17-03-2009 22:55

Darwin’le Kilise arasındaki savaşta Müslümanların yeri...

TÜBİTAK`ın yayın organı Bilim ve Teknik Dergisi`nin son sayısı çerçevesinde kopan Darwin krizi eski bir tartışmayı yeniden alevlendirdi. Darwin`in yer aldığı kapak değiştirildi iddiasıyla bir darbe çığırtkanlığı yapılmadığı kaldı. Selahadin Eş Çakırgil, birikimi ve yetkin kalemiyle bu konuya değindi. İşte Çakırgil`inn konuyla ilgili ilk yazısı:

Darwin’le Kilise arasındaki savaşta Müslümanların yeri...

TÜBİTAK'ın yayın organı Bilim ve Teknik Dergisi'nin son sayısı çerçevesinde kopan Darwin krizi eski bir tartışmayı yeniden alevlendirdi. Darwin'in yer aldığı kapak değiştirildi iddiasıyla bir darbe çığırtkanlığı yapılmadığı kaldı.

Aslında Darwin'in teorisini hiç de bilimsel olmayan subjektif yargılara dayandırdığı ve sonradan "evrim sürecinin ara formları" şeklinde delil olarak ortaya atılan materyalin de laboratuvar yapımı birer aldatma ürünü olduğu ortaya çıktı. Milyonlarca yıllık bitki ve hayvan fosilleri de canlıların evrim geçirmeden günümüze kadar aynı şekilde geldiğini kanıtladı.

Bu gerçeklere rağmen bazı çevreler inatçı bir ideolojik yaklaşımla hâlâ evrim teorisi ve Darwinizm'e sarılmayı sürdürüyor. Aslında bu çevrelerin, bilimsellik kaygısından ziyade İslam karşıtlığıyla hareket ettiğini gözlemlemek zor değil. 

Selahadin Eş Çakırgil, birikimi ve yetkin kalemiyle bu konuya değindi. İşte Çakırgil'inn konuyla ilgili ilk yazısı: 

Darwin’le Kilise arasındaki savaşta Müslümanların yeri neresi (mi)? -1 

Selahaddin Eş Çakırgil / Haksöz Haber

Biz müslümanlar dünyayı, canlı ve cansız âlemleri, mükevvenatı yorumlarken, temel ölçü olarak Kitâbullah’ın, Kur’an’ın bildirdiklerini esas alırız.. Yoksa, bu varlık (ve yokluk) âlemini, bu sonsuzluk âlemini yorumlarken, tıpkı başkaları gibi bocalarız..

Nasıl bocalanılmasın ki, sadece bizim dünyamızın da dahil olduğu Güneş Sistemi,  9  gezegeniyle birlikte,  bu sonsuzluk âleminde sadece küçük bir nokta hükmündedir.. Ve, ‘Galaxie’ denilen ‘Samanyolu’nda milyarlarca güneş sisteminin bulunduğunu bildirmektedir kozmografya ilmi bize..

Bu mükevvenat’ın niçin ve nasıl yaratıldığının aslî ipuçlarını Kitâb’ımızdan öğreniriz ve onların üzerinde tefekkür eder, düşünürüz.. Ve bu âlemler üzerinde, ‘kainat kitabı’nı okuyup anlamak hususunda, Kur’an bizi devamlı tefekküre davet ile, sık sık, ‘Niye tefekkür ve akletmezsiniz?’ diye ihtarlarla ikaz etmektedir.. Yani, hem Kur’an kitabını, hem de kainat kitabını okuyup anlamakta, tefekkür ve temâşa etmekte, alabildiğince özgür bir alana davet ediliriz.. Yani, bu aslî inanç dairesi içinde, hikmet / felsefe ve tecrübî bilimler yoluyla, mükevvenatın esrarını keşfetmek yolunda çaba harcamak, insanlığın hayrına olması şartiyle bir de teşvik edilmiştir..

*

Baqara-117’de (Allah) bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir..’ buyrulur; ama, Kur’an’da, yaratılışın tedricî de olduğu bildirilir.. 

‘Biz herşeyi sudan yarattık..’ meâlindeki âyeti düşünelim..

İnsanın yaratılışıyla ilgili murâd-ı ilahî’nin açıklanması ve sonrasıyla ilgili âyetlerde ise, ‘Biz insanı ‘tıyn’ ve ‘turab’dan, ‘salsal’dan,  fakhar’dan halkettik..’  meâlinde işaretler vardır.. Bunların herbirisi  toprak, çamur,  yoğrulmuş ve pişirilmiş kerpiç’ gibi mânalara gelmektedir..  O sizi bir tek nefs’ten Yaratan’dır..  meâlindeki âyetler gelir.. Ve bunu, ‘Biz insanı bir damla sudan ve bir kan pıhtısından halkettik..’ meâlindeki âyetler takib eder..  

‘Mesnevî’ müellifi ünlü Celâleddin-i Rûmî, 750 yıl öncelerde, bir şiirinde, ‘Akıl hissin 500 yıl arkasından gelir.. Ben parmağımın ucuna baktığım zaman, orada birbirini yutan hayvancıklar görürüm.. Ey akıl sahibi, bunu sen benden ancak 500 sene sonra görürsün..’ der..

Bu söz bugün için hiç de şaşırtıcı değildir.. Çünkü, 130 sene öncelerde, ilk olarak mikrop keşfedileliden beri ve ‘mikro-cosmos’ denilen ve çıplak gözle görülmeyen küçük mükevvenatın, âlemlerin sırları hakkında bugün artık çok şeyler biliyoruz.. O ‘mikro-cosmos’ âleminde de, görünür âlemde olduğu gibi, nice canlılar diğerlerini yutmaktadır.. Ki, kan hücrelerinden akyuvarların ‘leucocyte’lerin,  phagocytose/ hücre yutarlığı’ özelliğiyle mikropları veya marazî olarak da diğer kan hücrelerini yuttuğu bilinmektedir..

900- 1000 sene öncelerdeki müslüman bilgelerin kitablarına bakıldığında dünya, ay, güneş ve yıldızların felekler âlemi olarak isimlendirildiğini, bu âlemlerin âlemlerin dönmekte, hareket halinde olduklarını anlatmak için de, çarh ettiklerinden sözedildiğini görürüz..

Sözgelimi, 900 sene öncelerde, Muhammed Ebu-r’Reyhan el’Birûnî, Gazne’li Mahmûd’un Hind diyarına yaptığı seferlere katılıp, orada aradığı geometrik şekle sahib bir dağ oluşumunu esas alarak, güneş ışığının yeryüzüne gelişinin muhtelif saatlerindeki kırılma indilerinden hareketle, çeşitli yerlerdeki namaz saatlerini belirlemesi ve bazı mesafeleri ölçmesi ve hattâ, ay ile dünyanın arasındaki mesafeyi bile bugünkü rakamlara yakın bir şekilde hesab edebilmesi ilginçtir..

 

*Müslümanlar, mükevvenatın sırrlarını inanç, hikmet ve  tecrübî ilimlerle kavrama cehdine yabancı değilken..

Keza, bin sene öncelerde yaşayan Ömer Khayyâm’ın bir şair olduğu kadar, çağının en büyük felekiyât (kozmografya)  ve riyaziyât (matematik) bilginlerinden de olduğu bilinmektedir.. Esasen, bu, onun rubaîlerine de yansımıştır.. Kendi çarkını döndürmeye bak, döndükçe dünya..’  diyen ve kendisini ‘Yaratan’ın san’atını anlamak isteyen birisi’  olarak gösteren Khayyâm’ın bu derin ve rindâne bakışı, rubaiyâtının hemen her tarafına serpilmiştir.. 

O bilginler ki, evrenin özetidirler;

Düşüncelerinin atı göklerde gezer..

İş kavramaya gelince Senin özünü,

Şaşkınlıktan, felek gibi başları döner..

*

Feleğin çarkı döner,ne tuz bilir, ne ekmek..

Balık gibi, çıplak kor gider bizi felek..

Kadınların  çıplakları giydiren çıkrığı,

Feleğin çarkından daha hayırlı demek..

*

Gönlünce de dönse, bu dünyanın sonu ne?

Okunup bitse de ömür destanın, sonu ne?

Yüzyıl dilediğince yaşadın diyelim,

Bir yüzyıl daha yaşasaydın, sonu ne?

*

Senden-benden önce de vardı bu gün ve bu gece..

Felek dönüp durmadaydı, hep bu gördüğünce..

