15-12-2012 21:17

Din ilahidir, eğilip bükülemez!

Modern hayata inanacaksınız, bunu içselleştirmiş olacaksınız ve bu hayatın çekmecelerinden birinde de, böyle bir düzene itirazlarından arındırılmış şekliyle kuşa çevrilmiş bir din iddiası bulunduracaksınız, bu olmaz. Dini ilkeler ve mükellefiyetler keyfinize uymadığında, meseleyi bir iç mesele, bir duygu gürlüğü, bir kalp temizliği hadisesi olarak tarifleyip sınırlayacak, yan çizeceksiniz, bu da olmaz. İnsanlığınızı dinin renklerine boyamak yerine dini hayatınızın renk skalasındaki bir renge dönüştüreceksiniz, bu da olmaz. Ve nihayet, dini öğrenmeye, sindirmeye, kamil biçimde bilmeye hiçbir gayret sarfetmeden, kendi akıl ve mantığınızın sığlığıyla kendi işkembenizden din söylemleri geliştireceksiniz, bu hiç olmaz.

Din ilahidir, eğilip bükülemez!
Din ilahidir, eğilip bükülemez!  
 
Gökhan Özcan / Yeni Şafak

Bu devre özgü yeni 'dindarlaşma' biçimleri var malumunuz. Dini kendi bütünlüğü içinde kabul etmeye pek yanaşmayan ama hayatını büsbütün 'dinsiz' de bırakmak istemeyen kimselerin yoğurduğu yeni inanç tasarımları bunlar... Özünde teslimiyet taşımayan, daha ziyade dini kendi kabul edebilecekleri kalıplar içine sığdırmaya, orada şekillendirmeye çalışan birtakım algılama biçimleri...

Modernliğin insanda, hayatta, yeryüzünde yaptığı ağır tahribatların birer acıklı tablo olarak gözle görülür hale geldiği bir zamanda, yine o modernliğin içinde tıkanıp kalmış kişiliklerin, tosladıkları maddiyat duvarlarının sertliğinden (gayrı ihtiyari) kaçmaya tevessül etmeleri anlaşılmaz bir şey değil... Yine bu kişiliklerin aynı saiklerle evlerinin arka bahçelerinde bilir bilmez birer maneviyat bahçesi dizayn etme telaşına düşmeleri de beklenebilir. Bütün bu temayüller tekil örnekler olarak tezahür ettiklerinde çok da önemli görülmeyebilirler. Ancak bu sarsak dindarlaşma biçimleri ortalığa yayılıp gerçek dindarlığa alternatif yeni bir inanç kültürü inşa eder noktaya doğru geliyorsa, bunun üzerinde durmak gerekir.

Gerek yaşama alışkanlıkları, gerek kültürleriyle dinin özüne, ahlakına, maneviyatına, fikriyatına uzak duran, ancak kişiliğine bir metafizik derinlik katmak için dinle arasında bir sempati bağı bulundurmak isteyenlere abartılı şekilde ilgi gösterdik, gösteriyoruz. Bu durum, bu yüzeysel yönelimlerin meşruiyet kazanmasına, katılaşmasına, hatta güdük felsefi çıkarımlarla yerleşik hale gelmesine sebep oluyor ve bir tür körleşmeye yol açıyor.

Hiç kimsenin maneviyatıyla uğraşmak derdinde değiliz. İnsanların dinle aralarında kurdukları sıcak bağları soğutmak gibi bir derdimiz de yok elbette. Nihayetinde biz de kendi kulluğumuzun hesabını gönül rahatlığıyla verecek durumda değiliz. Ancak din meselesinin kuru aklın basit çıkarımlarıyla, kişisel tercihlerle, her isteyenin kendi heva ve hevesine uydurarak konuşulur ve yaşanır hale gelmesine, getirilmesine, buna meşruiyet kazandırılmasına söyleyecek sözümüz olmalı yine de.

