Şükrü HÜSEYİNOĞLU

17 Aralık 2014

DEVLETİN PARALELİ, DİKEYİ

28 Şubat’taki baskı günleri ve ardından gelen muhafazakâr demokrasi dönemiyle birlikte, İslami iddia sahibi kesimlerde ciddi kırılmalar ve dönüşümler yaşandığı hepimizin malumu.

28 Şubat sürecindeki baskılar karşısında İslami söylem ve iddialarda sebat yerine, demokratik-liberal argümanlara sığınmayı seçen çevreler olduğu gibi, bu dönemde baskılara rağmen sürdürdüğü İslami duruşunu, ardından gelen muhafazakâr demokrasi dönemindeki konjonktürel kazanımlara feda eden, öncelerde altını kalın çizgilerle çizdiği net tevhidi ilkeleri, pragmatizmin cazibesi altında flulaştıran çevreler de oldu.

Vahyin açık ilkeleri ve bu ilkeleri insanlık tarihi boyunca müşahhaslaştıran Rasullerin (s) ortak sünneti, bize, bataklığı kurutmanın yolunun bataklığa dalmak olmadığını, bu iddiaya sahip insanların öncelikle kendilerini o bataklıktan beri kılmaları gerektiğini öğretti.

Aksi durum, bataklığı kurutma iddiasıyla yola çıkıp, onun kirlerine bulanmaktan başka bir sonuç doğurmuyor.

Kur’an’ın ilk inzal olan sûrelerde yer alan “ilkesel hicret” emirleri, işte bu açık gerçeğe işaret etmektedir. [1]

Ruczden ve ruczun temsilcilerinden, kırıp dökmeden, güzellikle ayrışmayı emreden ayetlerin pratik mesajı, bu coğrafyada yıllar boyu “cahiliyeden ayrışma” argümanıyla gündem edildi.

Bataklığı kurutma düşüncesi Rabbimizin emri ve dolayısıyla tüm Rasullerin ortak sünneti iken, bu düşünceyi kuvveden fiile dönüştürmek adına bataklığa dalmak usulen çok büyük bir sapmadır. Ve malumdur ki, “usul, esasa mukaddemdir”.  

Usulden sapma, esastan sapmayı da doğurmaktadır. Bugün, mevcut iktidarın dili ve politikalarına önemli ölçüde eklemlenme süreci yaşayan Türkiyeli Müslümanların içerisine düştüğü hal, bu gerçeğin açık bir somut ispatı durumundadır.

Bataklıkta gül yetiştirme çabasının doğurduğu sonuçlardan biri de, o gülü yetiştirmeye çalışanların rucze bulaşmasının ötesinde, o yetişen güle meftun olarak başkalarının da bataklığa dalmaya başlayacak olmasıdır.

Yüce Allah’ın helal-haram çizgilerinin hiçbir şekilde dikkate alınmadığı, İslam’ın hükümlerinin hâkim değil mahkûm olduğu mevcut sistem bünyesindeki kimi iyileştirmeler karşısında çoğu İslami çevrenin tutumu, söz konusu meftun oluştan farklı değildir ne yazık ki.

Üstelik, bu konuda her geçen gün bir öncekini aratır durumdadır. Emri bil maruf, nehyi anil munker çerçevesinde bu çevrelere yönelik tevhidi duruş adına yapılan onca hatırlatma maalesef karşılık bulmamakta, zihnî ve amelî eklemlenme hali giderek daha da yerleşik hale gelmektedir.

Son dönemin başat gündem maddelerinden olan “paralel devlet” konusunda İslami çevrelerin tutum alışını göz önüne getirdiğimizde, artık çoğu çevrenin iktidarın diliyle konuşmaya başladığını, olup-biten hadiselerde özgün yaklaşımlar ortaya koymak yerine, iktidarın argümanlarını tekrar ettiğini görmekteyiz.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, iktidarın diliyle konuşmaya başlamak, muhalif bir topluluk için tükeniş anlamına gelmektedir.

Olup-bitenler karşısında kendi kavramlarını ve özgün yaklaşımını üretip o kavramlarla konuşmayı dahi unutan, iktidarın ürettiği kavram ve argümanları tekrar etmeye yönelen bir yaklaşım, İslami bir duruş olamaz, o şekilde adlandırılamaz.

İktidarın, yıllarca birlikte hareket ettiği, güçlenmesine zemin hazırladığı bir çevreyle iktidar paylaşımı için kavga etmeye başlayınca “paralel devlet” diye bir kavram üretmesi ve bu kavram üzerinden o çevreyi ötekileştirmeye ve baskılamaya yönelmesi kendi açısından anlaşılabilir bir durum.

Lakin yıllarca bu ülkede “laik devlet”ten, “tağuti sistem”den, “bâtıl düzen”den söz edip, Allah’ı hükümlerine boyun eğmeyen, onlarla hükmetmeyen mevcut sistemin reddedilmesinin akidevi bir zorunluluk olduğunu dile getiren Müslümanların, şimdi “paralel devlet”i dillerine dolaması ve iktidarın argümanlarını tekrar edip durması anlaşılır bir durum değildir.

Müslümanların olup biten karşısında, daha mesafeli, daha özgün yaklaşımlar üretmesi ve özgün argümanlarla konuşması gerekir.

Müslümanlar için bu coğrafyada ve tüm yeryüzünde “paralel”inden önce, Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen bâtıl devlet/devletler sorunu vardır, olmalıdır.

Sözgelimi bugün Müslümanlar için sorun edilmesi gereken, Bank Asya ve Bakan Ali Babacan’ın bu konudaki tutumundan önce, Kur’an’da “Allah ve Rasulüyle savaşmak” olarak nitelendirilen faiz ve dolayısıyla tüm bankacılık sistemi ve bankalar olmalı değil midir?

Müslümanlar, belli bir çevreye yönelik kumpas iddiası ve darbecilik ithamıyla bir gazeteye operasyon yapıldığında, en azından şu kadarını sorabilmelidirler:

İyi güzel de, bu ülkede kumpas ve darbecilik denilince ilk olarak akla gelmesi gereken medya organı Hürriyet gazetesi olmalı değil miydi? Bu ülkede Zaman gazetesi ve onun kumpasçı yaklaşımları yokken de, dün de, bugün de Hürriyet ve kumpasları hep olagelmiş değil midir? 

Mademki bu ülkede darbecilik bir suç ve kovuşturma sebebi, öyleyse bu suçlamayla bir gruba operasyon yapıldığı gün Koç Grubu’nun açılışına katılmak, iktidar sahipleri için büyük bir çelişki değil mi?

Diğer tarafın, siyonist işgal rejimini Filisitn topraklarındaki "meşru otorite" olarak görürken, burada Erdoğan'ı "Tiran" diye yaftalayıp hedef almaları, zaten onlardaki orantısız mantığı anlamak için yeter bir karinedir.

Sözün özü: Müslümanlara ne oluyor ki, laik devletin "paralel"ini, dikeyini dert ediniyorlar. Bu devletin sorunudur. Bizim akidevi duruşumuz olmalıdır.

Bize düşen, paralelinden önce, laik devletin bizatihi kendisinden beri olmamız ve akidemizin gereği olan beri oluşumuzu ilan etmek değil midir?

“Paralel” vs meseleleri, bu akidevi net duruş ve açık deklarasyondan sonraki konulardır, öyle olmalıdır.


[1] “Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzel bir ayrılışla ayrıl.” (Muzzemmil, 73/10); “Ruczden uzaklaş/hicret et.” (Muddessir, 74/5)