28-10-2021 22:28

Cumhuriyet`in fabrika ayarları

Cumhuriyetin fabrika ayarlarından söz edilecekse, “Hilafetin kaldırılmasından”, “harf inkılabından”, “şapka inkılabından”, “İslami eğitim kurumlarının lağvı ve İslami eğitimin yasaklanmasından”, “laik eğitimin dayatılmasından”, “Türkçe ezan ve namaz dayatmasından”, “Tek Adam, Ebedi Şef mitinin inşası ve memleketin her yerine dikilen devasa heykellerden” vs söz etmek gerekir.

Cumhuriyet`in fabrika ayarları

Ortalama on yılda bir büyük bir kriz gelip kapıyı çalıyor. Bunun temelinde de tabii ki, üretime, reel ekonomik faaliyetlere, adil paylaşıma değil, faize, borsaya, rantiyeye dayalı yağma ve yığma ekonomi sistemi olan kapitalizmin egemenliği yatmaktadır kuşkusuz. Kapitalizmin küresel çapta krizleri de meşhurdur bilindiği üzere, 1929 büyük buhranı ve en son 2008 krizi örneğinde olduğu gibi. Ki aslında kapitalizm her an kriz içindedir fakat krizini karşılıksız para basımı gibi yöntemlerle sürekli perdelemekte, ertelemektedir.

Niçin böyle bir giriş yaptık? Son dönemde gündeme gelen “hukuk ve yargı reformu” ve ardından “sivil anayasa” tartışmalarının arka planında, ekonomide yaşanan çalkantıların ve ekonominin içine düştüğü türbülansın yer aldığı gerçeğine vurgu yapmadan geçmemek için.

Türkiye’de çok sıkça tanıklık ettiğimiz bir durumdur bu. Sistem ne zaman bir tıkanma yaşasa, işler sürdürülemez, kriz yönetilemez hale gelse, yöneticiler çeşitli alanlarda reform yapılacağını açıklar, çeşitli reform paketleri gündeme getirilir. Böylece bir taraftan halkın sisteme ve o günkü temsilcilerine güveni temin edilmeye, umutlar diri tutulmaya çalışılır, diğer taraftan ekonomi sıcak sermaye girişine endekslendiği için, küresel tefecilere yatırımlarının güvende olacağı, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da bir koyup on almaya devam edebilecekleri “istikrar” ortamının sürdürüleceği mesajı verilmeye çalışılır.

Birkaç ay öncesinde bizzat Cumhurbaşkanı tarafından gündeme getirilen ve sonrasında çeşitli bakanlar tarafından ayrıntılandırılmaya çalışılan bir gündem vardı: Yargı ve hukuk reformu. Konuyla ilgili bir taraftan çalışmalar, diğer taraftan da hükümet-muhalefet arasındaki tartışmalar devam ederken, geçtiğimiz ay içerisinde hükümetten yeni bir çıkış geldi. “Yargı ve hukuk reformu”nun mevcut ictimai, siyasi, iktisadi krizleri karşılamakta, mevcut havayı değiştirmekte yetersiz kaldığı kanaatine varılmış olacak ki, çıta birden yükseltildi ve “yeni anayasa” tartışması başlatıldı.

“Darbe anayasaları, sivil anayasa” vs derken, tartışmalar Türkiye’de anayasa gündeminin gelip dayanmasının kaçınılmaz olduğu o noktada yoğunlaştı: Anayasa’nın ilk dört maddesi. Birileri hemen, şartlı bir refleksle o maddelerin “cıs maddeler” olduğunu hatırlatıverdi muhataplara. O maddeler “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen”, TDK sözlüğünün 1940’lardaki baskısında “din” kelimesi açıklanırken belirtilen “Türk’ün dini Kemalizmin” dokunulmazları olan bir bakıma “seküler nas” mesabesindeydi zira, resmi ideoloji açısından.

Tartışmalar sürerken, söz konusu bu “cıs” alana bugüne kadar rastlanmadık bir şekilde bir câmi imamının girişine tanıklık ettik. Üstelik öyle bir mahalle câmiinin değil, geçtiğimiz yaz 86 yıl sonra zincirleri büyük gürültüler altında kırılarak açılışı yapılan Ayasofya Camii’nin imamıydı bu cıs alana giren. “Ayasofya camii baş imamı ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku öğretim üyesi” sıfatlarını taşıyan Prof. Dr. Mehmet Boynukalın, lafı eğip bükmeden, destura filan da ihtiyaç duymadan bu konuda net bir açıklama yaptı “sosyal medya” hesabı üzerinden. Boynukalın, “1921 ve 24 anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün” mesajını, “Anayasada İslam Olsun” etiketiyle paylaştı.

“Baş imam” ve “profesör” ünvanlarını taşıyan birisi olarak Boynukalın’ın, bu mesajların Türkiye’de “eşek arısı kovanına” çomak sokmak anlamına geldiğini bilmemesi düşünülemezdi. Nitekim “eşek arıları” kovandan sert bir tepki vermekte gecikmediler. Bildik Kemalist glu glu dansları eşliğinde laiklik nöbetlerine tanıklık ettik günlerce. Son dönemde neredeyse ayda bir periyoduna kadar düşen, resmi ideoloji ilahlarına canlı canlı kurban sunma seremonilerinden biri daha vizyona sokuldu. Neyse ki bu sefer gerek Prof. Dr. Mehmet Boynukalın’ın gürültüye pabuç bırakmayan dik duruşu, gerekse belki de kurban vermekle resmi ideoloji ilahlarını ilanihaye memnun edemeyeceklerini, bu işin sonunun olmadığını anlamış olan muhafazakâr kesimin, öncekilerde yaptığı gibi kurbanı glu gluculara teslim etmeyişi neticesinde kurban töreni yarıda kesilmiş oldu!

Buraya kadar sözünü ettiklerimiz hadisenin bir boyutu. Ki bu boyutu, kökü ta Osmanlı’nın son döneminlere kadar giden Türkiye’deki muhafazakâr – seküler batıcı ayrışma ve tartışması olarak ifade edebiliriz. Burada aslında “batılılaşmanın”, “muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın” yolu, metodu konusunda bir ayrışma söz konusudur. İslam’a cephe alarak, İslam’la savaşılarak mı bu hedefe yürüneceği, yoksa İslam’la barışık olarak, İslam’la birlikte, İslam’ı sürecin bir aktörü kılarak mı yürüneceği tartışması… Müşahhas karşılıklarıyla ifade edecek olursak “Abdülhamid tarzı” bir batılılaşma süreci mi, yoksa “M.Kemal tarzı” bir batılılaşma mı, ayrışma ve tartışması… 

Burada Ayasofya Camii baş imamı olan İlahiyat profesörünün konumlandığı yer tabii ki Abdülhamid çizgisidir. Nitekim bir taraftan “Laiklik yerine devletin dininin İslam olması gerektiği”ne vurgu yaparken, diğer taraftan aynı tartışma sürecinde yazdığı başka bir “sosyal medya” mesajında “Anayasa’da var olan vesayetin en büyüğü bazı kanunların değiştirilmesinin teklif dahi edilememesidir. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletinse, milletin, anayasasını istediği zaman değiştirme hakkına sahip olması gerekir. Milletin böyle bir hakkı yoksa o zaman hakimiyet milletin değil” ifadelerini kullanmaktaydı. Bir “baş imam” ve “ilahiyat profesörü”nün “hakimiyet” kavramının neye tekabül ettiğini, hele de “kayıtsız şartsız” vurgusunun neye denk geldiğini bilmemesi mümkün müdür? Nitekim yine bu gündemle ilgili şu mesajı, bu hakimiyet / yönetim farkını gayet iyi bildiğini göstermektedir: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletinse milletin anayasasını istediği zaman değiştirme hakkına sahip olması gerekir.”

Hakimiyet meselesine İslami açıdan yaklaşan herhangi bir Müslümanın bu konuda ifade edeceği çerçeve; “Hakimiyet kayıtsız şartsız Âlemlerin Rabbi Allah’ın, yönetim ise bu kayıtla milletin/ümmetindir” şeklinde olacaktır. “Hakimiyet/egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi bir Müslümanın akide filtresinden asla geçemez, tasdik alamaz. 

Bu ifade, tam da batılılaşmayı/bâtıllaşmayı temel hedef edinerek yola çıkan Kemalist kadroların “Cumhuriyet” projelerinin akidevi zeminini ifade eden bir terkiptir. Hakimiyet konusunda Allah’ı ve dinini (hâşâ) devre dışı bırakma yaklaşımının ifadesidir. Evet, doğrudan akidevidir, insanı kendi kendisinin rab ve ilahı ilan eden batının bâtıl akidesini karşılamaktadır. Muhafazakâr zihnin algıladığı gibi gündelik siyasi işleyişle ilgili bir yöntem vaz’eden içeriğe sahip değildir. 

Öyle olsaydı, “1. Meclis”in başına gelenler başına gelmez, sonraki meclisler de “Tek Adam”ın alkış ve onay topluluğu durumuna düşmezdi. İçlerinden en azından bazıları “O duvarda hakimiyet Tek Adam’ındır yazmıyor, bu nasıl bir haldir?” itirazında bulunabilirdi. “Hakimiyet/egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” terkibinin tek bir hedefi vardır, o da yalnızca Âlemlerin Rabbi’ne ait olan hakimiyet hakkını belirsizleştirip seküler ideolojilere alan açmak için “millet” mefhumunu bir kalkan olarak kullanmaktır. Nitekim bırakalım hakimiyeti, halkın onlarca yıl yönetime bile yanaştırılmadığı malumdur.

Fabrika Ayarı İslam mı?

Bu noktada Prof. Dr. Mehmet Boynukalın’ın “Cumhuriyetin fabrika ayarları” konusundaki sözlerini değerlendirmekte fayda görüyoruz. Anlaşılan o ki, kendisi Cumhuriyetin fabrika ayarlarının İslam üzere olduğunu vehmediyor. Bunu da 1921 ve 24 anayasalarında (Teşkilâtı Esasiye Kanunu) yer alan “Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır” maddesine dayandırıyor. Peki gerçekten böyle miydi, Cumhuriyet’in fabrika ayarları İslam’a mı dayanmaktaydı?

Bu soruların cevabını sadece 1921 ve 24 anayasaları bünyesinde aramak tabii ki doğru değildir. Cumhuriyet rejimi demek, Kemalist kadronun ideolojik formasyonu, yönelimi ve siyasi hedefleri demekti. Ancak tüm bunları, Erzurum ve Sivas Kongreleri sürecinde henüz ürkekçe de olsa bu konularda hissettirilen yaklaşımları bir tarafa bırakırsak, aslında bu iki anayasa metninin, Osmanlı bakiyesi muhafazakâr kadro ve kamuoyu ile Osmanlı’ya dair redd-i miraslarını “ustaca” bir sürece yaydıkları takiyye dönemi sonunda gücü tam elde ettiklerini gördüklerinde açık, sert ve yıkıcı olarak ortaya koymaya hazırlanan Kemalist irtidat kadrosu arasında bir geçiş metinleri olarak görmek mümkündür.

Nitekim 1921 ve 24 anayasalarındaki “Devletin dini, Dini İslam’dır” ve “Ahkâmı şer’iyenin tenfizi (uygulanması)…” gibi ifadeler 1928 yılında yapılan düzenlemeyle anayasadan çıkarıldığı gibi, Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923 ve sonrasında da zaten ne devletin dini İslam oldu, ne de ahkâmı şer’iyenin uygulanması gibi bir yaklaşım söz konusu oldu. Aksine Cumhuriyet, İslam’a ve değerlerine açık bir cephe alınarak ve aleyhte propaganda ve kampanyalar eşliğinde, tam bir irtidat havası içinde ilan edildi ve baştan itibaren redd-i miras anlayışı gereği “kamusal alanda” İslam’a dair ne varsa üzerine gidildi, ortadan kaldırılmaya çalışıldı.

Cumhuriyetin fabrika ayarları, Çankaya’daki rakı sofralarında belirlendi ve oradan tüm topluma dayatılmaya çalışıldı. 1921 ve 24 anayasalarındaki söz konusu ifadeler, hiçbir şekilde Cumhuriyetin fabrika ayarları olmadılar, egemen değerler olmadıkları gibi, “değerlerden bir değer” mesabesinde dahi kabul görmediler. “Cumhuriyet”; aslında açık, net, belirleyici şekilde İslam’ın egemenliğini de değil, “sistemde İslam’a da bir yer verilmesini” ifade eden o maddelere dahi tahammülsüzlük üzere, bilakis onlara diş bilenerek teşkil ve ilan edildi ve ilk fırsatta da zaten o maddeler ortadan kaldırıldı.

Cumhuriyet’in fabrika ayarlarından söz edilecekse, Cumhuriyet rejiminin kurucusu ve “ebedi şefi” M.Kemal’in 1 Kasım 1937 günkü Meclis açış konuşmasından söz edilmelidir, söz konusu fabrika ayarları o konuşmada son derece açık olarak ifadesini bulmuştur: “Aziz milletvekilleri, dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.” (Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3, 1 Kasım 1937)

Aslında M.Kemal 1937’de kim ve ne ise 1920’de de, öncesinde de o idi. Bu konuşmayı yaparken Meclis’te kim ve ne ise, 7 Şubat 1923’te Balıkesir Zağanos Paşa Camii’nde halka “hutbe” verirken de o idi. Şu farkla ki, güç devşirme süreci ile gücü eline aldığı dönemdeki tutum farkıyla… Çanakkale cephesinden Madam Corinne’ye yazdığı mektupların içeriğiyle, 1937’de Meclis kürsüsünden sarf ettiği yukarıdaki ifadeler arasındaki uyum, “fabrika ayarları” konusunda yeterince ipuçları verse gerektir.

Cumhuriyetin fabrika ayarlarından söz edilecekse, “Hilafetin kaldırılmasından”, “harf inkılabından”, “şapka inkılabından”, “İslami eğitim kurumlarının lağvı ve İslami eğitimin yasaklanmasından”, “laik eğitimin dayatılmasından”, “Türkçe ezan ve namaz dayatmasından”, “Tek Adam, Ebedi Şef mitinin inşası ve memleketin her yerine dikilen devasa heykellerden” vs söz etmek gerekir.

Anayasaya “Devletin Dini İslamdır” Yazılmakla Devlet İslam Olur mu?

Meselenin bir başka boyutu da; temeli jakoben bir batılılaşma yönelimine dayalı bir sistem, anayasasında yapılacak değişikliklerle İslami bir niteliğe kavuşturulabilir mi? sorusudur. Maalesef böyle yaygın bir yanılgı ve vehmin söz konusu olduğunu biliyoruz. Oysa İslam, temeli ve binası kendisine ait olmayan, kendisinin inşa etmediği bir yapıya dışarıdan giydirilerek ona İslami görüntü kazandıracak bir dekor unsuru olmadığı gibi, bir coğrafyada İslam’ın egemenliği ancak temelden, toplumsal yönelim ve değişim esasında gerçekleşebilir. Temeli ve binası başka dünya görüşlerine sahip olan bir yapıya, İslam’dan çatı çatmak, o yapıyı İslamileştirmeyeceği gibi, bu tür bir yaklaşımla gerçekleştirilecek olan sadece İslam’ı araçsallaştırmak, kendi dışında oluşturulan bir yapıyı İslam’la meşrulaştırmak olacaktır.

İslam bütüncül bir hayat nizamı olarak, bâtıl düzenlere payanda, çatı veya dış cephe kaplaması yapılmaktan münezzehtir. Laik-kemalist düzene yeni anayasa arayanların, bu işe İslam’ı kesinlikle karıştırmamaları gerekir.

(İktibas Dergisi - Mart 2021 Manşet Yazısı)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !