Da’vâ-yı Kavmiyyet... Türkçülük-İslamcılık Tartışmaları
Yakın tarihimizin en hararetli tartışmalarından birinin, “Türkçülük-İslamcılık” tartışması olduğu ve üzerinden yüz yıldan uzun bir zaman geçmesine rağmen halen hararetle tartışılmaya devam edildiği malumumuzdur. Özellikle 21. yüzyılın başlarından itibaren, İslamcı cenahın, aynı zamanda Türkçülük cereyanını da sahiplenmeye, Türkçülük ve İslamcılığı harmanlayarak yeni bir anlayış ortaya koymaya çalıştığı görülmektedir.
Yakın tarihimizin en hararetli tartışmalarından birinin, “Türkçülük İslamcılık” tartışması olduğu ve üzerinden yüz yıldan uzun bir zaman geçmesine rağmen halen hararetle tartışılmaya devam edildiği malumumuzdur. Özellikle 21. yüzyılın başlarından itibaren, İslamcı cenahın, aynı zamanda Türkçülük cereyanını da sahiplenmeye, Türkçülük ve İslamcılığı harmanlayarak yeni bir anlayış ortaya koymaya çalıştığı görülmektedir.
Türkçülük mefkûresinin tarihi geçmişini Tanzimat’a kadar götürmekle birlikte,(1) Yusuf Akçura’nın (1876- 1935) Mısır’da çıkmakta olan “Türk” Gazetesinde(2) “Üç Tarzı Siyaset” makalesini neşretmesiyle birlikte ivme kazanmıştır. II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte yeniden alevlenen ve taraftar bulan Türkçülük, Osmanlı sonrası kurulan cumhuriyet rejiminin de resmi ideolojisi olmuştur. Biz, çok geniş bir zaman aralığında süren Türkçülük–İslamcılık mefkûrelerine dair tartışmaların, II. Meşrutiyetin erken döneminde olanlarına değinmeye çalışacağız. Amacımız, son dönemde yükselen ırkçılık–kavmiyetçilik cereyanlarına karşı tarihi bir perspektif kazandırmaya çalışmaktır.
İslamcı-İslamcılık kavramının her kesim tarafından çok sıklıkla kullanılmasına rağmen, kavramın ne zaman zuhur edip, günlük dilimize girdiğine dair net bir tarihi veri yoktur diye düşünmekteyiz. “İslamlaşmak” olarak kullanılan kavram, Yusuf Akçura’dan itibaren görülmekte olsa da, “İslamcılık” olarak Babanzade Ahmed Naim’e (1872-1934) kadar görüldüğü (kanaatimizce) söylenemez. Babanzade Ahmed Naim, Türkçülük üzerinden kavmiyet asabiyetinin ortaya çıkmaya başlamasından sonra, Türkçülük mefkûresine karşı Sebilürreşad’da yazmış olduğu uzun reddiyede, “İslamcı” tabirini kullanmaktadır.(3) Ziya Gökalp (1876-1924) ise kaleme aldığı “Üç Cereyan” adlı makale serisinde, “İslamcılık” kavramını değil, “İslamlaşmak” kavramını kullanmaktadır. “İslamlaşmak” ile “İslamcılık” kavramlarının farklı muhtevalara sahip olduğu kanaatini taşımaktayız.
Türkleştirilmiş bir İslam
Yeniden başa dönecek olursak, 21. yüzyıl Müslümanlık düşüncesinin Türkçülük ve İslamcılığı harmanlayarak yeni bir anlayış ortaya koymaya çalıştığını söylemiştik. Aslında bu harmanlama çabası yeni olmayıp, Türklük cereyanının mucidi sayılabilecek Ziya Gökalp’in fikirlerinden neşet etmektedir. Gökalp, Türkçülüğü öne çıkarmakla birlikte muasırlaşmayı, İslamlaşmayı ve Türkleşmeyi birbiriyle harmanlayarak, bir bütüne ulaşma gayreti sergilemiştir. Gökalp’e göre, “Muasır bir İslam Türklüğü” en ideal mefkûredir.(4) Gökalp, Türkleştirilmiş bir İslam’ı mefkûresini hararetle savunur.
Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak mefkûrelerini ayrı ayrı değerlendirirken, Türkçülük mefkûresinin matbuattaki temsilini Türk Yurdu dergisinin, İslamlaşmak mefkûresinin matbuattaki temsilini de Sebilürreşad’ın yaptığını ifade eder. Gökalp’e göre muasırlaşmanın karşılığı modernliktir.(5)
Türkçülük mefkûresini savunanların genel kanaati, milliyet duygusunun en geç uyandığı millet Türklerdir. Türklerden önce Araplar, Arnavutlar ve genel olarak Avrupa milletleri, milliyet mefkûresinin ehemmiyetini kavramış, dolayısıyla bu duygu ile yeniden ayağa kalkmışlardır. Hıristiyan aleminin milli intibahından sonra, İslam dünyasının milliyet esaslarına uzun müddet lakayt kalması mümkün olamazdı. Dahili amellerin bütün muhafazakârlığına rağmen, harici müessirlerin tazyiki mutlaka uzak veya yakın bir zamanda kendini gösterecekti.(6)
Ziya Gökalp’in dediği gibi, Türkçülük mefkûresini savunanların kamuoyundaki sesi Türk Yurdu Dergisi olarak kendisini göstermektedir. Dergi hemen hemen bütün sayılarında Türklük–Türkçülük üzerine yazılar neşretmekte, Türk Ocakları hakkında, ocakların faaliyetleri üzerine bilgiler vermektedir.
Meşrutiyet sonrası alevlenen tartışmalar
Meşrutiyetin ilanıyla birlikte her alanda olduğu gibi, matbuata gelen serbestlik sonucunda, her düşünce kendisini ifade etme imkânı bulmuş, düşüncelerini basın yoluyla duyurmaya başlamıştır. Meşrutiyetten önce de Türkçülük, İslamlaşmak, Osmanlılık gibi mefkûreler gündeme gelse de, Meşrutiyetle birlikte alabildiğine gün yüzüne çıkmıştır. Türklük, Araplık gibi terkipler meşrutiyet öncesi pek duyulmuş ifadeler değildir.(7)
Dönemin mütefekkirleri arasında terakkinin, milli hislerin canlanmasıyla mümkün olacağını savunanlar da vardır. Yaşanılan asırda, milletlerin ilerlemesini sağlayan en büyük amillerden birini milli hisler teşkil eder. Terakki, medeniyette, ilimde, fende kavimlerin birbirleriyle rekabetlerinin neticesidir. Milliyet meselelerini terk edip kardeş kardeş yaşamak, dünya metaına ehemmiyet vermemek, İslam Aleminin çöküşünü hızlandırmaktadır.(8) Tanzimat’tan sonra milliyet fikirleri şarkta yayılarak meydana çıkmaya başladı. Her millet kendi milliyetini, Arnavutlar Arnavutluk’u, Lazlar Lazlığı, Araplar Araplığı, Çerkezler Çerkezliği düşünür oldu.(9)
Kavm-i Necib
İlginç olan bir taraf vardır ki, Gökalp’in İslamlaşmak mefkûresinin savunucusu olarak işaret ettiği Sırat-ı Müstakim–Sebilürreşad, neşir hayatına başladığı ilk dönemlerinde keskin bir Türklük–Türkçülük savunusu yapmaktadır. Sırat-ı Müstakim dergisi sıklıkla “Türklük” meselesini sürekli kurcalar, propagandasını yapar. Türkler “Kavm-i necîb”dir. “İslam ve Türk Alemi” adı altında “Türk Derneği”ni konu edinir.(10) 1909) Soylu kavim Türkün Derneği olan Türk Derneğinin işi, Türklükle ilişkisi olan ırkların geçmişteki ve şimdiki eserlerini, yaptığı işleri ve durumlarını öğrenmeye ve öğretmeye çalışmaktır. Yani Türklerin eskiden beri gelen eserlerini, tarihini, dillerini, gelenek ve kültürlerini, edebi eserlerini, soylarının hangi ırka dayandıklarını, sosyal yaşamlarını, medeni durumlarını, eski ve yeni Türk yurtlarını araştırıp inceleyecek, elde ettiği neticeyi çeşitli yollarla neşredecek-duyuracak, kavmin ortak diline dönüşü temin edecek, Türkçeyi sadeleştirerek güzelleşmesine itina gösterecektir.
Sırat-ı Müstakim “Türk Derneği Tüzüğünü” yayınlar. Tüzüğün 2. maddesi yukarıda zikredilen işlerin yapılmasını gerekli görmektedir.(11) Ahmet Mithat ve Eşref Edip, Türklüğe dair konferanslar yapar. Ahmet Mithat ve Eşref Edip, bütün kavimleri tarihsel süreç içerisindeki tekâmülleriyle “Türk” yapmaya azim ve gayret gösterir.
Bütün kavimlerin atası Türk’tür!
İlerleyen yıllarda, Türkçülük mefkûresine karşı İslamlaşmayı savunacak ve kavmiyetçilikten en çok şikâyet edecek olan Sırat-ı Müstakim, neşriyatının ilk yıllarında bütün dünya insanlığının Türk olduğunu ispatlamak için olağanüstü çaba gösterir. Mısır’a ilk atı getiren Hiksoslardır. Mademki beraberlerinde at var idi, at da tarih öncesinin ve Türklüğün göstergesi olduğu için bunlar dahi Türk’tür. Tuaregler içinde seyahat eden bir Fransızın seyahatnamesinde verdiği bazı bilgiler dikkat çekicidir. Bunlara ‘Tuarek’ adı Araplar tarafından verilmiştir. Kelimenin kökü ‘Tareki’ imiş. Araplar eğer ‘Türk’ ismini ‘t, r, k’ yazarlarsa bir araya getirildiğinde ‘Etrak’ olur. Yok, eğer ‘Türk’ ismini en doğru şekilde ‘t, v, r, k’ yazarlarsa, o zaman bir araya getirildiğinde ‘Tevarik’ olması gerekir. Bu yönden bakmak dikkat çekicidir. O vakit bunların da Türk olması uygundur.(12) “Ümmet-i Türkiye” ve “Türk Uleması” gibi kavramsallaştırmalar, Sırat-ı Müstakim tarafından sıkça ele alınır.(13)
Bütün devletlerin, medeniyetlerin anası Türk’tür
Sırat-ı Müstakim, insan havsalasını zorlayan ifadelere yer verir. Türklüğün kıymeti bilinmelidir. Türk, ayağıyla yerleri sarsan, bayrağıyla gökleri tutan taşkın alaydır. İlk yürüyüşüyle illere şan, gövdelere can vermiştir. Bugünkü cemiyetler, devletler, bugünkü beşeriyet, medeniyet hep o anadan doğmuştur. Bu günkü ruh, bu günkü hayat hep o pınardan fışkırmıştır. O büyük ocak, yalnız birkaç oymak yetiştirip ondan sonra kısır kısır oturmamıştır. Osmanlı Türkleri cihangirlere yakışır işler yapmıştır. Küçük bir aşiretten muazzam bir devlet çıkardığını bütün cihan bilir ve bu hakkı teslim eder. İş bu kadarla da kalmamıştır. Bir hakikat daha vardır ki, bu günkü cihan Türklerin eseridir.(14) Müellif, Türklüğün yücelmesi için olağanüstü gayret sarf etmektedir. Aradan çok bir zaman geçmeyecektir ki, Türkçülük mefkûresine karşı da en çok tepkiyi de Sırat-ı Müstakim–Sebilürreşad gösterecektir.
Türkçülüğün tarihi geçmişinde dinin yeri yoktur!
Türkçülük–kavmiyetçilik-milliyetçilik basın yayın yoluyla sürekli pompalanır. Türkün geçmiş tarihle bağı kurulurken, dinin hiçbir belirleyiciliği yoktur. Türkün uyanması için makaleler yazıldığı gibi, risaleler de neşredilir. Türkün geçmişle bağı kurulurken, dine ve inanca hiç değinilmez. Türkler beş bin yıl evvel Altaylarda yaşarken, Tanrı Türk’e seslenmiş, dünyanın her köşesinde süzülen kartal gibi yükselmesini istemiştir. Türk’ün kuvvetli elleri, bütün mağrur başlara yıldırımlar saçacaktır. Türk’e Çin’in, İran’ın, Hindin, Mısır’ın er isteyen tahtları kollarını açacaktır. Atillalar, Cengizler, Timurlenkler, Yavuzlar, Türk’ün göğsünü kabartan ecdadıdır.(15) Soyu Oğuzlara dayanan Türkler, ilk ateşi parlatan, ilk sabanla toprağı sürüp tohum atan, ilk ocağa temel koyan millettir.(16)
Dine milli bir istikamet tayini
Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmed (1869-1939) vb. düşünürler Türkçülük mefkûresinin ideolojik ve felsefi alt yapısını hazırlamaya çalışırken, edebiyat alanında da Türklük ve Türkçülük vurgusu kendisini bariz şekilde göstermektedir.(17)
Türkçülük mefkûresini savunanlardan karamsar olanlar da vardır. Henüz Türkler bir millet olarak ortaya çıkamamıştır. Bu alanda varlık gösterememiştir. Türklük milliyetinin gelişebilmesi, millet olabilmesi için yapılması gereken iki şey vardır. Biri Türk lisanına vicdani bir şuur vermek, diğer taraftan dine milli bir istikamet tayin etmektir.(18)
Türkçülere-kavmiyetçilere itirazlar
Batı dünyasında doğup gelişen ve etkisini çok hızlı bir şekilde gösteren kavmiyetçilik, bünyesinde her çeşitten kavmi barındıran Osmanlı Devleti için büyük sıkıntılar çıkarmıştır. Türkçülüğün basın yayın yoluyla ve mevcut iktidarın teşvikiyle ivme kazanması, popülerleşmesi, İslamlaşma mefkûresini savunanları endişelendirmeye başlamış, buna müteakiben Türkçülük mefkûresine karşı itirazlar yükselmiştir.
Meşrutiyetin ilanından sonra yükselişe geçen Türkçülüğe karşı tepkilerin, reddiyelerin gelmeye başladığı, Derviş Vahdeti (1870-1909) ve Volkan gazetesinin de ilk tepki gösterenlerden olduğu görülmektedir. Vahdeti, kavmiyetçilik davası güdenlere karşı hiddetlidir. Neden böyle bir şeye gerek duyulmuştur? Arap, Laz, Kürt, Zaza, Çerkez, Gürcü, Arnavut, hepsi İslam kardeşidir. Arap Araplık, Türk Türklük, Laz Lazlık, Gürcü Gürcülük, Arnavut Arnavutluk yaparsa, işin içinden nasıl çıkılacaktır. İslam Müslümanları kardeş kılmıştır. Öyle görünüyor ki, İslamiyet kalplerden tamamen silinmiştir. Kavmiyet davası güdenler, kavmim muhafaza olsun da İslamiyet ne olursa olsun mu demek istemektedir?(19)
Avrupa’nın oyunu: Türkçülük
Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi de (1865-1914) Türkçülüğün sürekli öne çıkarılmasına itiraz eder. Türkçülük mefkûresinin sürekli öne çıkarılması, Avrupa’nın bir oyunudur. Türklük, Müslümanlık, Osmanlılık, bu üç unvan Avrupalılarca sürekli birbirine karıştırılmakta, bilhassa Türklük unvanı diğer ikisinin önüne geçmekte, ikisini de kapsamaktadır. Meşrutiyete, “Genç Türkiye” denmekte, bu da tefrikayı körüklemektedir. İslamiyet’te cemiyetin esası kavmiyet değil, dindir ve bunu herkes bilir. İslam kelimesi karşısında her türlü unvanların, sıfatların milliyetlerin, kavmiyetlerin erimekte, kayıp olup gittiği herkes tarafından görülmektedir.(20) Arap, Kürt, Türk Arnavut, Çerkes ve diğerleri cami kapısında kavmiyet libaslarını çıkarıp her biri İslamiyet’in bir ruh-u mecmuu olmak üzere giriyorlar. Yekdiğerini kardeş tanıyorlar.(21) Filibeli “Türklük” karşısında “Osmanlılık” düşüncesini önceler. Birçok kavmin yüzyıllardır bir arada yaşaması, Osmanlı’nın varlığı sayesindedir.
İslam Dini Türklük Araplık tanımaz
Mehmed Akif de (1873-1936) Türkçülük akımına karşı tepki gösterenlerdendir. Süleymaniye Kürsüsünde, Türklük siyasetinin yürümeyeceğini, bu siyaset devam ederse, ne Türklük kalacak ne Araplık diye haykırır.(22) Bosna’dan Sebilürreşad’a mektup yazan Boşnak bir Müslümanın ifade ettikleri de dikkat çekicidir. Bugün muhtelif İslam kavimlerini birleştirmekle mükellef olanların, Türklük namına hareket edip de İslamlığı kâle almamaları teessüfe şayandır. Bu politikaların neticesi vahimdir. Türk olmayan kavimleri hilafete bağlayan değer Türklük değil Müslümanlıktır. (23) İslam Dini, Türklük Araplık tanımaz. Bütün kavimlerin ve İslam unsurlarının hukukunu din temin etmiş ve hepsine müsavi olmuştur. Ecnebilerin yolundan gidenler acınacak haldedirler.(24)
Asabiyet davası güden bizden değildir
Dönemin Türkçülük–kavmiyetçilik mefkûresine karşı gerek muhteva, gerek mahiyet olarak en doyurucu reddiyenin Babanzade Ahmed Naim’den geldiği söylenebilir. Babanzade, Türkçülük düşüncesini savunanlara Sebilürreşad’da yazdığı uzun bir makalesiyle itiraz etmiştir. Babanzade’nin bahsi geçen reddiye mahiyetindeki makalesi Sebilürreşad’ın 293. sayısında yayınlanmıştır. Daha sonra risale olarak bastırılan(25) bu makale, kavmiyetçilere şer’i, tarihi ve mantıki anlamda ciddi eleştiriler getirmektedir.
Babanzade Ahmed Naim, bahsi geçen uzun reddiyesinden önce de, kavmiyetçilere karşı çok ciddi muhalefet etmiş, Sebilürreşad’ın 212. sayısında bir hadisi şerh ederken, Türkçülük mefkûresini savunanları İslam dairesinin dışına çıkarmıştır.(26)
Ahmed Naim, Resulullah’tan (sav) rivayet edilen “Asabiyet davasına kalkışan, onu yücelten ve teşvik eden bizden değildir. Asabiyet üzerine savaşa girişen de bizden değildir. Bunun gibi asabiyet davası üzerine ölen de bizden değildir” hadisini ele alarak şerh eder. Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz’in “Bizden değildir.” diyecek derecede uyarıcı ifadesine muhatap olanlar; Acaba “Din-i İslâm’ın dâire-i hıfz u emânına dâhil midirler?” İslam Dini bütün Müslümanları kardeş ilan etmiştir.
Kiminin Arap, kiminin Türk, kiminin Acem, kiminin Hintli olması hiçbir suret ile aralarına şikak ve nifak ilka edemez. Hangi kavimden olursa olsun, Müslümanların iyi olmasını ister, kendi kavminin iyi olmasını öncelemez. Kendisi için, akrabası için, kavim ve kabilesi için istediği dünyevi ve uhrevi saadete, bütün Müslümanların kavuşmasını istemeyen Müslüman yoktur. Kendi kavmini önceleyenlerin henüz kalbi imandan nasibini almamıştır.(27)
Osmanlı’nın büyük sorunu
Babanzade Ahmed Naim, Türkçülük–kavmiyetçilik cereyanlarından çok rahatsızdır. Gelinen eşikte, kavmiyetçi fikirler Osmanlı unsurları arasında büyük sorun çıkarmaya, her kavim kendi menfaatini gözetmeye başlamıştır. Bünyesinde onlarca kavmi barındıran bir devlet için, en büyük tehlike şüphesiz ki kavmiyet üzerinden ayrılıkçı fikirlerin yayılmasıdır. Ahmed Naim kavmiyetçiliğe karşı mücadele etmenin gerekliliğine inanmıştır.
Musa Kazım Efendi’nin (1858-1920) İslam Mecmuasında “İslam ve Terakki” adında üç bölümlük bir makale serisi neşredilir. İslam Mecmuası da, adı her ne kadar “İslam” olsa da, milliyetçi-kavmiyetçi düşüncelere yatkındır ve “Türk Yurdu” dergisinin yayın çizgisine yakındır. Musa Kazım Efendi, makale serisinin sonuncusunda, İslam’ın istisnasız bütün Müslümanları kardeş kıldığını ve Peygamber (sav) efendimizin de bu kardeşliği Medine’ye hicretinde ameli olarak gösterdiğinden bahseder. İslam’da esas olan kavmiyet değil, dindir. Ve Müslüman olan her insan, kavmiyetine bakılmaksızın kardeştir.(28) Musa Kazım Efendi aynı makalesinin sonunda İslam Mecmuasına bazı sorular da sorar.
Avrupa’nın muzır fikirleri
Ahmed Naim Efendi de Türklüğe karşı yazdığı reddiyesine, Musa Kazım’ın bu sorularını gündeme getirerek başlar. Zira Musa Kazım’ın soruları cevapsız kalmıştır. Naim Efendi de buradan söze başlar. İslam Mecmuası, milliyet–kavmiyet fikirlerine münevver bir cereyan vermeyi kendisine vazife edinen Türk Yurdu’nun samimi bir yoldaşı durumundadır.
Kavmiyet ve cinsiyet davasının mazisi her ne kadar onbeş-yirmi seneyi bulsa da, hayat memat meselesi olması Meşrutiyetin ilanıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu yeni cereyan da Avrupa’dan taşınan muzır fikirlerden biridir ki, Müslümanlar için vahim bir durum arz etmektedir. Son dönemde Osmanlı düşünürleri, Avrupa’nın fena şeylerini almak ve iyi olanlarını da bozmak hususunda çok mahirce davranmaktadır. (aynı makale)
Müslümanlar için kavmiyetçilik davası şer’an kötülenmiştir, merdudtur. Şer’an karşılığı ise, cahiliyet davasıdır. İslam’ın bakışına, bekasına, Müslümanların refah ve saadetine büyük darbedir. Hele ki içinde bulunulan zaman itibarıyla büyük sıkıntılar yaşanılan dönemde bir avuç Müslümanın, kavmiyetini öne çıkarması, cinnet halidir.
Türkçü – İslamcı
“İslamlaşmak” kavramının Yusuf Akçura’dan bu yana sıklıkla ve hemen herkes tarafından kullanıldığı bilinmekle birlikte, “İslamcı–İslamcılık” kavramının ilk ne zaman kullanılmaya başlandığına dair somut bir tarih yoktur. Bu kavramı, Babanzade Ahmed Naim, adı geçen reddiyesinde kullanmaktadır. Ahmed Naim, Türkçü–İslamcı kavramlarını kullanırken de, Türkçüleri iki kısma ayırır.
“Bazı Arap ihvanımızın da’vâ-yı cinsiyyetle ta’kīb ettikleri gayeyi bilemezsek de “Türkçü” namını şiâr edinen Türk kardeşlerimizle temasımız ziyade olduğu için mezhep ve mesleklerini biliyoruz zannındayız. Kürd ihvânımız ise —anladığıma göre— henüz bu hastalıkla musâb olmamışlardır. Ve fîmâ-ba’dda musâb olmamalarını Cenâb-ı Hakk’tan niyâz ederim.
Türkçülerle vâki’ olan münâzarât ve münâkaşâtımızdan —beş senelik mesâîye rağmen— hâlâ kendilerine sağlam bir gāye ittihâz etmekte müttefik olmadıklarını anlıyoruz. Nereye ve niçin gittiğini idrâkten âciz ve bütün yaygaraları uydum kalabalığa demekten ibâret olan cemâatin ekseriyeti bir taraf edilirse Türkçülük savunusunda bulunanları, bunların ulularını ikiye bölünmüş görüyoruz. Bir takımı hâlis “Türkçü”, diğer takımı ise “Türkçü-İslâmcı”dır.” (S.R. c.12, sayfa 116)
Kanaatimizce “İslamcı” kavramını ilk kullanan Ahmed Naim Efendi’dir ve tarih 1914 yılıdır. Zira “İslamlaşmak” kavramı çok sık kullanılmakla birlikte, salt “İslamcı” kavramına rastlanmamaktadır.
Yeni bir iman, yeni bir kavim, yeni bir millet
Ahmed Naim “Halis Türkçüler” diye ayırdığı kesim hakkında dikkat çekici tanımlamalar yapar. Halis Türkçüler, kendi dininden geleneğinden, örf ve adetlerinden kopuk olarak büsbütün yeni bir mefkûre ihdas etmek, yeni ananeler meydana getirmek, yeni bir “iman” ile “yeni bir “kavim, yeni bir millet” oluşturmak gayesindedir. Halis Türkçülerin bu gayelerini savunurken ileri sürdükleri bazı gerekçeler vardır.
Türkler haricen ve dahilen birçok tehlikelere maruz kalmıştır. Şimdiye kadar bu devletin bekasını temin için canıyla ve malıyla en çok mücadele eden Türklerdir. Buna rağmen Türkler zayıf düşmüştür. Maarifi, ticareti, sanatı ve hatta ziraatı mahvolmuştur. Bir vatanda yaşayan bunca Müslüman ve gayrimüslim kavimlerden ise bu fedakârlıklar karşısında cefa ve gönül kırıklığı görmüştür. Artık kendini toplayıp biraz da kendine bakması, fedakârlıklarını diğer akvama karşı biraz kısarak kendine hasr etmesi zaruridir. Bunun için ise Türklük esasına dayanan yeni bir mefkûreye ihtiyaç vardır. (S.R. s.116) Dikkat edilirse, halis Türkçülerin ileri sürdüğü gerekçeleri, günümüzdeki halefleri de aynen söylemektedir.
İman ile kurtulmak mümkün değildir
Babanzade’nin “Halis Türkçüler” olarak tanımladığı bu grup için, İslam bağı ancak ikinci dereceden kalan bir bağdır. Ahiret işlerini dünyada iken dert edinmenin bir anlamı yoktur. Ahiret saadetinden önce dünyadaki saadetin yolu aranmalıdır. Din bizi mesut ettikçe onun arkasından koşulabilir, fakat görülmektedir ki dini hissiyatlar da gevşemiştir. İman ile kurtulmak mümkün değildir. İman ile kurtuluş olsaydı, bu hale gelinmezdi. Kavmiyet cereyanı Avrupa’dan gelen coşkun bir seldir ve önünde durmak mümkün değildir. Muasırlaşarak terakki edilecekse Avrupa’dan kopulamaz. Zaten Avrupa’da dinin buyruklarına göre hareket etme modası çoktan geçmiştir. Bunlar antika düşüncelerdir. Böyle antika düşüncelerden vaz geçilmezse, müzelerdeki antikalar gibi olunur. (S.R. s.116)
Halis Türkçüler kendilerini bu gerekçelerle haklı göstermeye, kavmiyetçiliği meşrulaştırmaya çalışmaktadır. İslam ile hiçbir bağları olmadığı gibi, dini sırtlarında bir yük olarak görmektedir. Halis Türkçüler için din, ahireti hatırlattığı için bir bakıma ayak bağıdır. Onlar için din, Gökalp’in dediği gibi ancak “Türkleştirilirse” bir anlam kazanacaktır.
Babanzade Ahmed Naim’e göre Halis Türkçüler fazla değildir. Çoğunluğu teşkil edenler, “Türkçü–İslamcı” olanlardır. Naim Efendi, Halis Türkçülerle uzun uzun münakaşa etmeyi abes ve gereksiz görür. Zira bu kesimin telkin etmek istediği şey açıkça dinsizliktir. Kendisinin “Türkçü–İslamcılarla” dertleşebileceğini ifade eder. Zira bunlarla İslâm dairesinde anlaşmanın, onlara hakikati din namına kabul ettirmenin daha kolay olacağı kanısındadır.
“Türkçü-İslâmcı” olan ulular ile ettiğimiz konuşmalar diğer refîklerinden nisbet kabûl etmeyecek derecede adaletli olduklarını ispat ediyor. Bunlar vakıa Türk unsurunun zaafından, yardıma muhtaç olduğundan bahis ediyorlar. Lâkin câmia-i İslâmiyyeyi kırmak istemezler. Bu câmiayı hem anâsır-ı sâire-i İslâmiyyenin ayrılmaması, hem de Türklerin sühûletle terbiye ve taâlîsi için elzem addederler.”
Dini iman – Kavmi iman Babanzade, bu kesimin Türkçülüğü savunmakla beraber, İslam camiasıyla da iyi geçinmenin yolunu güttüklerini ifade eder. Kanaatimizce Ahmed Naim tam da bu noktada yanılmaktadır. Zira bu kesim, kavmiyetçilikle İslam’ı, daha açık bir tabirle Türkçülükle İslam’ı harmanlayarak yeni bir zihin yapısı ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Asıl tehlikeli olan da budur. Babanzade onların yanıldığı noktayı zikrettiği halde, yaklaşımı isabetli değildir. Bu kesim kavmiyetçiliğin İslam’a muhalif olmadığını savunmaktadır.
“Yalnız bir noktada yanılıyorlar: “Türklük camiası İslam camiasını takviye eder. Asabiyet davası, İslam Dinine aykırı değildir. İki mefkûre birbirini düşman olarak görmez. Bilakis birbirini tamamlar ve birbirinin güçlenmesine yardım eder. Üzülerek söylemek gerekirse, iman ve İslam’dan habersiz olan gençleri hiç olmazsa, vatan ve kavmiyet namına İslam’a ısındırmaya çalışabiliriz diyorlar. Dini imanın yerine bir de Kavmi iman ikame ediyorlar.”
Ahmed Naim, Türkçü–İslamcı dediği kesime sıcak bakar ve bu kesimden umutludur. Makalesinin merkezine bu kesimi oturtur ve bu kesime nasihat vermeye çalışır. Onlarla konuşmanın, kendilerine fayda getireceğini düşünmektedir. Bu bakımdan Türkün önemli olduğunu, onların yardımlarının inkârının mümkün olmadığını sıklıkla dile getirir. Lakin yaptıkları içtima hizmetler, hiçbir zaman cevaz verilen sınırların ötesine geçerek, cahiliyet davasına dönüşmemelidir. Türkçü–İslamcı kesimin yapacağı önemli işlerin başında, muhtaç olunan dini dünyevi ilim ve fenlerin tamamının anlaşılacağı şekilde basit bir lisanla ortaya konmasıdır. Kütüphanelerini dünyanın en zengin kütüphanesi yapmalılar. Fakat bunları yaparken hiçbir zaman “Ey Türk” diye değil, “Ey Müslüman” diye hitap edilmelidir. Türkçü–İslamcı kesim muhataplarına daima Müslümanlıklarını hatırlatmalı, Türklüklerinden bahsetmemelidir. Türkün tarihi İslâm tarihinden ayrılmamalıdır. (s.117)
Türk kavminin bütün felaketlerini dinde bulmak
Babanzade dönem itibarıyla çok önemli şeyler söylemektedir. Avrupa’dan esip gelmekte olan kavmiyet kasırgasının önünde durmaya çalışan Ahmed Naim, yaşadığı toplumu da bu fitneden sakındırmaya gayret eder. Aslında Türkçü–İslamcı kesimin peşine düştükleri dava adına bir şey yaptıkları da görülmemiştir. Memlekete ve memleket insanına fayda sağlayacak hiçbir icraatları olmamıştır.
Türkçü–İslamcılar, Türkçülük adına birçok yeni uygulama da ortaya koymaya çalışmaktadır. Bunlardan biri de, “Ergenekon’dan Kurtuluş Bayramı” diye ortaya attıkları yeni bidattir. Eski müşrik Şamanilerin hatıratını yad etmek, bu millete peşkeş çekmek için gayret gösterirler. Bu ise, kendi fikirleriyle çelişki arz etmektedir. Türk kavminin bütün felaketlerini İslam Dininde bularak, Şamani mezhebine dönmeyi tavsiye eden kişiler vardır.
Çifte mefkûre: Türklük – İslamlık
Ahmed Naim önemli bir hususa daha işaret eder. Türkçü–İslamcı cenah, ne kadar iyi niyetli çaba gösterirse göstersin, Dinin yasakladığı yollarla asıl maksada erişmek mümkün değildir. Bütün iyi niyetler, gidilen yolun yanlışlığından dolayı hüsranla sonuçlanır. Müellif Türkçü–İslamcı cenahtan hala umutludur. Bu cenaha nasihat vermeyi sürdürür.
“Sizler hâlis Türkçüler gibi insafsız da değilsiniz. O hâlde felâket büsbütün sarpa sarmadan geçmişi telafi etmeyi İslâmiyet namına, insaniyet namına, hatta bu gidişle geleceğinden pek ziyade korktuğum Türklük namına sizden niyaz ederim, istirham ederim, halkı “çifte mefkûre” sâhibi etmeyiniz. İçinizde üç vatan sâhibi olmak isteyenler de varmış. Hâlbuki yine Türk meselidir, “Çatal kazık yere girmez” derler. Siz bu çatal mefkûreyi, üç başlı vatan kaygısını kimin kalbine sokabilirsiniz? Siz yine hâlis İslâm gayesinden şaşmayınız. İslâm gayesi Türklüğü kurtarır. Türklük gayesi ise daire-i İslâm’ı hiçbir vakitte ihata edemez. Çifte gaye ile de hiçbir iş görülmez. İnsaf edin. Sizin taraftarlarınız Türklüğü mü çok sevecek? Yoksa İslâmiyet’i mi? Her ikisini aynı derecede sevsin derseniz olmaz. Çünkü bir gaye, gaye olabilmek için aşk derecesinde sevilmelidir. Elbette tasdik edersiniz ki aşk inkısam ve bölünmeyi kabul etmez. İki gaye takip eden kimse mutlaka birini daha ulvî bir gaye ittihaz ettikten sonra diğerini onun içinde eritecek, kaynatacak ve iki gayeden aşağı olanını en ulvî tanıdığı gayeye olan alâkası nispetinde sevecektir. Yani birine olan muhabbeti diğerinin hatırı için olacak.” (S.R. s.118)
Babanzade Türkçü–İslamcı cenaha çok ciddi ikaz ve eleştiriler getirmektedir. Bir kalpte iki sevda olmaz, Allah bir bedende iki kalp yaratmamıştır. Fakat bu cenah, Halis Türkçülerin yapamadığını, belki de yapmaya cesaret edemediklerini, bilfiil yapmaya çalışmaktadır. Milleti çifte mefkûreye, bir bakıma ikiyüzlülüğe, hem Türklüğü hem İslam’ı sevmeye çağırmaktadır.
Üç vatan
Halis Türkçüler ise üç mefkûreyi birlikte zikretmektedir. Halis Türkçülerden Gökalp’in ve Köprülü’nün zikrettiği “Türkleşmek, Muasırlaşmak, İslamlaşmak” ve Gökalp’in “Muasır bir Türk İslam’ı” tezleri, Babanzade’de “üç vatan” olarak karşılık bulur. Bu cenah Türkü İslam boyasıyla boyamaya değil, İslam’ı Türkün boyasıyla boyamaya çalışmaktadır. Yusuf Akçura da “Üç Tarz-ı Siyaset” düşüncesinde “İslam dini büyük Türk milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir”(29) demektedir. Gökalp’in “Türk İslam’ı” ve dini Türklüğün kültürel bir parçası olarak görmesi, Ahmed Naim’i isabetli bir tespite götürmüştür.
Yüzünü Kâbe’den Turan’a çeviren Türk
Türkçü–İslamcı cenah, Halis Türkçüler gibi değildir. Halis olanlar her şeyi açıkça söylemekte, ikiyüzlülük etmemekteler. Fakat Türkçü–İslamcı cenah, hem kavmiyeti hem de dini birbirine mezcetmek için olağanüstü çaba göstermekteler. Din ile kavmiyeti değer olarak aynı görürlerken, Kâbe ile Turan Ülküsünü de birbirine müsavi değerlendirirler. Babanzade bu meselede de endişelidir. “Türklerin yüzünü Kâbe’den Turan’a çevirmekten vazgeçiniz” diyerek uyarma ihtiyacı hisseder. Eğer böyle yapılırsa, ahali Turan’a bakarken Kâbe’yi unutacaktır. Türkçü–İslamcı cenah, dinsiz olan gençliği imana getirmek için, kavmiyet oltasını kullanmaya çalışmaktadır. Ahmed Naim Efendi bu hususta da uyarılarda bulunur.
“Dinsiz olan gençliği imana getirmek, onları din namına avlamak için kavmiyet oltasını kullanmaya hacet yok. Hatta bu hareket zarar bile verir. Zira kavmiyet zokası zehirlidir. Onu yutanlar zaten dinsizlikle ma’lûl hastalar ise bu zehir ile şifa bulamazlar. Eğer dindar iseler o zehri yuttuktan sonra felâh bulamazlar. Her hâlde şuna emin olmalısınız ki İslâmiyet’i yasakladığı şeylerle barıştıramazsınız.” Asabiyet davasının şeriatın yasakladıklarından olmasının gayesi, Müslümanlar arasında vahdeti sağlamak içindir.” (S.R.s.118)
Babanzade, Türkçü–İslamcılara karşı eleştirilerinde sertleşir. Birbirinin zıddı olan ham hayallerden vaz geçilmeli, her şeyden evvel çifte mefkûre kafalardan silinmelidir. Ya “Halis Türkçüler” gibi olunmalı ya da dobra dobra İslamcı. Zira hem İslam sancağı altında, hem de cahiliye sancağı altında bulunmak imkânsızdır. Müslümanlarla ne kadar muhabbet etseniz de, öne çıkardığınız Türklük unvanı, mutlaka tefrika üretecektir. Sürekli Türklük unvanını öne çıkarmak, Türk olmayan diğer Müslüman kavimler arasında soğukluğun ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Türklük değil Müslümanlık öne çıkmalı
Şer’i sınırlar dahilinde Türklük için çalışılabilir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, yapılan işlerin “Türklük” namına değil, “Müslümanlık” namına yapılmasıdır. “Türkler!” hitabına karşılık daima “Müslümanlar!” hitabı tercih edilmelidir. Cengiz’in yasasını bilmek, İlhan’ın yurdunu tanımak, Altınordu’yu anmak Müslümanlara lâzım olan bir şey değildir. Zira Hak’tan sonra dalaletten başka bir şey yoktur.
“Türkçü-İslâmcı ihvanımıza hâlisane nasihatimiz budur. Hevâ-yı asabiyyetle gözleri kararmış olan Arab ihvanımıza da söyleyeceğimiz budur. Lâkin bunların şu meziyet ve haklarını inkâr etmeyelim ki yâd-ı mefahirlerini devri İslâm’ın ötesine sıçratmadılar. Ve ne Ebû Leheb ile, ne Ebû Cehil ile, ne de Seyf Zîyezen ile iftihar etmeyi henüz akıllarına getirmedikleri gibi a’yâd-ı câhiliyyeden hiç birini tutmayı hatırlarına getirmiyorlar.” (S.R. s.118)
Babanzade Ahmed Naim, Türkçü–İslamcı cenaha nasihatlerini böylece sonlandırır. Uzun makalesinin devamında Kur’an’ı Kerim’den, Hadislerden ve tarihi kayıtlardan deliller getirerek, kavmiyet davasının İslam’da yerinin olmadığını çok açık ve anlaşılır şekilde izah eder.
Babanzade Ahmed Naim’e cevap
Babanzade Ahmed Naim’in bu uzun reddiyesine karşılık, Ahmed Agayef (Ağaoğlu) Türk Yurdu dergisinde, “İslam’da Dava-yı Milliyet” başlıklı makalesiyle kendisine cevap verir. Agayef ’in cevabı da oldukça uzundur.(30) Ağaoğlu Babanzade’ye asabiyet ve kavmiyet kavramları üzerinden açıklama getirmeye çalışır. Biz, Ağaoğlu’nun makalesini, konumuz dışında olduğu ve muhtevanın daha da uzamaması için buraya almayı uygun görmedik.
Sonuç:
Yirminci yüzyılın başlarında çıkan kavmiyet belası, yüz yıl gibi bir sürede bütün dünyada etkisini gösterdiği gibi, özellikle halkı Müslüman ülkelerde yıkıcı sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Kavmiyetçilik, Osmanlı’dan sonra kurulan cumhuriyetle birlikte dallanıp budaklanmış, yeni devletin resmi ideolojisi olmuştur. Müslüman ahali arasında tutunmasında ise, sağcı muhafazakâr iktidarların büyük emeği vardır.
Babanzade Ahmed Naim Efendi’nin, kendisine yakın gördüğü Türkçü–İslamcı cenah, kendisinin de korktuğunu gerçekleştirmiş, milleti çifte mefkûre sahibi yapmıştır. Daha da ilerisi, Gökalp ve Köprülüzade Mehmed Fuad’ın zikrettiği, “Muasır bir Türk İslam’ı” icat edilmiş, Müslüman ahali üç vatanlı olmuştur.
Babanzade Ahmed Naim, Türkçü–İslamcılara “milletin yüzünü “Kâbe’den Turan’a çevirmeyin” diye seslenmiştir. Seslenişinden yüz yıl sonra, Müslümanların yüzü Kâbe’den başka her yöne dönmüş, kıblesini şaşırmıştır. Kâbe’den yüzünü çevirenler, yüzünü iktidara, paraya, makama, mala mülke, Anıtkabir’e, Washington’a, Paris’e, Londra’ya çevirmiş öyle yaşamaktadır.
Türkçü–İslamcılar, dini her alanda kullanışlı bir malzeme olarak görmüşler, laik seküler siyasetlerine, hukuklarına, iktisatlarına, içtimai uygulamalarına meşruiyet devşirmek için aracı kurum olarak kullanmışlar, kullanmaktadırlar.
Yakup Döğer/İktibas Dergisi
Dipnotlar:
(1) Şükrü Hanioğlu, Türkçülük, DİA, cilt 41, sayfa 551
(2) Yusuf Akçura, Üç Tarzı Siyaset, Türk, sayı 24, tarih 25 Mart 1320 – 7 Nisan 1904
(3) Babanzade Ahmed Naim, İslâm’da Da’vâ-yı Kavmiyyet, Sebilürreşad – cilt 12, sayı 293, tarih 10 Nisan 1330 – 23 Nisan 1914
(4) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Türk Yurdu, cilt 3, sayı 11, sayfa 337, tarih 7 Mart 1329 – 20 Mart 1913
(5) Gökalp, a.g.m.
(6) Köprülüzade Mehmed Fuad, Türklük, İslamlık, Osmanlılık, Türk Yurdu, Cilt 4, sayı 21, sayfa 692, tarih 25 Temmuz 1329 – 7 Ağustos 1913
(7) Abdülgani Seni, Türklük Araplık Meselesi Var mı Yok mu?, Mecmua-i Ebüzziya, cilt 10, sayı 105, sayfa 842, tarih 24 Receb 1329 – 21 Temmuz 1911
(8) Timurtaş, İslamiyet Karşısında Milliyetler: Türklük, İctihad, cilt 4, sayı 68, sayfa 1493, tarih 30 Mayıs 1329 – 23 Mayıs 1913
(9) İsmail Gasprinski, Türklük ve Osmanlılık, Türk Yurdu, cilt 6, sayı 9, sayfa 2297, tarih 26 Haziran 1330 – 9 Temmuz 1914
(10) İslam ve Türk Alemi Türk Derneği, Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 20, sayfa 318, tarih 29 Kânunuevvel 1324 – 11 Ocak
(11) Türk Derneği Nizamnamesi, Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 21, sayfa 332, tarih 01 Kânunusani 1324 – 14 Ocak 1909
(12) Konferans: Türklüğe Dair, Ahmed Midhat Efendi – Eşref Edip, Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 21, sayfa 334
(13) A. Sevindik – Rusya, Ufa, İslam ve Türk Alemi: Rusya Müslümanlarında Dil ve Edebiyat, Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 19, sayfa 300, tarih 18 Kânunuevvel 1324 – 31 Aralık 1908
(14) Ispartalı Hakkı, Türklük Gayreti, Sırat-ı Müstakim, cilt 6, sayı 141, sayfa 166, tarih – 5 Mayıs 1327 – 18 Mayıs 1911
(15) Mehmed Emin Yurdakul, Türk yurduna: ey Türk uyan!, İstanbul: Babikyan Matbaası, 1330
(16) Mehmed Emin Yurdakul, Irkımın Türküsü, Bilgi Mecmuası, cilt 2, sayı 7, sayfa 669, Tarih 1330 – 1914
(17) Ömer Solak, II. Meşrutiyet Romanında “Türk” ve Türklük, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi Dergisi, 21 /2009
(18) Ağaoğlu Ahmed, Milli Cereyan, Türk Yurdu, cilt 8, sayı 2 (80), sayfa 2531, Tarih 19 Mart 1331 – 1 Nisan 1915
(19) Derviş Vahdeti, Din–Kavmiyet, Volkan, cilt 1, sayı 41, tarih 28 Kânunusani 1324 – 6 Şubat 1909
(20) A. Seni, Türklük, Müslümanlık, Osmanlılık, Hikmet, cilt 1, sayı 12, sayfa 4, tarih 24 Haziran 1326 – 07 Temmuz 1910
(21) Mehmed Fahreddin, Millet–Milliyet, Hikmet, cilt 2, sayı 60, sayfa 4, tarih 26 Mayıs 1327 – 8 Haziran 1911
(22) Mehmed Akif, Süleymaniye Kürsüsünde, Sebilürreşad, cilt 8, sayı 204, sayfa 416, tarih 19 Temmuz 1328 – 1 Ağustos 1912
(23) Boşnak İbrahim Alagiç, Dersaadet’te Sebilürreşad Ceride-i İslamiyesine, Sebilürreşad, cilt 8, sayı 189, sayfa 125, tarih 5 Nisan 1328 – 18 Nisan 1912
(24) Irak’da Arablık Türklük, Sebilürreşad, cilt 10, sayı 241, sayfa 117, tarih 11 Nisan 1329 – 24 Nisan 1913
(25) Ahmed Naim, İslam’da dava-yı kavmiyet, Darülhilafe: Tevsi-i Tabaat Matbaası, 1332 – 1916
(26) Ahmed Naim, Hadis-i Şerif, Sebilürreşad, cilt 9, sayı 212, sayfa 64, tarih 13 Eylül 1328 – 26 Eylül 1912
(27) Ahmed Naim, a.g.m
(28) Musa Kazım, İslam ve Terakki III, İslam Mecmuası, cilt 1, sayı 3, sayfa 76, tarih 27 Şubat 1329 – 12 Mart 1914
(29) Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, sayfa 60, Lotus Yayınevi, Mart 2005, Ankara
(30) Ahmed Agayef, İslam’da Dava-yı Milliyet, Türk Yurdu, cilt 6, sayı 10, sayfa 2320, tarih 10 Temmuz 1330 – 23 Temmuz 1914