Şükrü HÜSEYİNOĞLU
CÂHİL DOSTLARI VE AZGIN DÜŞMANLARI KISKACINDA PANODAKİ AYET
Konya’da otobüs durağı panolarına bir dernek tarafından Mâide Sûresi 51. ayet-i kerimesinin mealinin asılması, geçmişten bugüne kamusal alanda ayet görmeye tahammülleri olmayan yerli gâvurlar cephesinde hiddetle karşılandı. “Yahu arkadaş bugün Kuran’dan aklına gele gele o ayet mi geldi... Bu afişi oraya asarken, üç adım ötede yatan Mevlânâ da mı hiç aklına gelmedi”[1]şeklinde dostane (!) nasihatle başlayıp, CHP ve HDP’li kimi politikacıların söz konusu afişe yönelik “nefret söylemi” yaftalamasıyla başlattıkları linç kampanyasının gayesine ulaşmasıyla neticelenen bir “krize” tanıklık ettik. Konya Büyükşehir Belediyesi ve ilgili dernek, yerli gâvurların “nefret söylemi”ne boyun eğerek afişleri kaldırdı.
Kamusal alanda görünür kılınan ayetlerin “krize” yol açması Türkiye açısından yeni bir durum değil. Zincirlikuyu Mezarlığı’nın giriş kapısına “Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döneceksiniz.” (Ankebût, 29/ 57) ayet mealinin yazılması karşısında koparılan fırtına unutulacak gibi değil.
“Ölümü hatırlatmanın insanların yaşama sevincini yok edeceği” gibi psikolojik, sosyolojik bilimsel (!) analizler gırla gitmiş, söz konusu ayetin orada yazılı bulunması haftalarca medyanın temel gündemlerinden birini teşkil etmişti. Ölümü hatırlamak modern insan için tahammül edilebilecek bir şey değildi çünkü. O sebeple ayet rahatlarını kaçırmıştı!
Rahat kaçıran ayetler meselesi sadece bu çağın insanıyla ilgili bir konu değil tabi. Yunus Sûresi 15. ayeti hatırlarsak[2], Mekke eşrafının da rahatını kaçıran ayetler bulunduğunu ve hevasını ilah edinmiş insanlar cephesinde değişen bir durum olmadığını görmüş oluruz: “Ya bu Kur’an’ı değiştir, ya da başka bir Kur’an getir!”
Konya’da bir ayet meali afişinin panolara asılması ve bu afişin yerli gâvur çevrelerce kısa süre içinde bir kriz meselesi haline getirilerek afişlerin kaldırılmasıyla neticelenmesi, birkaç açıdan üzerinde durulması icap eden çok önemli bir hâdisedir.
Her şeyden önce bu ülkede, ayetin çevirisinin doğru olup olmadığı, bağlamı gibi bir zeminde itirazda bulunmak yerine, doğrudan bir ayeti “nefret söylemi” şeklinde niteleyecek derecede İslam’a ve değerlerine açıkça düşmanlık besleyen etkili bir yerli gâvur kitlesi bulunduğunu bu hâdiseyle bir kez daha görmüş olduk. Söz konusu kitlenin, bu coğrafyada kin ve nefretin, ırkçı-bölgeci faşizmin iki başat temsilcisi olan Kemalist-Türkçü ve Apoist-Kürtçü çevrelerden oluşması, bahs-i diğer bir mevzu tabi.
Konunun diğer bir boyutu, muhafazakâr-dindar çevrelerin, ortaya koydukları bir eylemin arkasında duramayacak, yalan yere koparılan bir gürültü[3], yaygara karşısında hemen geri adım atacak, mahiyeti ayrı bir tartışma konusu olan inanç ve eylemlerine sahip çıkamayacak bir eziklik, bir komplekslilik hali içinde bulunmalarıdır.
“Madem arakasında duramayacaktınız, en ufak bir gürültü koparıldığında o ayet mealini kendi ellerinizle söküp indirecektiniz. O halde niçin astınız, Rabbimizin bir ayetinin ‘nefret söylemi’ şeklinde yaftalanmasına, ayeti kaldırmak suretiyle ortaklık ettiniz?” diye sormazlar mı insana.
Olup-bitenle ilgili önemli ve asıl üzerinde durulması gereken bir husus da, panolara asılan söz konusu ayet mealinin, Kur’an’ın konuyla ilgili mesajını yansıtıp yansıtmadığıdır. Ayetin ilgili dernekçe panoya asılan meali ve buna karşılık yerli gâvur taifesinin meal, bağlam gibi hususları değil, doğrudan Rabbimizin ayetini “nefret söylemi” diye alçakça bir yaftayla hedef almaları karşısında, “Mâide Sûresi 51. ayet, Kur’an’ın câhil dostları ile azgın düşmanlarının kurbanı olmuştur” demek sanırız olup-bitenin özeti olacaktır.
Bağlamından Koparılma ve Yanlış Meallendirilme Sorunu
Bir asır öncesinde bu coğrafyada Mehmed Âkif, “İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de! Yoksa bir maksad aranmaz mı bu ayetlerde? Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’an’ın: Çünkü kaydında değil, hiç birimiz mananın” mısralarıyla Kur’an’ın anlamına olan yaygın kayıtsızlığa itiraz ve isyan ediyordu. O günlerden bugünlere İslami uyanış, Kur’an’a yöneliş süreçleri önemli mesafeler kaydetti, hamdolsun Rabbimize. Artık, düne kadar mensuplarını “Kur’an meali okursanız saparsınız” diye şartlandıran tarikat çevreleri dahi insanları Kur’an mesajından uzak tutamayacaklarını görüp kendi meallerini yayınlamak durumunda kalıyorlar.
Her yeni süreç gibi Kur’an’ı anlama ve bu bağlamda Kur’an mealleri yazıp-yayınlama süreçleri de birtakım sorunları beraberinde getiriyor tabi. İki ana meal türü olarak; klasik mealler şeklinde nitelendirebileceğimiz 2000’li yıllara kadar kaleme alınan mealler ile ikinci ve yeni tür mealler olan meal-tefsir formunda kaleme alınmış mealler çeşitli zaaflar taşıyorlar, neticede insan ürünü bir çabanın hâsılası olmaları hasebiyle.
İkinci tür meallerle ilgili olarak 2011 yılında kaleme aldığımız “Meâl - Tefsir Formu Doğru Mu?” başlıklı makalemize bakılabilir.[4] Konya’daki afişte yer alan ayet meali sebebiyle konumuzla doğrudan ilgili olan klasik meallere gelince, tesbitime göre bu meallerde yaygın olarak bulunan en önemli zaaflardan biri, Kur’an kavramlarının çevirisi ile ilgilidir.
Kur’an kavramlarının güçlü anlam kapsamları sebebiyle, Türkçeye bir kelimeyle aktarılması güç olmanın ötesinde imkânsız olan kavramların dahi bir kelimelik çeviriyle Türkçeye aktarılmaya çalışılması ciddi sorunlara yol açmaktadır. Örneğin kimi meallerde Kur’an’ın temel kavramlarından olan “sâlih amel” kavramının “iyi iş” şeklinde çevrildiğini görmekteyiz. Oysa bu çevirinin, kavramın şümullü karşılığını ifade etmekten son derece aciz ve uzak olduğu ortadadır.
İşte Mâide Sûresi 51. ayette yer alan “veli” kavramının çoğu mealde “dost” ve “veli edinmeyin” emrinin de “dost edinmeyin” şeklinde çevrilmesi benzeri bir soruna işaret etmektedir. Velâyet kavramının şümullü anlamı, Kur’an’daki kullanımlarının sosyal-siyasal-askeri bağlamları göz önüne alındığında, “dost” kelimesinin “veli” kavramını karşılamasının imkânsızlığı kolaylıkla anlaşılmış olur.
Ayette geçen kavramı, şümullü sosyal-siyasal anlam çerçevesinden ve Hendek/Ahzab savaşı bağlamından kopararak, kavramı karşılama imkânı olmayan “dost” kelimesiyle çevirdiğinizde tabii ki ayetin mesajını doğru anlamış ve aktarmış olamaz, dahası “Yahudi ve Hıristiyan komşularla komşuluk etmenin, esnaf ilişkisi kurmanın yasaklanmış olduğu gibi önemli yanlış anlamalara da kapı aralamış olursunuz, ki bu ciddi bir vebaldir. Oysa bilindiği üzere Mümtehine Sûresi 8-9. ayetler bu konuda ölçüyü çok net olarak bildirmektedir.
Velâyet Kavramının, “Dost” Kelimesiyle Karşılanamayacak Şümulü
Kur’an Rabbimizce evet Arapça olarak inzal edilmiş bir kitaptır. Lâkin şunu bilmek gerekir ki, Rabbimiz, insanlar için kıyamete kadar geçerli olacak hayat nizamını bildirdiği Kitab’da, bu hayat nizamını ifade eden tanımları, Arapça’nın kelimelerini kullanarak ve fakat onları tabiri caizse “Rabca” bir mahiyette yeniden inşa ederek, yani kavramsallaştırarak bize iletmiştir. Bu sebepledir ki, kavram kitaplarında herhangi bir Kur’an kelimesi ele alındığında öncelikle lügat anlamı izah edilir, ardından da Kur’an’daki asıl karşılığını ifade eden ıstılahi/kavramsal anlamı üzerinde durulur.
İşte velâyet kavramı ve veli kelimesi için de aynı durum söz konusudur. Hal böyleyken, bu kavramı ve kelimeyi “dostluk” ve “dost” kelimeleriyle karşılamak Kur’an’ın mesajını doğru aktarma noktasında yeterli olmayacaktır.
Konuyla ilgili Ali Ünal’ın “Kur’an’da Temel Kavramlar” kitabından şu izahı birlikte okuyalım:
“Velâ ve Tevalî ‘…iki şey arasında kendilerinden olmayanın bulunmaması’, yani Türkçedeki deyişle ‘içilen suyun ayrı gitmemesi’ gibi, mekân, nisbetarkadaşlık, din, yardım, itikat bakımalrından tam bir yakınlık ifgade eder. Vilâyet ve velâyet ‘dilâlet’ ve ‘delâlet’ gibidir, gerçeği ‘emre tevellâ’dır. Vilâyet daha çok ‘yardım’dan yana bir yakınlık ifade ederken, velâyet ‘emre tevellâ’, yani modern deyimiyle ‘emirlik, riyaset’ belirtir…”[5]
Görüldüğü üzere söz konusu kavram; riyaset, emir-itaat, iktidar ilişkileri bağlamında son derece şümullü bir anlam çerçevesine sahip, daha ziyade sosyal-siyasal mesajları taşıyıp ileten bir içeriğe haizdir. Kavramın bu şümullü kapsamını yok sayıp, onu “dost” kelimesiyle karşılamak, konuyla ilgili ayetlerin doğru anlaşılmamasını sonuç verecektir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Maide 51. ayetin tefsirinde şu vurguları yapıyor:
"Yahudi ve hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz.”[6]
Ayetlerin, bağlamlarından koparılmadan, Kur’an ve konu bütünlüğü içinde ele alınması ve ifade etmeye çalıştığımız gibi Kur’an kavramlarının doğru anlaşılıp çeviri ve tefsirlerde doğru ifade edilmeye çalışılması görüldüğü gibi hayati önemde hususlardır. Aksi halde Kur’an’ın mesajını dile getirme adına ciddi yanlış anlamalara yol açılabilmektedir. Ki Konya’da panolara asılan afiş, bu konuda güncel bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mâide Sûresi 51. ve benzeri ayet-i kerimelerin taşıdığı mesajın, makale boyunca ifade etmeye çalıştığımız söz konusu kapsam ve şümulü, bize şunu söyler: Ey mü’minler, Yahudi ve Hıristiyan, emperyalist ve siyonist, kapitalist, sosyalist, Kemalist vs otoriteleri, güç odaklarını asla veli edinmeyiniz, onları kendinize yönetici, emir, dayanak, sığınak edinmeyiniz.
Konuyu güncel bir örnek üzerinden ifade etmeye çalışırsak; Şayet Türkiye ve İran yönetimleri bu ve benzeri ayetlerin gereği üzere davranmış olsalar, biri batılı emperyalistlerle (ABD-AB), diğeri doğulu emperyalistlerle (Rusya-Çin) velâyet ilişkisi kurarak Suriye meselesine o şekilde müdâhil olmasaydı, Suriye meselesi bu hale gelir miydi?
Makalemizi Rabbimizin şu ayet-i kerimesiyle noktalayalım:
“Sizin veliniz ancak Allah’tır, Rasulüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı ikâme eden, zekâtı veren mü’minlerdir.” (Mâide, 5/55)
[1] Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesi, 23 Ekim 2019
[2] “Onlara ayetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir, derler. De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem sözkonusu olamaz. Ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Ben, Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım." (Yûnus, 10/15)
[3] “O kâfirler, ‘Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız’ dediler.” (Fussilet, 41/26)