17-11-2014 08:48

Davetin anayasası

Davetçiler, insanları nasıl davet edeceklerini, gafil kalpleri nasıl uyaracaklarını, tükenmiş ruhları nasıl dirilteceklerini Kur`an`dan öğrenmek zorundadırlar. Bu Kur`an`ı indiren, Allah`tır. İnsanın tabiatini bilen, ruhunun derinlik ve boyutlarından haberdar olan Allah...

Davetin anayasası

Davet  insanın yaratılış amacını kuşanmasının diğer adıdır desek yeridir. yaratılış amacını kavramamış olanların, tüm benlikleri ile bağlanarak, yöneldiklerini, sevdiklerini söyledikleri Allah; onlara daveti emrederken, ondan bihaber, sorumsuz ve ilgisiz kalmaları, af edilecek bir tutum ve davranış olamaz.

Davet; hedefi ve amacı olan insanın, bu hedef ve amaç için ortaya koyacağı tüm çaba, düşünce ve duyguların cehdini  kuşatır ki!

Bu nedenle, resul ve nebilerin tümü davet ederek nasıl olunması gerektiğini örneklemişlerdir. Hal bu iken, insan bundan  kendini nasıl azade görebilir.

Tüm olumsuzluklara rağmen; tüm benliğimizle Yüce Allah'a yeniden, yeniden çağırmak üzere yola koyulabiliyorsak, inandığımız ve bağlandığımız değerin sadıklarıyız/mü'minleriyiz demektir. (İnşaallah)

Kitabın 1. cildinin 5. başlığı "Davet"in ilk bölümü olan "Davetin Anayasası" kısmını ilginize takdim ediyoruz:

Bu Kur'an, bir ümmet meydana getirip bir devlet kurmak, bir toplum yönetip ruh, ahlak ve akılları eğitmek için Hz. Peygamber'in (s.a.s.) kalbine inmiştir,

İslâm ümmeti; hayat ve hareket tarzını, tüm insanlara ilişkin tavır ve bakışını Kur'an-ı Kerim'in direktif ve emirlerine göre belirlemek zorundadır.

 "Alemlere bir uyarıcı olmak üzere kulu (Muhammed'e) Furkan'ı indiren Allah'ın şanı yücedir." (el-Furkan: 1)

Davetçiler, insanları nasıl davet edeceklerini, gafil kalpleri nasıl uyaracaklarını, tükenmiş ruhları nasıl dirilteceklerini Kur'an'dan öğrenmek zorundadırlar. Bu Kur'an'ı indiren, Allah'tır. İnsanın tabiatini bilen, ruhunun derinlik ve boyutlarından haberdar olan Allah...

Davetçi, sürekli olarak Kur'an'a başvurmak zorundadır. Çünkü Rabbinin, kendisini himayesine aldığını, acı ve yorgunluklarını hafiflettiğini, kendisine huzur verdiğini, sıkıntılarını giderdiğini ve cahiliyyenin baskı, kötülük ve saldırganlığından ileri gelen zorlukları kolaylaştırdığını o zaman anlayabilir. Yüce Allah'ın üzerine güven ve huzur yağdırdığını, üzerine lütuf, gözetim ve sevgi rüzgarlarını estirdiğini ancak o zaman hissedebilir.

A - Giriş

Kur'an-ı Kerim, bu ümmetin canlı kitabı ve öğüt veren rehberidir. Bu ümmetin, kendisinden hayat derslerini aldığı bir medresedir. Eğiten ise, hiç şüphesiz Yüce Allah'tır. Ve her tür noksanlıktan münezzeh olan Allah; Kur'an-ı Kerim'in, Hz. Resul (s.a.s.)'in vefatından sonra ebedî ve canlı rehber olmasını istemiştir. Bu ümmetin tüm kuşaklarını yönetmesi, eğitmesi ve raşid önderliğe hazırlaması için bunu istemiştir. Bu raşid önderlik, O'nun bir va'didir. Kur'an'ın hidayetiyle doğruya yöneldiği, O'nun ahdine bağlı kaldığı, tüm hayat sistemini ondan aldığı, onunla övündüğü, yeryüzünün tüm cahili sistemlerine karşı onunla üstünlük sağladığı her zaman va'dettiği bir raşid önderlik...

Bu Kur'an, okuna duran mücerred bir söz değildir. O, kapsamlı bir ana yasadır. Hem eğitim ana yasasıdır, hem de pratik bir hayatın ana yasasıdır. Bu anayasada Hz. Âdem (a.s.)'dan itibaren başlayan tevhid çağrısının deneyimlerine özellikle yer verilmiştir. Yüce Allah onu, bu özelliğiyle İslâm ümmetinin her kuşağına bir azık olarak sunmuştur. Hem kişilerle, hem de hayat pratiğiyle ilgili deneyimleri sunmuştur ki, İslâm ümmeti bilerek yoluna devam etsin. Bu büyük ve çeşitli mükemmel deneyim birikiminden yararlanarak.

Öyleyse bu Kur'an'ın okunması gerekir. Geçmiş Müslüman kuşaklardan bilinçlice öğrenilmesi gerekir. Ve düşünmek gerekir ki bu Kur'an'ın buyrukları, tüm canlılığıyla ayaktadır. Bugünün sorunlarını çözmek için bugün inmiş gibi, ileriyi aydınlatan bir kitap olarak...

Yani sadece tecvidle okunan güzel bir söz olarak değil...

Yahut geçmişte kalıp hayata tekrar dönüş yapması imkansız bir araştırma vesikası olarak da değil...

Bu Kur'an'ı, pratik hayatımızın hem şimdiki, hem de ileriki sorunlarına çözüm bulmak maksadıyla okumazsak, ondan kesinlikle yararlananlayız. Tıpkı Kur'an buyruklarına; pratik hayatına uygulamak üzere anında başvuran ilk müslüman cemaat gibi...

Kur'an'da, Yüce Allah'ın, Müslüman cemaat üzerindeki gözetimini ispatlayan tabloyu görüyoruz. Bu cemaati, Allah'ın gözetiminde yetişirken. Onun gösterdiği metodla eğitilirken, ilahî gözetimi bizzat hissederken, Onun yanı başlarındaki varlığını küçük - büyük tüm işlerinde, gizli - açık tüm hallerinde gönüllerinde yaşatmanın bilincine varırken ve düşmanların gizli veya açık planlarına karşı ilahî himaye ortamında bulunurken görüyoruz. Allah'ın, onları himayesine, gölgesine ve sancağının altına alırken görüyoruz. Böyle bir ortamda kendilerini alışkanlıklar ve ahlakî yönden yetiştirirken...

Allah'ın korumasına girmiş, dinine sarılmış, ilahî hizbin yeryüzü üyeleri olmuş ve ilahî sancağı yüceltmiş bir cemaata yaraşır eğitimden geçirirken...

Kendilerini tüm dünyaya tanıtan İlahi sancağın altında yetişirlerken görüyoruz.

Bu Kur'an, ilke ve direktifleriyle ilk İslâm cemaatini oluşturan bir kitaptır. Bu ilke ve direktifler, aynı ilke ve direktiflerdir. Her zaman ve her yerdeki bir İslâmî cemaatin kurulmasında vazgeçilmez ve hâlâ yürürlükte olan ilke ve direktiflerdir. Kur'an-ı Kerim'in verdiği savaş, her zaman ve her ortamda verilecek savaşın aynısıdır. Hatta Kur'an-ı Kerim'in hedef aldığı geleneksel İslâm düşmanları da aynı düşmanlardır. Desise, hile ve oyunlarıyla, kullandıktan yöntemleriyle aynı düşmanlardır. Şartların değişmesiyle bu yöntemlerin biçimleri değişmiş; ama karakter ve hakikatları hep aynı kalmıştır.

Dünkü ilk İslâm cemaati Kur'an-ı Kerime nasıl muhtaç idiyse bugünkü İslâm ümmeti de gerek mücadelesinde ve gerekse savunmasında aynı ilahî direktiflere gene muhtaçtır. Sağlıklı bir düşünceye dayanıp insan ve kainata ilişkin tutumu kavrama konusunda da Kur'an'ın emir ve direktiflerine muhtaçtır. Çünkü bu ümmet, yolunun işaretlerini ancak Kur'an'da bulabilir, tüm açıklığıyla.

Şu halde Kur'anı Kerim, bu ümmetin hayatına hükmeden kitap olmaya devam etmektedir. Bu ümmetin pratik hayatındaki gerçek rehberi ‘O' dur. Hayat sistemi, toplum düzeni ve her konudaki bakış açısına dayanak olan mükemmel ve kapsamlı anayasa odur. Seçkin sahabe neslini ve onları yöneten önderliği ortaya Çıkaran bu ilahî metod; aynı nitelikte başka nesil ve önderlikler yetiştirmeye de kabildir. Sonsuza değin sürecek olan bir gerçektir bu. Tabi ki eğer İslâm ümmeti bu kaynağa yönelirse, bu Kur'an'a gerçekten inanıp onu kulağa hoş gelen nağmeli kelimeler olmaktan kurtardıktan sonra hayatın rehber ve metodu haline getirirse bu nesiller yetişecektir.

Kur'an-ı Kerim, insan kalbinin şüphelerini, sapma ve afetlerini dağıtmak için çeşitli yollara başvurup değişik yöntemler izlemektedir. Kalblere giden yolları bulup her tür anlatım biçimiyle çareler getirmektedir. Kur'an'ın bu çeşitli anlatım biçimlerinde, davet ve davetçiler için yol azığı bulunmaktadır.

Davetçi, sürekli olarak Kur'an'a başvurmak zorundadır. Çünkü Rabbinin, kendisini himayesine aldığını, acı ve yorgunluklarını hafiflettiğini, kendisine huzur verdiğini, sıkıntılarını giderdiğini ve cahiliyyenin baskı, kötülük ve saldırganlığından ileri gelen zorlukları kolaylaştırdığını o zaman anlayabilir. Yüce Allah'ın üzerine güven ve huzur yağdırdığını, üzerine lütuf, gözetim ve sevgi rüzgarlarını estirdiğini ancak o zaman hissedebilir.

O; hiç kuşkusuz Allah'ın insana hitabıdır. Yüce ve tükenmez bir rahmetle insana hitabıdır. Diyor ki insanlara:

"Şunu alın, şunu da bırakın. Benim yolum, işte şudur; onu izleyin. Adımlarınız mı gevşedi, işte ip'im; ona sarılın. Yanılgıya düşüp günah mı işlediniz; hemen tevbe ediniz; işte kapım şuracıkta açık bulunmaktadır. Gelin. Uzaklara kaçmadan ve her şeyi kuşatan rahmetimden umut kesmeden gelin. Sen ey filanca; sen bizzat şöyle dedin; ama yanlış. Sen şöyle niyet ettin; ama o günahtır. Sen şunu işledin; ama yanlış yaptın. Şimdi buraya; huzuruma gel. Temizlenip tevbe et. Tekrar benim himayeme dön. Ve sen ey filan, sen bizzat! Seni düşündüren işinin çözümü şudur. Kafanı meşgul eden sorunun cevabı şudur. İşlediğin amelin ölçüsü şudur..."

Kur'an-ı Kerim, ilahî bir okuldur. Çünkü kalbleri yaratanın ve her şeyi bir ölçüyle var edenin yapısıdır. Duaları kabul gören başarılı davetçiler, bu okulun mezunudur. Gönüllerini, hiç bir gaileye fırsat vermeden, hiç bir engel tanımadan; yani can veya mal derdine düşmeden, kötü düşünce ve vesveselere kapılmadan, Allah'ın davasına adayan kimselerin çıktığı bir okuldur O. Ve O, gönülleri, dünyada yaşıyorken bile Rabbanileştiren bir hakikattir. Çünkü dünyada yaşıyor bile olsa bu gönüllerin ölçüsü, Allah'ın koyduğu ölçüdür, övünç duyulup peşinden koşulan değerler, söz konusu ölçülerden çıkmış değerlerdir.

Bu Kur'an, hiç şüphesiz bir furkandır. Hak ve batılı, hidayet ve dalaleti, farklı hayat sistemlerini ve insanlığın farklı dönemlerini birbirinden ayıran bir furkan...

Kur'an'ın tüm hayâta uygulanmak üzere getirdiği sistemin müşahhas varlığı, hem ruhun derinliklerinde, hem de pratik alemde kendisini göstermektedir. Bu sistem, insanlığın tanıdığı hiç bir hayat düzenine benzemeyen eşsiz bir sistemdir. İnsanlığın duygu ve yaşamında yeni bir dönem başlatan sistemdir:

"Alemlere bir uyarıcı olmak üzere kulu (Muhammed'e) Furkan'ı indiren Allah'ın şanı yücedir." (el-Furkan: 1)

Bu Kur'an, Müslümanın akide ve ahlakını düşünce ve duygularını yönetim biçimi ve öğretilerini inşa eden bir kitaptır. Müslüman cemaata, düşmanlarının özellik ve yöntemlerini öğreten, düşmanın hile ve oyunlarına karşı uyaran; huzurlu bir gönülle, apaçık gözlerle, zengin deneyimlerle, savaş ve düşmanın niteliğine ilişkin bilgiyle hedefe yönelten bir kitaptır.

Kur'an'da her şey vardır. Hem bugün hem de yarın için her şey vardır. Müslüman cemaati tüm cephelere koşturan kitaptır O. Duygu ve düşünce cephesindeki savaşa koşturan da bu kitaptır. Düşünce cephesinde O; yeni bir akideyi, Allah'ı tanıma bilgisini ve yeni bir hayat görüşünü inşa ediyor. Yeni değer yargılarını ve yeni ölçüleri ortaya çıkarıyor. Cemaatin fıtratını cahili tortulardan arındırıyor. Topluma ve kişilerin içine sızan cahili görüntülerden kurtarıyor. Bu tertemiz ve kurtulmuş bünyeleri, yeni ve aydınlık dolu İslâmî görüntülerle süslüyor. Ve bundan sonra da onu içte ve dışta tetik bekleyen düşmanlarıyla savaşmaya yöneltiyor. Hem itikadı ve ahlaki, hem de toplumsal ve yaşam düzeni açısından dahili kuruluşunu sağlam esaslara oturtmuş olarak düşmandan kat kat üstün ve düşmanla her an karşılaşmaya hazır bir biçimde savaş alanına yöneltiyor, İslam Devleti'nin, etrafındaki cahili devletlerden gerçek üstünlüğü; ruhi, ahlakî, toplumsal ve yönetsel kuruluşunun üstünlüğüyle muteberdir. Bu üstünlüğü sağlayan şey ise hiç şüphesiz Allah'tan gelen Kur'anî metoddur.

Yani İslâm Devletinin ruhi ve toplumsal üstünlüğü, askerî veya maddî üstünlüğünden önce gelir. Çünkü İslam Devletinin düşmanları, sayı ve donanım açısından, mal ve maddî kaynaklar bakımından sürekli olarak üstün olagelmişlerdir.

Şu halde İslâm Devletinin gerçek üstünlüğü; ruhî, ahlakî ve toplumsal yapısında, İslâm'ın Rabbani metodunun ürünü olan siyasal ve yönetsel kuruluşunda aranmalıdır.

İşte İslâm, cahiliyyeye karşı bu ezici üstünlüğü sayesinde, önce Arap yarımadasında ve daha sonra da etrafını saran büyük Bizans ve Sasanî imparatorlukları karşısında olağanüstü bir zafer kazanmıştır.

Söz konusu gerçek üstünlük sağlanmadan asker ve silah veya (amel edilmeyen) bir mushaf ve Kur'an sahibi olmasıyla düşmanına karşı zafer kazanamaz. Çünkü İslam Devleti'nin söz konusu ezici üstünlüğünden olmasaydı, tarihlerin eşini görmediği muazzam zaferler gerçekleşemezdi.

İslâm Devleti, ruhî ve ahlakî yapısıyla, Kur'an'ın oluşturduğu siyasi ve yönetsel niteliğiyle cahiliyyeyi yenmiştir. Onu, her zaman ve her yerde bu özelliğiyle ortadan kaldırmıştır.

Görüyoruz ki bu Kur'an, mü'minlere sadece ibadet ve alametleri öğretmiyor. Veya sadece ahlak ve adap öğretmiyor. Yani kimi insanın iddiasını yaptığı bu zavallı düşünce doğru değildir. Çünkü Kur'an hayatın tümünü ele alıyor, insanların olağan günlük hayatlarında karşılaştıkları her şeyi ele alıyor. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, Müslüman birey veya toplumun tüm hayatını kendi metoduna uydurmaktan başka hiç bir çözüm kabul etmez. Tüm hayatın Kur'anî metoda dayanması bir zorunluluktur. Aksi takdirde ne imandan, ne de İslâm'dan söz edilebilir.

Bu Kur'an; ruhları, ahlak ve akılları eğitmek için gelmiştir. Çünkü O, Müslüman cemaata hem kendi hakikatini, hem gerçek görevini, hem yolunun özelliğini, hem de İslâm düşmanlarının bu yolda kurduğu tuzak ve engelleri, serptiği diken ve çakılları öğreten bir kitaptır. Yüce Allah, akide ve şeriatini bir arada kemale erdirdiğini ilan etmiştir. Din, işte budur:

"Bugün, dininizi kemale erdirip üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Din olarak da size İslâm'ı seçtim." (el-Malde: 3)

Demek ki Kur'an, kemale eren bu dinin hazır gücüdür. Kur'an'ın indiği çağın şeriatı, hiç kuşkusuz tüm zamanların şeriatidir. Çünkü buna, Yüce Allah şahitlik etmektedir. O, herhangi bir mekanda yaşıyan bir tek insanlık kuşağının oluşturduğu bir cemaatin değil, her zaman ve her yerdeki tüm insanlığa gelen dinin şeriatidir. Onun tafsili hükümleri, tüm zamanlarda uygulanmak için gelmiştir.

Kur'an'ın temel ilkeleri; beşer hayatının içinde yaşanacağı bir çerçeve olmak üzere gelmiştir. Bu çerçevenin dışına çıkmak, iman çerçevesinin de dışına çıkmak demektir. İnsanı yaratan Allah, kimi yarattığını elbette bilmektedir. Bu şeriati ihtiva eden dini seçen, O'dur.

"Dünün şeriati, bugünün şeriati değildir" diyecek kimse, insanın ihtiyaç ve durumunu Allah'tan daha iyi biliyorum iddiasındadır.

Mü'min; Allah'ın, inanan kimselere din olarak seçtiği İslâm'ı kabul eden kimsedir. Allah'ın gözetim ve inayetini bilen kimsedir.

Çünkü Allah'ın beğendiğini önemsemeden veya kabullenmeden kendilerine başka bir seçim yapanlar muhakkak ki bedbaht ve ahmaktırlar.

Kur'an-ı Kerim, bu ümmetin öğretmeni, mürşidi, önderi ve yol boyunca hep yanında bulunan rehberidir. Düşmanlarının durum ve karakterlerini bildirip açıklayan bir kitaptır.

Eğer bu ümmet, Kur'an'ına danışıp direktiflerini dinleyerek ilke ve kanunlarını hayatına uygulasaydı, düşmanları bir tek gün bile ona zarar veremezdi. Ama bu ümmet, ne zaman ki Rabbine verdiği sözünden cayıp Kur'an-ı Kerim'den uzaklaştı, başına da bunca musibet geldi. Kur'an-ı Kerim; musikiye, terennümlere, efsunlamaya ve mücerred dualara dönüştüğü zaman bu ümmet de belalara uğradı. Sonunda bu ümmet Kur'an'dan gafil kalarak yanlış yollara saptı. Böylece beşer önderliğini de elden kaçırıp insanlık kafilesinin en geri uçlarında yerini buldu, öyleyse biz Yüce Allah'ın vasfettiği Kur'an'a dönmek zorundayız:

"Muhakkak ki size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, onunla kendi rızasına uyan kimselere selamet yollarını gösterip onları kendi İzniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Ve onları dosdoğru bir yola yöneltir." (el-Maide: 16)

Şu anda bu hakikati kavramaya ne kadar da muhtacız! İnsanlığın cahiliyyenin elinden ahlar çektiği şu günde...

Cahiliyyenin asırlar boyunca giriştiği değişik ruhî ve toplumsal savaşlardan ahlar çektiği şu günde...

Evet şu günde Kur'an'ın sunduğu selamete ne kadar da muhtacız!...

Tarihimizin bir döneminde tadına vardığımız bu selamet dolu hayattan ruh ve gönüllerimizi ayıran, ahlak ve davranışlarımızı yıkan, toplum ve halklarımızı parçalayan bir savaşa girdiğimiz şu günde ne kadar muhtacız!...

Gerçekte biz, Allah'ın rızasına uyup O'nun bize seçtiğini benimsediğimiz vakit, Rabbimizin Kur'an-ı Kerim gölgesinde Müslümanlara bağışladığı selamete tekrar dönebiliriz.

Sonuç olarak:

Kur'an-ı Kerim, İslâm davasının hem kitabı, hem anayasası ve hem de (hayat) yoludur.

Ruhî ve aklî cihada yetecek her şey O'nda mevcuttur. Nefis ve duyguların fıtrî özelliklerine uygun hitap O'nda mevcuttur. Sıkıntılı ve mütereddit kalpleri sarsıp yerinden oynatan özellikler O'nda mevcuttur. İşte bundan dolayı, Kur'an-ı Kerim, bu davanın vazgeçilmez kitabıdır. Davetçilerin kendisinden başka hiç bir kaynağa dayanmamaları gereken kitaptır o.

Davetçiler, insanları nasıl davet edeceklerini, gafil kalpleri nasıl uyaracaklarını, tükenmiş ruhları nasıl dirilteceklerini Kur'an'dan öğrenmek zorundadırlar. Bu Kur'an'ı indiren, Allah'tır. İnsanın tabiatini bilen, ruhunun derinlik ve boyutlarından haberdar olan Allah...

Davetçiler nasıl ki, Yüce Allah'ın ilahlık, rububiyet, hakimiyet ve egemenliğini ilan ederken ilahî metodu izleyerek işe başlıyorsa, kalbleri fethetmek için de aynı metodu izlemelidirler. insanlara Hak Rablerini tanıtırken Kur'an'ın gösterdiği yola girmelidirler. Ta ki böylece gönüller, sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat) hissiyle donanıp O'nun biricik rububiyet ve egemenliğini kabullenerek yaşasın.

B - Kur'an'ın Gölgesinde Hayat

Bu Kur'an, bir ümmet meydana getirip bir devlet kurmak, bir toplum yönetip ruh, ahlak ve akılları eğitmek için Hz. Peygamber'in (s.a.s.) kalbine inmiştir,

İslâm ümmeti; hayat ve hareket tarzını, tüm insanlara ilişkin tavır ve bakışını Kur'an-ı Kerim'in direktif ve emirlerine göre belirlemek zorundadır. Kur'an'ı, bu maksatla okumak zorundadır.

Kur'an; bu ümmetin mürşidi, hareket kaynağı ve yön verenidir. Bundan dolayı bu ümmet, hiç yenilmez. Hep yener. Çünkü düşmanlarıyla girdiği savaşta, doğrudan doğruya Rabbani önderliğin emri altındadır. Rabbanî önderliğin emir ve direktifleri, sonsuza kadar var olacaktır. Öyleyse bugün veya yarın İslâm davasını yüklenen kimseler, Kur'an'ın direktif ve beyanlarını uygulamak durumundadırlar. Tıpkı şu anda Kur'an kendileriyle konuşuyor gibi...

Değişik insan gruplarına; çeşitli doktrin, inanç sistemi ve görüşlere, farklı yönetim ve düzenlere, değişik kanun ve ölçülere karşı tavır takınmalarının yolu budur. Kur'an'ın ilkeleri ışığında tavır takınmanın yolu budur. Bugün, yarın ve Kıyamet Günü'ne değin bu, böyle sürüp gidecektir.

Allah, insanlar için çıkardığı bu hayırlı ümmeti, büyük ve muazzam bir iş için hazırlamıştır. Gönderdiği hayat sistemini, yeryüzünde uygulama emanetini yüklemek üzere hazırlamıştır. Kendisinden başka hiç bir ümmette bulunmayan bir sadakatle bu emaneti taşıması için görevlendirmiştir. Kendisinden başka hiç bir ümmetin beşer hayatına uygulayamadığı kadar, uygulamak üzere görevlendirmiştir.

Bundan dolayı bu ümmetin sıkı ve uzun sürecek bir eğitimden geçmesi şarttır. Bu eğitimin İslâm ümmetini cahiliyyeden kurtarması; kendisini düşük cahili ortamdan İslâm'ın göz kamaştırıcı yüce hayatına çıkarması şarttır. İslâmî hayata geçtikten sonra da düşüncesini, geleneklerini ve tüm duygularını cahili tortulardan arındırması zorunludur. Hakkı yaymak ve bunun zorluklarına katlanmak için irade eğitiminden geçmesi zorunludur.

Tüm bunlar sağlandıktan sonra da hayatını, en ince ayrıntılarına varıncaya kadar İslam'ın ölçülerine göre; yani ilahî teraziye göre değerlendirmesi şarttır. Ta ki böylece gerçekten Rabbani olabilsin. Ta ki böylece beşerî yönünü en güzel bir biçimde değerlendirebilsin. Ta ki böylece nefis, Allah'ın mizaniyle değerine kavuşsun.

Batıl, şişkinleştiği zaman insanların gözünü büyüleyebilir. Dış görünüşüne bakılarak büyük ve güçlü olduğu sanılabilir. Ama Allah'ın mizaniyle eşyayı değerlendiren mümin; bu şişirilmiş batıla baktığında eli kolu bağlanmaz. Gözleri korkmaz ve terazisi sapmaz. Çünkü onun elinde hak vardır. Sadece hak...

Niteliği ve yapısıyla, Allah'ın mizanındaki ağırlık ve metanetiyle ortada olan bir hak...

Yüce Allah İslâm ümmetini, kendi dininin emini olacak bir seviyeye getirinceye kadar Kur'anî metotla eğitir.

Bu, sadece ruh ve vicdan eğitimi değildir.

Bu; ümmetin dünyadaki hayat ve geçimini ilgilendiren bir eğitimdir, aynı zamanda.

Dünya hayatını etkileyen arzu ve rağbetler, heva ve hevesler; çatışan çıkar ve görüşler göz önünde tutularak yapılan bir eğitimdir bu.

Beşeri arzuların tümünü yönlendirip sonunda bir tek huzme (demet) haline getiren bir eğitimdir, bu.

Kısaca bu; İslâm ümmetinin akide ve düşüncesiyle, etki ve tepkileriyle, ahlak ve davranışlarıyla, şeriat ve nizamıyla geçtiği bir eğitimdir. Bundan maksat, Allah'ın dinini yeryüzünde uygulamak ve tüm insanlığı yöneten bir ümmet haline gelmektir.

Yüce Allah, bu ümmetin vasıtasıyla dilediği her şeyi gerçekleştirmiştir. Allah, elbette ki işinde galiptir. Allah'ın aydınlık dolu dini, bu dünyanın günlük ve pratik hayatında fiilen uygulanmıştır, insanlık, bu uğurda Allah'tan yardım dileyip çaba göstereceği tüm zamanlarda da bu dini hayata geçirebilir.

Bundan dolayı, Kur'an'ın gölgesinde yaşamak zorundayız. Kur'an'ın gölgesinde yaşamak, onu mücerred bir şekilde inceleyip okumak veya sadece içindeki ilimlere vakıf olmak demek değildir. Çünkü bu şekilde Kur'an'ın gölgesinde yaşanmaz.

Kurani ortamdaki hayat, insanın - Kur'an'ın aynen indiği gün gibi - gölgesinde, ortamında ve hareketinde yaşaması demektir.

Zorluk, mücadele ve görev dolu bir hayata atılmak demektir.

Yani tüm yeryüzüne yayılmış cahiliyyeye karşı koyarak kalbiyle, aklı ve hareketiyle Kur'an'ı yaşamak demektir.

Kişinin, İslâm'ı hem kendi nefsinde, hem de insanların nefsinde, hem kendi hayatında hem de insanların hayatında yaşatması demektir.

Cahili her tür düşünce, gelenek, ilgi alanı ve pratiğe; cahiliyyenin tüm baskı ve savaşlarına, İslâm akidesine ve hayat sistemine karşı gösterdiği tüm tepkilere karşı koymak demektir.

Cahiliyye'nin Rabbani kaynaktan çıkan Rabbani İslâm akidesine açtığı savaşta direnmek, mücadele ve cihad etmek demektir.

İşte insanın Kur'an'ın tadına varabileceği Kur'anî ortamdaki hayatı yaşamanın yolu budur. Çünkü Kur'an, böyle bir ortamda inmiş ve böyle şartlarda işlemiştir. Böyle bir ortamda yaşamayan kimseler, Kur'an'ın inceleme, araştırma, okuma ve ilmî etüdüne dalmış olsalar bile ondan kopukturlar.

Bir kelime; ancak onu anlamaya elverişli bir kalpte gerçek değerine kavuşur. Bu kelimeyi, tüm boyutlarıyla düşünüp yakın bir ilgi gösteren bir akılda gerçek ifadesini bulur.

Şurası kesindir ki bu Kur'an; mü'minlerden başka hiç bir kimseye hazinelerini açmaz, esrarını keşfettirmez ve meyvelerini vermez. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) ashabından bazılarından şu haber gelmiştir:

"Bize, Kur'an verilmeden önce iman verilmişti."

Kur'an-ı Kerim'den böylesine tad almalarının, anlam ve hedeflerini böylesine kavramalarının nedeni, işte bu imandı. Çok kısa denilebilecek bir süre içinde böylesine harikalar gerçekleştirmelerinin nedeni, işte bu imandı.

Kur'an'ı, bu eşsiz neslin tattığı, nur ve furkanından yararlandığı kadar tadına varıp yararını görmek için, bu nesil gibi iman etmiş olmak gerekiyor. Nasıl ki Kur'an-ı Kerim onların ruhunu alıp iman sahiline götürmüşse, bu imanları da onlara Kur'an'ın kapılarını açmıştır. Zaten bu imandan başkası, kendilerine Kur'an-ı Kerim kapılarını açamazdı.

Kısaca onlar, Kur'an'la yaşadılar ve Kur'an için yaşadılar. İşte bundan dolayı da bu nesil gibi bir nesil, tarih boyunca bir daha gelmedi. Bu çokluk ve bu yeterlilikte bir nesil bir daha çıkmadı.

Bunun bir tek istisnası varsa o da; eşsiz sahabe neslinin yolunda yürüyüp Kur'an-ı Kerim'e halis bir kalple bağlanan bazı fertlerdir. Tarihin uzun denilebilecek bir dönemi boyunca Kur'an'a bağlı kalabilen fertlerdir. Bu tarihsel süreç boyunca (sahabe ve tabilerinin döneminde) Kur'an-ı Kerim kaynağına; Hz. Peygamber'in hadis ve hidayeti dışında hiç bir beşer sözü karışmadı. Hazreti Peygamber (s.a.s.)'in sünneti de, bizzat Kur'an kaynağından geliyordu. Eşsiz sahabe neslinin, bu mükemmellikte olmasının nedeni buydu. Kur'an-ı Kerim'in, bu insanları cahili bir ortamdan kapıp kolaylık, esneklik ve merhametle göz kamaştırıcı doruklara basamak basamak tırmandırmasının nedeni buydu.

Eşsiz sahabe neslinin yüklendiği görevi yüklenmeye çalışan kimseler için tek çare; onların yoluna girip Kur'an'la ve Kur'an için yaşamaktır. Ve bunu sürekli olarak yaşamaktır, öyle ki akıl ve kalplerine, Kur'an'dan başka hiç bir beşer kelamı karışmayacaktır. Başka şekilde sahabenin görevini yüklenmeye imkan yoktur. Bilmek zorundayız ki, Kur'an-ı Kerim; her nesil ve her ortamda yaşanmak üzere gönderilmiştir. Usul ilminin genel ilkesinin gereği budur.

"Muteber olan, sebebin hususiyeti değil, lafzın umumiyet ifade edişidir." ilke budur.

Bir insan grubuna - hangi döneminde yaşarsa yaşasın - hitap eden bu Kur'an'ın kendisidir. Herhangi bir ortamdaki insanları erişilmez doruklara basamak basamak tırmandıracak metod; sahabe neslini cahili bir ortamdan kapıp yücelten metodun ta kendisidir:

"Kur'an'ı, hakla indirdik ve (gene o) hakla inmiştir. Seni (ey Muhammed!) ancak bir müjdeci ve uyarıcı olasın diye gönderdik. Kur'an'ı ise, insanlara mühletle okuyasın diye bölüm bolüm yaptık ve onu hiç şüphesiz kısım kısım indirdik." (el-İsra: 105-106)

Bu Kur'an, bir ümmeti eğitmek ve bir hayat düzenini kurmak için gelmiştir. Bu ümmetin görevi: Kur'an-ı Kerim'i, dünyanın dört bir bucağına taşımaktır. Ta ki böylece insanlık, kamil ve mükemmel bir metodun doğrultusunda Kur'an nizamını öğrenebilsin.

Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, ümmetin günlük ihtiyaçlarına ve ilk eğitim döneminin şartlarına uygun olarak bölüm bölüm inmiştir. Eğitim; uzun zaman isteyen bir iştir. Uzun süreli pratik deneyimler isteyen bir iştir.

Kur'an-ı Kerim, teoride kalan bir fıkıh veya güzel bir okuyuş ve zihinsel dinlenmeye yarayan soyutlanmış bir fikir olmak için değil, hazırlık döneminde bölüm bölüm uygulanacak bir hayat metodu olmak için gelmiştir.

İlk İslâm kuşağı, bu anlamıyla Kur'an'dan yararlanmıştır. Günlük hayatlarına uygulamak için öğrenmişlerdir. Kendilerine gelen emir veya yasakları, adap veya farzları derhal uygulamak için öğrenmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'i, -şiir veya sanat eserlerinde yapıldığı gibi - aklî ve nefsi bir yararlanma konusu yapmadılar. Yahut Kur'an'ı, efsane ve masal dinler gibi bir eğlence ve teselli aracı olarak da öğrenmediler. Tam aksine onlar, günlük hayatlarını Kur'an'a göre biçimlendirdiler. Onu, his ve ruhlarında, faaliyet ve davranışlarında, ev ve hayatlarında yaşattılar. Kur' an, onların biricik hayat rehberiydi. Kur'an'la tanışmadan önce bildikleri tüm gelenek ve alışkanlıklarını bir kenara atan kimselerdi onlar.

İbn-i Mes'ud (r.a.) diyor ki:

"Bizden biri öğrendiği on ayeti, manalarını belleyip onlarla amel etmediği sürece atlayıp başka ayetlere geçmezdi."

Kur'an-ı Kerim'i, Kur'an'ın indiği hareket ortamına girmeden ve aynı ortamın gereği olan tavrı takınmadan anlayıp tatmaya imkan yoktur.

Kur'an'ın anlam ve muhtevasını, hareket ortamının dışında; evinde oturarak yorumsal ve edebi incelemelere tabi tutan kimselerin, Kur'anî hakikatten bir şey anlamalarına İmkan yoktur.

Savaş ve hareket alanlarından uzak soğuk ve durağan bir oturuşla Kur'an-ı Kerim' in anlaşılması mümkün değildir.

Bu Kur'an'ın hakikati, hiç bir zaman yerinde çakılıp kalmış kimselere görünemez.

Kur'an'ın sırrı, Allah'tan başkasına ubudiyet, itaat ve dindarlığın bulunduğu bir ortamda rahatlık ve selamet arayan kimselere keşf olamaz (açılmaz).

Davetin Anayasası kısmının  ikinci yarısı  bir sonraki bölümde  devam edecektir inşaallah.

(Kaynak: Fî Zilâlil Kur’an’da DAVET YOLU /  Ahmed Faiz / Çeviri;  Ubeydullah Dalar / Seçkin Yayıncılık)

(İslam ve Hayat için yayına hazırlayan: Rıdvan DİNÇER )

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !