04-05-2008 13:16

Cumhurbaşkanı Gül, “Ergenekoncu” Resneli Niyazi’nin konağına niye gider?

Elbette Çankaya’nın güzergâhını ben belirlemeyeceğim ama o konak var ya o konak, Ümraniye’deki evden daha büyük bir “Ergenekoncu” karargâhı olarak çalışmıştı bundan 100 yıl önce.

Cumhurbaşkanı Gül, “Ergenekoncu” Resneli Niyazi’nin konağına niye gider?

Makedonya’ya giden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Resne şehrine götürülmüş. Zaman’daki habere göre (1 Mayıs 2008) Cumhurbaşkanı Gül, burada, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Resne Garnizon Komutanı olarak görev yapan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alan Resneli Niyazi Bey’in çalışma ofisi olarak kullandığı konağı ziyaret etmiş. Bence gitmemeliydi.

Gitmemekle daha ciddi bir mesaj verebilirdi. Hadi gitti diyelim, en azından darbeciliği ve komitacılığı yeren, demokrasiyi öne çıkaran bir konuşma yapabilirdi.

Elbette Çankaya’nın güzergâhını ben belirlemeyeceğim ama o konak var ya o konak, Ümraniye’deki evden daha büyük bir “Ergenekoncu” karargâhı olarak çalışmıştı bundan 100 yıl önce.

Osmanlı tarihinde iki Arnavut isyancı meşhurdur. Birincisi 1730’da Lale Devri’ni bitiren Patrona Halil, ikincisi ise Resneli Niyazi’dir.

Resneli Niyazi, Resne Nahiyesi mevki kumandanıyken 3 Temmuz 1908’de yanına aldığı 160 kişilik çetesiyle birlikte, silah, mühimmat, bomba vs. yanında kışla kasasındaki 550 altın lirayı da alarak dağa çıkmıştır. Köyleri basarak, kasabalarda istediği gibi operasyonlar düzenleyerek, ahaliye yeni vergiler salarak adeta Makedonya havalisinde yeni bir devlet kurmuştur. “Hâtırat-ı Niyâzi” adıyla sağlığında (1911’de) bastırdığı “sansürlü” anılarında (bunu kendisi önsözde itiraf ediyor) para ve mallarına el koyduğu köylülerden ayrıca bir vergi alınmaması için berat bıraktığını dahi söyleyebiliyordu.

Yüzbaşı Niyazi Bey ile birlikte Kurmay Binbaşı Enver Bey de dağa çıkmış, böylece Abdülhamid’in üzerindeki baskı iyice artmıştır. Sırayla kasaba ve şehirleri işgal ediyorlar ve buralardaki devlet görevlilerini tutuklatarak halka teşhir ediyor, çektikleri telgraflarla Yıldız Sarayı’nı psikolojik bombardımana tabi tutuyorlardı.

Tabii Abdülhamid’in çok ümit bağladığı Şemsi Paşa’nın Mülazım Atıf [Kamçıl] tarafından öldürülmesi olayı bir dönüm noktası teşkil etmişti. Gönüllü başıbozuklardan oluşan avcı taburları İstanbul’a girmeden önce Abdülhamid hayatının en büyük manevralarından birisini daha yapmış ve Meşrutiyet’i ilan ettirmişti. Böylece iki resim çıkmıştı ortaya. İstanbul ve doğusunda Meşrutiyet’i ilan eden Abdülhamid tebrik ediliyordu, Rumeli’de ise İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları, yani çeteciler. Böylece daha 1908’de Sultan’ı tahttan indirmek isteyenler, Meşrutiyet’i ilan etmiş bir padişahı tahttan indirmeye cesaret edememişler ve böylece 31 Mart oyununa kadar onun ‘gözü’ne tahammül etmek zorunda kalmışlardı.

İşte hem Meşrutiyet hem de 31 Mart sırasında İstanbul’a gelen kuvvetlerin içerisinde Niyazi Bey en önde gidenler arasındaydı. Başındaki şapkanın üzerinde “Vatan Fedaisi” yazmaktaydı. (Bu unvanı kendisinin verdiğini söylememe gerek var mı?) Adı Enver’le birlikte “kahraman-ı hürriyet”e çıkmış, hatta o ışıltılı ve saf Meşrutiyet kutlamaları sırasında Sultan Abdülhamid’i aralarına alarak kartpostallar bile çıkarmışlardı. Bir de dağa çıktığında peşine takılan geyiği meşhur olmuştu. Meşrutiyet’in maskotu, hatta “rehber-i hürriyet” haline gelen ve Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği söylenen bu geyiği görmek için Veliahd Reşad Efendi bile çoluk çocuk yollara düşmüştü.

Gel zaman git zaman köprülerin altından çok sular aktı. İttihat ve Terakki Cemiyeti partileşti, idareye bir baskınla el koydu. Fakat Niyazi unutulmuş, kerametlerinden çokça söz edilen geyiği de çoktan ölmüştü. Oysa beraber yola çıktığı arkadaşlarının kimisi partinin başına geçmiş, kimisi de idareyi eline almıştı. Niyazi unutulmuşlar arasına karışmıştı çoktan. Kim derdi ki, daha 3 yıl öncesinin yaşayan efsanesi gün gelecek, unutulacaktı.

1913 yılı Nisan ayının 29’unda, yani 95 yıl önce Arnavutluk’un Avlonya limanına 8 kişi geldi. Sivil giyimliydiler. İstanbul’a kalkacak vapuru bekliyorlardı. İçlerinden biri bilet almaya gitmişti. Tam bu sırada üç el silah patladığı duyuldu. İki kişi yere yuvarlandı. Birkaç el daha ateş edildiği görüldü. Herkes kaçışmıştı. Orada bulunanlar, kırçıllı bir paltonun içindeki sivil giyimli şahsı zar zor tanıdılar. Bu, Resneli Niyazi Bey idi.

Reval’de Rus Çarı ile İngiliz Kralı’nın Türkiye’yi paylaştıkları propagandasıyla kamuoyu oluşturarak, “Vatan elden gidiyor” diye yeri göğü inleterek başlattıkları isyan henüz 5 yılını doldurmamıştı ki, “vatan fedaileri” kendi doğdukları toprakları bile düşmana terk ederek İstanbul’a kaçmaya hazırlanıyorlardı. Halbuki Reval görüşmesi tutanakları yayınlandığında Osmanlı topraklarını paylaşmaya dair herhangi bir bahis bulunamamıştır!

Peki Resneli Niyazi’den geriye ne kaldı? Demek konağı duruyormuş. Mezarı Avlonya’daydı, bir ara uğraştılar, getirip Şişli’deki Abide-i Hürriyet mezarlığına defnedeceklerdi. Kimse ilgilenmedi. Neden acaba? Midhat Paşa’nın kemikleri Taif’ten, Enver Paşa’nınki Buhara’dan, Talat Paşa’nınki Almanya’dan geldi de Niyazi’nin kemikleri neden getirilmeye değer görülmedi dersiniz?

Evet ‘Niyazi Bey’den geriye ne kaldı?’ demiştik. Dilimizdeki iki deyim kaldı kala kala.

Birisi, “Niyazi” olmak. Ne alaka? dediğinizi duyar gibi oluyorum. Yani bir insan hürriyet kahramanı olur da kim vurduya giderse şehit mi, gazi mi olduğu belli olmazsa ona ne denir? Niyazi Bey’in vurulması hadisesi tam bunu anlatır.

İkinci deyim de “geyik muhabbeti”. Kolağası Niyazi’nin özgürlük rehberi olarak tavaf edilen geyiği üzerine o kadar boş konuşmalar yapılmıştır ki, bir süre sonra bu deyim çıkmış, hele son zamanlarda buna bir de ‘geyik yapmak’ gibi bir ucube eklenmiştir.

Az daha unutuyordum. Paris’te çıkan “Le Temps” gazetesini karıştıranlar 20 Ağustos 1908 tarihli nüshasında Selanik’te İttihat ve Terakki liderleri Manyasizade Refik ve Resneli Niyazi beylerle yapılan röportaja rastlarlar. Şöyle diyorlardı bu iki hürriyet kahramanı:

“Masonluk ve özellikle İtalyan Masonluğu bize manen destek oldu… Bizleri korudular, bizlere birer sığınak oldular. Çoğumuz Mason olduğumuzdan örgütlenmek için genelde localarda toplanırdık.” (Tamer Aykan, Atatürk ve Masonluk, s. 134)

Bir vatan kurtarıcısının hikâyesidir anlattığım. İbret alınır mı dersiniz?

(Mustafa Armağan / Zaman Pazar)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !