Cumhuriyet yalanları!
Ezcümle: Atatürk döneminin iktisadî durumu iyi bilinir, doğru okunur ve soğukkanlılıkla değerlendirilirse, özenilecek, örnek alınacak bir dönem olmadığı kolaylıkla anlaşılır.
D. Mehmet DOĞAN / Anadolu Gençlik Dergisi
Haber ağırlıklı bir internet sitesinde "Yüz Türk yalanı" başlıklı bir bölüm var. Bu bölümde gerçekten kendimizi inandırdığımız büyük yalanların bir kısmı yer alıyor. Mesela "Türkiye güçlü bir devlettir ve kimseden korkmaz. Yalan! Türkiyenin bugünkü haliyle çok güçlü bir devlet olduğu da kimseden korkmadığı da koca bir yalandır. Çünkü kendi halkından korkan hiç bir devlet güçlü değildir." Bazı büyük ve ünlü yalanlara ise bu bölümde yer verilmemiş. (Belki de verilememiş!) Ekim ayındayız, Cumhuriyet Bayramı yakın. Şu sıralar yaygın "Cumhuriyet yalanları" piyasaya çıkar. Bu yalanlar yayın kuruluşlarımız tarafından çok tekrarlandığı için bize tuhaf gelmez. Cumhuriyetin tek parti döneminde en büyük başarı, "devrim"lerde aranmıştır. Bu dönem bu tarafıyla çok övülür. Son yıllarda ekonomi ön plana çıktığı için ekonomik yalanlar da üretilir oldu. Şu başlığa bakın: "Atatürkün hızına yetişseydik, şimdi zengin bir ülkeydik. Kişi başına gelirimiz 19 bin dolar olacaktı."
Türkiyede her türlü gelişmenin ancak Atatürk döneminde olduğunu ispat yönünde bir eğilim çok yaygındır. Bu eğilim sahipleri rakamları görmezden gelerek dayanaksız hükümler vermektedir. Rakamlar okunduğunda, Türkiye Cumhuriyetinin gerçek anlamda ekonomik olarak 1950 sonrasında, yani DP döneminde, 1960dan sonra AP döneminde, 1980 sonrasında da Özal döneminde sıçrama yaptığı görülmektedir. Buna karşılık sık sık "Cumhuriyet boyunca ekonomik performansın en yüksek olduğu dönem, Cumhuriyetin kurucusu Atatürkün dönemi" idi denilebilmektedir!
Türkiye Cumhuriyeti´nin ilk on yılında toplumun pozitivist kalıplara göre tanzimine harcanan mesai, ülkenin maddî ve manevî kalkınmasına sarfedilseydi büyük başarılar kazanılabilecek, büyük sıçramalar yapılabilecekti. Milli Mücadelenin Lideri, halkı ikna ederek ve arkasına alarak gerçek bir modernleşme projesi ortaya koysa idi, 1950lerde Menderesin, 1980lerde Özalın sağladığı gelişmeler 1930larda sağlanabilirdi.
20. Yüzyılın başlangıcı Osmanlı Devletinin ve onun merkez arazisi olan Türkiyenin ekonomik durumunu ciddi şekilde sarsan olaylara sahne oldu. Önce İtalyanların Trablusgarbı işgal etmeleri, ardından Balkan Savaşları ve nihayet Cihan Harbi, ülkenin yetişmiş insan unsurunu büyük ölçüde üretim dışı bıraktı, ekonomisini şiddetli şekilde sarstı. Genç erkek nüfus cephelerde gazi ve şehid olarak üretim dışı kaldı. Anadolunun kıymetli tarım arazileri uzun süre tam mânasıyla ekilip biçilemedi. El sanatları, ticaret azınlıklara, yaşlılara ve kadınlara mahsus işler haline geldi. Ardından Milli Mücadele aynı süreci devam ettirdi. Milli Mücadelenin sona ermesi ve her hangi bir iç çatışmaya yol açılmadan Cumhuriyete geçilmesinden sonra beklenen, iktisadi bir seferberliğin başlaması idi. M. Kemal Paşa, İzmir İktisat Kongresinde bunun işaretlerini vermişti. Fakat Cumhuriyetin ilk dönemi halk için beklenen gelişmelere yol açmadı. On yıl savaştan sonra, 1923´de kişi başına milli gelir 45 dolar idi. Fert başına Gayri Safi Milli Hasıla 1929´a kadar 74 dolara çıktı, 1930´da birden 55´e, 1931´de 48´e, 1932´de 39´a kadar indi. Yani Cumhuriyetin 10. yılında Türkiye maalesef, halkı ilgilendiren ekonomik göstergeler itibarıyla Cumhuriyet öncesinin de gerisine düşmüştü.
Bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti, mesela en çok öğündüğü eğitim alanında da Abdülhamid dönemi altyapısı üzerinde durmaya devam etmiştir. Gelişme nisbî olarak sadece ilk öğretimde sağlanabilmiştir. 10. yıl istatistiklerinde "lise" sayısı verilmemiştir, çünkü Cumhuriyetin ilk on yılında yeni lise açılmamıştır! Hatta bazı ilçelerde orta öğretim kurumları kapanmıştır. Üniversite zaten bir tanedir, Cumhuriyet yönetimi on yıl boyunca mevcut fakülterelere ilâve olarak bir İlahiyat Fakültesi kurulmasını sağlayabilmiştir. 1930lara gelindiğinde ise Cumhuriyete mahsus bu fakülte talebe bulamadığı iddiasıyla ortadan kaldırılmıştır! On yılın sonunda da kendi rektörünü (o zaman Darülfünun Emini denirdi) kendi seçen özerk Darülfünunun yerine siyasî otoriteye "bağlı", ideolojik öğretimi öne alan Üniversiteye vücut verilmiştir.
Harf inkılabı yazılı kültüre ağır bir darbe vurmuştur. 1933 yılına kadar 6 yıl içinde yayınlanan kitap sayısı üç bin civarındadır. Bu çok cüzi bir rakamdır. Üniversite reformu için davet edilen yabancı uzmanlar, üniversite öğrencilerinin okuyacağı latin harfli Türkçe ders kitabı ve kaynakların yokluğundan yakınmışlardır. Türkiye Bibliyografyası (1928-1938)in sunuşunda yabancı bir kaynağa dayanılarak 1928de 53, 1929da 396, 1930da 680, 1931de 639, 1932de 706, 1933de 779 kitap yayınlandığı belirtilmektedir. Bu sayılara resmî yayınlar dahil olduğu gibi, bir kaç sayfalık basılı metinler bile kitap sayılarak dahil edilmiştir! Üç formadan (48 sayfadan) fazla olan kitaplarla ilgili olarak sözü geçen bibliyografyanın taranmasından çıkan rakamlar çok daha düşüktür. (1929da 150 civarında, 1930da 210 civarında, 1931de 470, 1932de 658, 1933de bine yakın).
İktisat tarihçisi Profesör Korkut Boratav, Cumhuriyetten sonraki ekonomik gelişmeleri şöyle açıklamaktadır: "1929-1929 dönemi belli bir yeniden inşa dönemidir. Yani savaş ve yıkım yıllarının üstüne yeniden inşa edilen bir cumhuriyet ekonomisinin ilk taşları döşenmektedir�Dibe vurmuş bir ekonomi hiçbir şey yapmasanız bile canlanacaktır. Bu dönemde sanayi % 8.5, tarım ise % 16 civarında büyüyor; millî gelirin büyüme hızı da % 11i buluyor. Bu şu anlama geliyor: % 9luk bir sermaye birikimiyle bu kadar hızlı büyümenin tek açıklaması, savaş ve yıkım yıllarının âtıl bıraktığı kaynaların yeni bir birikim yaratmadan hızla üretime tahsisi." (Ekonomik Denge, Aralık 1999) 1929dan sonra, işler dünya ekonomik buhranının da tesiriyle iyi gitmemiştir. Elbette ekonomide devletçilik siyaseti sonucu bazı sanayi tesisleri yapılabilmiştir ama, bu gelişmelerin 1950 sonrası Menderes, 1980 sonrası Özal dönemi gelişmeleri yanında fazla kıymeti harbiyesi yoktur!
Ezcümle: Atatürk döneminin iktisadî durumu iyi bilinir, doğru okunur ve soğukkanlılıkla değerlendirilirse, özenilecek, örnek alınacak bir dönem olmadığı kolaylıkla anlaşılır. Bunu anlamak için iktisatçı veya uzman olmaya bile gerek yoktur. Rakamlar yeterince açıktır! Rakamlarla aranız yoksa ve eğer 1930ları yaşamış aile büyüklerinizden hayatta olan varsa, onlar size içinde bulundukları iktisadî durumu gayet iyi açıklarlar! (Eğer tek partinin mütegallibe takımına dahil değillerse!)
En doğrusu Atatürkü rahat bırakmak ve dönemini öğünmek maksadıyla fazla kurcalamamaktır; daha da önemlisi onu yalanlarımıza âlet etmemektir! Türkiye 21. Yüzyılda kendine yeni bir yol bulacak, değişecek ve gelişecekse, model olarak 1930lardan alacağı pek fazla bir şey yoktur!
Peki Cumhuriyetin kuruluşundan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen bu yalanlar neden gerçekmiş gibi piyasaya sürülebiliyor ve kitap okuma yazma konusunda dünya sonuncusu konumundaki diplomalı okur yazarlar arasında revaç buluyor?
Özeti şu: Bunun için istatistiklere, rakamlara bakılmayıp 10. Yıl Marşı esas alınıyor!
Türkiyenin ideolojik öğretim uğruna, "atatürkçü nesiller yetiştirmek" bahasına eğitim ve öğretimden, ilimden, üniversiteden yoksun hale getirilmesi zihinleri daraltıyor, tefrik etme, kıyaslama melekelarini işlemez hale getiriyor. Bugüne kadar Osmanlıya karşı bir kimlik oluşturarak, onu kötüleyerek, karalayarak var olmaya çalışılmıştır. Osmanlı bizi okuma yazmadan mahrum etmişti! İlim milim yoktu. İrtica, taassup vardı. İrtica ve taassupla geçen 6 asır düşünülebilir mi?!
Aradan seksen küsur yıl geçti. Türkiye eğitim, öğretim, ilim ve üniversiter tedrisat konusunda -maalesef- Osmanlının gerisinde.
Tabbi bazı zevat koro halinde "Osmanlıda okul mu vardı? Hepsini Cumhuriyet açtı. Osmanlıda üniversite mi vardı? Onu da cumhuriyet kurdu" diye " sesini yükseltebilir! Hatta "eski yazıyla, dini öğretimle Osmanlı çöktü" de diyebilirler.
Bu iddiaları öne sürenler hiç bir zaman hakikati araştırmak zahmetine katlanmadı. İdeolojik metinlere baktılar ve zihni ataletlerini bütün topluma gerçek diye sundular. Evet, Cumhuriyet yönetimi, 1950lere kadar Osmanlının, Abdülhamidin açtığı lise seviyesindeki okulları bile tam faal tutamadı. Bir çok vilayet merkezinde lise yoktu. Dokuzuncu Cumhurbaşkanının kendi vilayetinde değil de komşu vilayetin lisesinde tahsil yapmasının sebebi buydu! Şu gerçeği bir daha hatırlayalım: Osmanlının kurduğu özerk üniversite, 1933te kapatıldı, yerine bağımlı üniversite kuruldu! O (fena) gelenek hâlâ sürdürülmek isteniyor. Osmanlı döneminin verdiği ilk öğretimi bugün liseler veremiyor. Benim iptidaî (ilk okul) okumuş dedem, bugünün üniversite talebesinden daha düzgün türkçe ifadeye sahipti. Konuşurken de, yazarken de! Hatta diyebilirim ki, şifahî kültürünün zenginliği ile türkçeden bugünün Türk dili ve edebiyatı profesörlerini imtihan edebilirdi!
Türkiye, Anayasasında mecbur ettiği dili, okullarında okutup öğretemiyor. Her yıl milyonlarca öğrenciye diploma veriyor. Diploma verdikleri bazı öğrenciler kendi dillerini bile bilmiyor. Tek satır yazıp konuşamıyor. Okur yazar, fakat okuyup yazamıyor! Okullar gençlerimize kelime öğretmiyor, kelime unutturuyor. Yanlışları doğru diye okutuyor.
Tarih öğretmiyor. Ortaokul öğrencisi çocuklar bile bu sahte tarihten yaka silkiyor, hocalarının görmediği yerlerde makaraya sarıyorlar! YÖK bütün üniversitelere mecbur etmiş, "Atatürk ilke ve inkilap Tarihi Araştırma ve Uygulama merkezi" kurduruyor. Bakın bu merkezlerin amacı ne imiş:
"Türk gençliğinin anayasal düzeni koruyucu, millî, manevî, insanî ve kültürel değerlerin bilincinde, Ulu Önder Atatürkün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinin birer ferdi olarak, devletine ve milletine karşı görev ve sorumululuklarını bilen, Türk Devletinin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne inanan, Atatürk ilke ve inkilaplarına içtenlikle bağlı ve bundan aldığı güçle ülkesine, milletine ve insanlığa yararlı olmaya çalışan, fikri hür, vicdanı hür, laik, çağdaş, fertler olarak yetiştirmek üzere�faaliyetlerde bulunmaktır."
Dikkat edin, burada ilim yok, hürriyet yok. Buna karşılık, sadakat var, inanç var, dogma var, bağlılık var!
Bir de araya "Fikri hür, vicdanı hür" ibaresi eklemişler. Fikrim hür, vicdanım hür: Dindarım. Gereğini de yapmak istiyorum. Ne yapacaksınız şimdi?
"Fikrin hür, vicdanın hür olsun ama, dindar olma, bilim yoluyla, akıl ve mantıkla doğrulara ulaşmaktan vazgeç, bizim sana vereceğimiz ideolojik doğrulara iman et!"
Türkiyede tarih öretimini kurtarmak, zihinleri berraklaştırmak, ataletten kurtarmak için Osmanlı tarihinin dosdoğru araştırılması ve öğretilmesi gerekiyor. Bunun için dev kuruluşlara vücut verilmeli. Eğer bunu yapamazsak öğretim sisteminin titanik gibi batışını hep beraber seyrederiz.
Yurt dışında yaşadığı için bu baskılara itibar etmeyen bir ilim adamı bakın neler söylüyor: "C umhuriyet Türkiyesi, tarihin ve kültürün devlet emriyle yaratılamayacağını ve silah gücü ile ayakta tutulamayacağını anladığı gün, Osmanlı dönemine karşı duyduğu tedirginliği bırakarak özüne dönebilelcektir." (Kemal Karpat, Osmanlı ve Dünya). (www.anadolugenclik.com.tr)
-
deniz 08-11-2007 21:39
tek birşeyi merak ettim madem bunlar bu şekilde o zaman neden bu insanlar eskimiş sözlerle atatürkü övüp duruyorlar.bunları onlarda biliyor çünkü aynı şeyleri anlatıyorlar ama seviyorler neden zekaları mı az da atatürkü seviyorlar yoksa işler mi farklı bir kemalist olarak asıl bunu açıklamanızı istiyorum
-
ETHEM ŞEKERLİ 19-10-2007 10:24
vay canına be. bizde zannetmiştik ki m. kemal neler yapmış neler. işte yaptıklarını özetlemiş bir yazar. bu yazıları manşete taşımak lazım...insanlar ne zaman gerçekleri araştırmak zahmetinde bulunacak...