Usûlca bas toprağa, çünkü bastığın yer,

Bir güzelin gözbebeğiydi beş-on yıl önce..

*

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?

Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?

Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen,

Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte..

*

Yerin dibinden yıldızlara dek,

Ermediğimiz sır kalmadı pek,

Her düğümü çözmüş insanoğlu;

Ecel düğümünü var mı çözecek?

*

Tepemizde dönüp duran gökler..

Büyücünün fânusu gibidirler..

Güneş, bu fânus içinde lamba..

Biz de, gelip geçen görüntüler..

*

Büyükse de isyanım, kötülüklerim,

Yüce Tanrı’dan umut kesmiş değilim..

Günahtan sarhoşum, ama, dilekten ayık..

Umudumu rahmetine bağlamışım ben..

*

Feleği döndürebilir misin murâdınca?

Ne çıkar gök yedi kat değil, sekiz katsa..

Ergeç toprağa karışıp gidecek gövdeni,

Ha ovada kurt yemiş, ha mezarda karınca..

*

Khayyâm, bak şu mavi gök nasıl kurulmuş;

Açmış çadırı, kesmiş dedikoduyu, susmuş..

Varlığın kadehinde, çünkü, ezel sâkisi,

Bin Khayyâm kabarcığı belirtip yok etmiş..

*

Evet, Ömer Khayyâm’ın bu mısralarında bir kalender, rind ve hattâ dünyaya boşvermiş bir yaklaşım olduğu gibi, o zamana göre, mükevvenata çok derin bir bakış açısı vardır..

800 sene öncelerde yaşayan Ferîduddin-i Attâr’ın eserlerinde de sık sık,  çarhetmekte olan bir ‘felekler/ yıldızlar âlemi’nden sözedildiğini görürüz.. Yani, dünyanın veya ‘macro-cosmos’un (büyük mükevvenatın, âlemlerin) gözle görülmesi imkansızlaşan derinlikleri düşünüldüğünde; bunun henüz optik gözlemler olmaksızın da, ‘dönüş’le ifadelendirilmesi ilginçtir..

Gerçi, Semerqand, Buhârâ, Nişabur, Tûs gibi gibi merkezlerde, dev rasadhanelerin ve teleskop düzenlerinin kurulması daha sonraki dönemlere aid ise de; Avrupalılara göre yine asırlarca öncelerdedir..  O zamanlar, Avrupalılar ise, Kilise’nin bildirimine göre, ‘Dünya düzdür ve Jerusalem / Beyt-ul’Muqaddes (Kudüs) onun ortasındadır ..’ derken; müslüman araştırmacılar  felekiyât ve ilm-i nucûm /yıldızlar ilmi, müneccimlik sahasında dolaşıyorlar ve felekler âleminin hareketlerinden, çarhın dönmesinden sözediyorlardı.. Galile’nin, ‘Dünya dönüyor‘ dediği için, afaroz tehdidiyle  Engizisyon Mahkemesi’ne çekilip, orada 70 yaşlarındayken, ‘söylediklerinin saçma olduğunu’  beyan ederek afaroz edilmekten kurtulması ve amma, mahkemeden çıkarken, ‘Ben ne yapayım, ben dönmüyor desem de o yine de dönüyor..’ deyişi ise, henüz 350 sene öncelerdedir..

*

*Müslüman bilgeler, yaratılışın mahiyetini anlamaya çalışırken, Avrupa skolastik uykusundaydı..

Ve 950 sene öncelerde, İbn Misqaweyh’in, yaratılışın sırrını düşünürken, mükevvenatın varedilişinin tedricî, yani, derece derece/ merhale merhale de olduğuna dair Kur’anî beyanlardan hareketle; yaratılışı ‘cemâdat’ (cansız varlıklar)dan  nebâtat’a (bitkilere), nebâtat’tan hayvânat’a, hayvânat’tan da ‘insanat’a ve basitten girifte doğru bir gelişme içinde olduğunu anlattığını hatırlayalım..

Bu mânayı Celaleddin Rûmî de, ‘Mesnevî’sinde şöyle anlatır:

‘Ez cemadî mordem’û nâmî şodem..

(Cansızlar âleminde öldüm, bitki haline geldim..)

Ve’z nemâ mordem, be hayvan serzedem..

(Bitkiler âleminde de öldüm, hayvan  oldum..)

Mordem ez hayvânî’y-û,  âdem şodem..

(Hayvanlıktan da ölerek, insan oldum..)

Pes, çi tersem,? Key z’morden, gumşodem..

(O halde, niye korkayım? Ölmekle ne zaman kayboldum ki?)

Hamle-i diger, bemirem ez beşer,

(Bir hamle dayaa yapıp, insanlıktan da öleyim..)

Tâ, ber-arem, ez melaik bâl’u per..

(Taa ki, melekler âleminde kanat açayım..)

Ve’z melek hem, bâyedem custen z’cevv,

(Meleklikten de sıçrayıp çıkayım..)

‘Küll-i şey’in hâlikun, illâ vechehû ..’ (Qasas-88’den..)

(O’nun yüzünden gayri herşey yokolacaktır..)

*

İnsan, mükevvenat, yaratılış ve Yaratan konusundaki benzer izah çabalarını, (miladî -1100 -1180 arasında yaşamış olan) Endülüs’lü büyük bilge İbn Tufeyl’in ‘Hayy bin Yekzan’ isimli romanında da görmek mümkündür.. Ki, onun da, kendisinden 100 yıl kadar öncemlerde yaşamış olan İbn Sinâ’nın aynı isimli eserinden ilham alarak o ilginç eserini yazdığı tahmin edilmektedir.  Hayy, bir adada dünyaya gelir ve hiçbir dil bilmez ve hiç bir insanla da karşılaşmaz ve buna rağmen,  kendisini, hayatın mânasını, kainatı ve Yaratan’ını tanıma çabası içinde olur..

Denilebilir ki, mükevvenatın anlaşılması yolunda, insanoğlu, hemen daima, derin tecrübî çalışmalara, hikemî /felsefî bakış açılarına yönelmiştir ve bu durum, sadece Doğu dünyasıyla sınırlı olmayıp, bu gibi arayışlar, çabalar ve nitelemeler diğer toplumlarda da benzer şekilde dile getirilmiştir..

Ancaak, asıl görülmesi gereken husus, bu tefekkür çabalarının İslam açısından bir de teşvik ve hattâ emredilmiş olmasıdır.. Ve ayrıca Resul-i Ekrem (S)’in ‘Bana eşyanın sırrını öğret..’ ve ‘Bana te’vil gücü ver..’ diye niyaz ettiğine dair rivayetleri de burada hatırlayalım.. Ne var ki, akıl, hikmet ve inancı birbirinden ayrılmaz bir akıl ve kalb faaliyeti olarak gören müslüman bilgeler, her konuda derinlikli bilgi sahibi kimse manasında ‘allâme’ diye nitelenirken, hele de tecrübî ilimler alanında ihtisaslaşmaya yönelmek gibi bir eğilime fazla itibar etmediler. Bu da,  Şarq /Doğu dünyası (Morgenland) ile Garb/ Batı dünyası ‘Magribzemîn / (Abendland) arasında, son yüzyıllarda bir temel farklılık meydana getirdi. Ve, Garb/ Batı dünyası, ‘niçin’den ‘nasıl’a yöneldi, varlıklar âlemini nasıl olduğunu akıl yoluyla kavramaya çalıştı..

‘Niçin’, daha çok temâşa ve hikmet alanıydı ve hiss’e, ilhama, manevî keşfiyat denilen ârifâne hallere, kalbî duyuşlara ve zihnî tasavvurlara dayanıyordu..

Nasıl’ ise, sebeb-sonuç  ilişkisini akıl yoluyla kuruyor ve şübhelerden hareket ederek denemelere girişiyor ve sonuç alamayınca o denemeleri bırakıyor veya erteliyor, netice aldığını gördüğü zaman da onun daha ileri merhalelerine gidiyordu..

Ama, burada, karşısına Kilise çıkıyordu..

Avrupalı kafa, bu ‘nasıl’ları,  Kilise’nin karşı çıkmasına rağmen,  son üçyüz içinde düşünmeye başladı.. Belkide, bu tecrübî akıl yolunun açılması, Kilise baskılarının hesabda olmayan ve amma kaçınılmaz bir semeresi olarak ortaya çıktı..

Çünkü, 1543’lerde ölen (Polonyalı) Nicolas  Copernicus’lar ve 356 sene öncelerde ölen Galile’ler ve 120 sene öncelerde ölen Darwin’ler ve daha başkaları böyle zuhûr ettiler.. Ki, Copernic, kendisi de bir kardinal olmasına rağmen, kardinalliğini yaptığı kilisenin kulesinden yaptığı gözlemlerde yaptığı astronomik ve optik gözlemlerin sonuçlarını açıklamaktan ve Kilise’yle karşı karşıya gelmekten kaçındı.. Copernic’e gelinceye kadar, dünya kainatın merkezi ve güneş de dünyanın etrafında dönüyor zannedilirken, Copernicus Güneş Sistemi’nden ve dünyanın ve gezegenlerin Güneş etrafında döndüğünden sözetti ve  Kilise’nin görüşlerine aykırı görüşlerini kaleme aldı, ama, bunlar kendisi hayattayken yazılamadı ve bir etkisi de görülemedi.. Ama, kendisinden çok sonralarda da olsa, Kepler gibi beyinlerin ufkunu açtı..

Halbuki, müslüman dünyasında bu gibi konuları tefekkür etmeye hiçbir engel yoktu..

Bu bakımdan, denilebilir ki, Kilise’nin insan aklına, düşüncesine zencir vurmaya kalkışması, Avrupa’daki daki aklî faaliyetlerin tetikleyicisi oldu.. Ve, Doğu dünyasında ve müslüman bu arada müslüman coğrafyalarında inanç ile, ya da temâşa ve tasavvurla kavranan veya bilinenler, Avrupa’da aklî temellere dayandırılarak, Kilise’nin tezlerine karşı tez ve görüşler halinde geliştirildi.. Yani, problem, Kilise ile hrıstiyan dünyasındaki o dünyadaki akıl sahiblerinin arasındaki mücadeledir.. Bunu müslüman toplumlara uygularsanız, bizim temel değerlerimize, anlayış ve idrak ölçümüze aykırı bir ucûbe çıkar ortaya..

Çünkü, müslüman toplumların inanç, akıl ve hikmet ve akıl  alanları arasındaki irtibatını belirlemekte bir problem yoktur, 1400 yıldan beri..

Avrupa’daki, bu Kilise paradigmasına karşı gelişen bu akıl başkaldırısı, ‘eşya’nın, genel olarak o zamana kadar bilinmeyen gizli kanunlarının keşfedilmesi alanında, geniş ufukların açılmasına zemin hazırladı ve sonunda Kilise de eski güç gösterilerinden ve iddialarından büyük çapta geri adım atmak zorunda kaldı ve ‘Büyük Sanayi İnkılabı’ dönemine ve insanın ‘fizikî/ tecrübî ilimler’ eliyle herşeye muktedir olabileceğine ve ‘bilim’in sınırsız bir güç olduğu kanaatini, ‘en hakikî mürşidin, ‘bilim’ler olduğu’ görüşünü bayrak edinen materyalizm, gemlenemez bir gelişme çizgisi göstererek, özellikle miladî-19. asrı baştan başa kapladı..

Ve dahası, materyalizm, insanı ve maddî olarak var olan herşeyi denemeyle anlaşılabilir nesneler olarak algıladı.. Bu aklî/ tecrübî ilimler sahasında elbette bir hayli ilginç sonuçlar da elde edildi.. Ama, bu çabalar, insanın ruhî/ manevî dünyasını ve de varlıklar âleminin / mükevvenatın yaradılışın sırrını ve ‘niçin’ini kavramaya yetmiyecekti..

*

*Tarihî arka planı ve sosyal şartları görmeden, Darwin’lerin ve  bütünüyle materyalistlerin anlaşılması nasıl olur?

Hele, bir takım deneme ve araştırmaların sonucunda, insan’ı havyanla aynîleştirmek gibi, onu sadece sıradan bir canlı yaratık  durumuna indirgemeye varan Darwin Teorisi ortaya çıktı..

Unutmayalım, o dönem, Marx’ın, dünyayı yeniden tanzim etmeye çalışırken, kendi anlayışına göre her şeyi yerli yerine koymaya kalkıştığı ve amma, insanın manevî vechesinin, ruhunun olduğunu unutan ‘bilimsel sosyalizmi’nin, komünist dünya görüşünü sistemleştirdiği bir dönemdir.. Kezâ, Friedrich Nietzsche’nin, ‘zayıfların korunmaması gerektiğini, sadece güçlülerin yaşama hakkına sahib olduğunu’ düşünen ve zayıflara merhamet çağrısı yaptığı için, Kilise’yi hastalıkların merkezi, odağı olarak gören ve Kilise’ye karşı en acımasız savaşı açıp, ‘Anti-Christ’ ( Deccal) adını verdiği saldırgan eserini yazdığı ve bir gücetaparlık  anlayışını geliştirdiği; keza, August Comte’un, materyalizm mektebini en sistematik şekilde tesis etmeye çalışırken, Kilise’ye karşı bir karşı din geliştirmek gereğini duyup, ‘Le Religion d’Humanité’ (İnsanlık Dini) adıyla yeni bir din kurmak gerekliliğini duyduğu bir çağdır..

Evet, Darwin’in ortaya çıktığı dönem ve araştırmalarının bu kadar tepki alması, ateist anlayışların en fren tutmaz şekilde hız aldığı bir dönemdir..

Bizde de, son 130 yıl boyunca, Baha Tevfîk,  Beşîr Fuâd, Tevfîk Fikret ve M. Kemal gibi isimlerin de, Avrupa’daki bu cereyanları,  ayrı bir dünyanın ve kültürün mes’elelerini çağdaşlaşmanın/ modernleşmenin kaçınılmaz gereği zannederek, İslam kültür ve medeniyetinin kucağında şekillenen toplumumuza, hem de en jakoben / tepeden inmeci, baskıcı, diktatör yöntemlerle kabul ettirmeye kalkıştığını ve bunun aynı çizginin devamı olduğunu da hatırlayalım.. Bu tarihî arkaplanı hatırlamadan Darwin konusunun tartışmalarını tam olarak kavramanın zorluğunu ortadadır..

İngiltere’de 1809’da doğan Darwin, 1859’da ‘On the Origin of Species’ (Türlerin Kökleri) adıyla ve de miladî-19.yüzyıl materyalizmine paralel olarak ortaya attığı yaratılış ve evrim / tekamül teorisiyle, Kilise’nin birçok iddia ve izahlarını mantıken geçersiz kılacak bir tablo  ortaya çıkarıyordu..

Darwin’in en çarpıcı ve tartışma meydana getiren teorisi, insanın, tekamül/ evrim yoluyla maymundan gelişmiş olabileceği şeklindeki nazariye/ faraziye/ teori görüştü.. Bu, tabiatiyle, insanın varoluşuyla ilgili olarak, insan’ı Âdem - Havva (Adam / Eva) ile başlatan dinlerin öğrettiklerine kesinlikle aykırı idi.. Ama, bu teori, netice itibarıyla ‘bilimsel kanunlar’a kavuşmuş değildi ve halen de tecrübî ve bilimsel metodla isbatlanamıştır..

Sözgelimi, 1905 yılına kadar, ‘atom, maddenin parçalamayan en küçük parçasıdır..’ görüşü bir fizik kanunu halinde idi.. Ve, ‘atom’un parçalanabileceği ve ortaya muazzam bir enerji çıkacağı’ şeklindeki bir görüş, teorik olarak dile getiriliyordu.. Ama, bu faraziye, bu teori, 1945 yılında ilk atom bombasının patlatılmasıyla, teori olmaktan çıktı, bir fizikî gerçekliğe dönüştü ve önceki fizik kanunu terkedilip, yeni bir fizik kanunu şekillenmiş oldu..

Şimdi, Darwin’in görüşü de böyledir ve ortaya bir fizik veya biolojik kanun olarak konulmuş bir gerçeklik sözkonusu değildir.. Doğrulanmamış olması, elbette yanlışlığını da gerektirmez..

Ama, bir teoriyi, bilimsel düşünceye sahib olmanın temel şartı olarak kabul ettirmeye çalışmak, gerçekte inanca karşı, bir alternatif inanç oluşturma çırpınışından başka bir şey değildir.. Tıpkı, Comte’un ‘Kilise’ye karşı mücadele ederken, ‘İnsanlık Dini’ diye bir ‘uyduruk din’  kurmakurmaya kalkışması  veya her türlü kutsala karşı savaş açan bir totaliter laikliğin, kendisini bir ‘laik kutsallık’  halinde zorla dayatması gibi bir traji-komik durum..

(Konunun devamını bir diğer yazıda ele alalım, inşaallah..)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !