen şey ile kendi arasına kalkanı engel yaptı şeklinde anlaşılır" der (İbn Sîde, el-Muhassas, V, 93). "İttika", vikâyeyi kâbul etmek, diğer bir ifâde ile vikâyeye girmek, yani elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice koruma altına almak mânâsınadır. Buna göre, ittika ve onun ismi olan takva, lügat itibariyle, kuvvetli bir himayeye girmek, korunmak, kendini muhafaza altına almak demek olur (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I,168). Aynı mânâyla ilgili olarak, "takî" ve "muttaki" isimleri de takva fiilini işleyen, onunla muttasıf olan kimse demektir (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XV, 401, Ebu'l-Bekâ, Külliyât, 219, el-Matbaatü'l-Âmire, 1287 (M. 1870). Cahiliyye devrinde takvâ kelimesinin özü, "hayvan olsun, insan olsun canlı varlığın, dışarıdan gelecek yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışı (Tashihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 20) mânâsında idi. Kur'ân'ın inmesiyle beraber bu kelimenin anlamı genişleyerek kullanıldı. Bununla birlikte Kur'ân'da lügat manâsıyla kullanıldığı da olur: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerdir" (el-Haşr, 22/9; et-Teğâbun, 64/16). "Allah'ın dilediğinden başkası Kur'ân'ın öğüdünü alamaz. O Allah, (azabından) korunulmaya ve mağfiret etmeye ehil (layık) olandır" (el-Müddessir, 74/56); "Allah bu (âhiret) gününün şerrinden onları korumuştur." (el-İnsan, 76/11) Yukarıdaki âyetlerden bazılarında "takvâ" kelimesi hem sözlük anlamıyla hem de ıstılah anlamıyla kullanılmıştır. İslâmî ıstılahta "ittikâ" ve onun ismi olan "takvâ" İnsanın, kendisini, Allah'ın vikayesine (muhafazasına) koyarak, ahirette zarar ve eleme sebep olacak şeylerden titizlikle koruması, yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılması diye tarif edilmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dilî, I, sh. 168-169). Takvâ genel olarak üç mertebe de sınıflandırılmıştır. Birincisi; ebedî olarak Cehenneme girme tehlikesinden korunmak için şirkten ittikâ edip, imana sarılmaktır. (Elmalılı, I, 169-170). Bu anlamda yukarıdaki verdiğimiz el-Feth Sûresinin 26. âyeti örnek gösterilebilir. A'raf sûresindeki âyetin örneklik teşkil ettiği ikinci mertebe ise; büyük günâhları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kendini alıkoyarak bunların cezasını Cehennem azabı ile çekme tehlikesine karşı farz ibâdetleri yerine getirip korunmaktır. Üçüncü mertebe ise; kalbi meşgul eden her şeyden temizlenip bütün varlığı ile Allah'a yönelip bağlanmaktır (Lütfullah Cebeci, Kur'ân'a Göre Takvâ, İstanbul 1985, sh. 48-49, 50). Özetle şu söylenebilir; örneğimiz ve önderimiz olan Muhammed (s.a.v.) göstermiş olduğu cesaret ve samimiyeti gösteren ve onun izinden kıl payı ayrılmayan ve kesinlikle her ne olursa olsun taviz vermeyen, her Müslüman'a ve özellikle alimlere güvenebiliriz. Lakin bu tür hasletlere sahip olduğunu iddia eden ve çeşitli gerekçelerle takkiye yapmanın gerekli oluğunu söyleyene, tek doğru cevabı ancak Resulullah'ın hayatından bilfiil tatbikatından anlayabiliriz. Öyleyse Kime nasıl güveneceğimizi bilebilmemizin en başlıca şartlarından biri Resulullahı tanımaktan geçiyor. Yani en azından özet olarak dahi olsa onun hayatını siretini okumamız gerekiyor. Şayet bunu yapıp birde dile getirmiş olduğumuz tüm bu hakikatleri de gözönünde bulundurursak, biiznillah hak dava erlerini bulmakta hiç mi hiç zorlanmayız. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ "Ey iman edenler Allah'tan ittikâ edin ve sadıklarla beraber olun" (Tevbe:119)