Modern hayata inanacaksınız, bunu içselleştirmiş olacaksınız ve bu hayatın çekmecelerinden birinde de, böyle bir düzene itirazlarından arındırılmış şekliyle kuşa çevrilmiş bir din iddiası bulunduracaksınız, bu olmaz. Dini ilkeler ve mükellefiyetler keyfinize uymadığında, meseleyi bir iç mesele, bir duygu gürlüğü, bir kalp temizliği hadisesi olarak tarifleyip sınırlayacak, yan çizeceksiniz, bu da olmaz. İnsanlığınızı dinin renklerine boyamak yerine dini hayatınızın renk skalasındaki bir renge dönüştüreceksiniz, bu da olmaz. Ve nihayet, dini öğrenmeye, sindirmeye, kamil biçimde bilmeye hiçbir gayret sarfetmeden, kendi akıl ve mantığınızın sığlığıyla kendi işkembenizden din söylemleri geliştireceksiniz, bu hiç olmaz.

İnanç tokuşturmak güzel bir şey değil; üstünlüğün ancak takva ile olduğunu da bilmeyen yok. Ancak bu tartışma kimin daha iyi dindar olduğuyla ilgili değil. Hangi dindarlığın dine sadık olduğuyla ilgili... Dinin hakikatine ilgisizliğin had safhada olduğu bir zamanda, toplumsal idrakin bu türden bir kargaşayı selametle atlatabileceğinden emin olamayız. O sebeple ki işin erbabı, dini ve inancı, böylesi kişisel gelişim atraksiyonlarına, rehabilitasyon programlarına, duygu kürlerine ve magazin gevelemelerine malzeme olmaktan kurtaracak uyarıları yapmalıdır.

Kimse dindar olmak zorunda değil; ama olacaksa, dinini bilmek, samimiyetle öğrenmek zorunda. Çünkü din Allah'ın dini, kulların oyuncağı değil!

YORUMLAR
  • HUSEYIN SASMAZ   16-12-2012 12:06

    ÜMMETİN BU DURUMA DÜŞÜŞÜNÜN SEBEBİ OLAN YANLIŞ BATIL FİKİRLER a- Laiklik Laikliğin temeli Avrupa'da atılmış ve hayat sahnesine Avrupa'dan girmiştir. Avrupa'da dinin gerçek şeklinin bulunmadığı zamanlarda, akidede ve pratik hayatın her alanında din adamları, din adına büyük bir nüfuza sahip bulunuyordu ve bu durum orada yaşayan insanların hissiyatında "din" olarak kabul ediliyordu. Yani dinin Avrupa'daki pratik şekli, her şeyden önce "Allah üçün üçüncüsüdür, Allah Meryem oğlu İsa'dır" diyen, İncillerde ve onların açıklamalarından alınmış inançta, ikinci olarak; özellikle pazar günleri kiliselerde ifa edilen birtakım dualarda, kutsal davranışlarda, öğütler ve toplantılarda, son olarak da din adamlarının hem krallar ve hem de genel olarak bütün insanlar üzerindeki nüfuzlarında beden buluyordu. Onların krallar üzerindeki nüfuzları, bu kralların kendi tahtlarına ancak papanın izni ve onları kuşatmasıyla oturabilmeleri, halkları üzerinde ancak papanın kendilerine bu mevkii vermesi sayesinde egemenlik kurabilmeleri, papa kendilerine -kesinlikle Allah'ın şeriatının egemen kılınması ile ilgisi bulunmayan şahsi bir kızgınlıkla- kızacak olursa halklarının onları bir kenara itmesi ve hiçbir şekilde emirlerine kulak asmamasını da kapsamına alıyordu. Bütün insanlar üzerindeki nüfuzları ise, onların ilgili din adamının vaftizi olmadan Hıristiyan olamayışlarında, kilisenin belirli bir yerinde ve karşılarında din adamı bulunmaksızın dualarının kabul olmayacağında, yine ilgili din adamı tarafından cenazeleri kutsanıp, törenleri yapılmadığı sürece doğru bir şekilde ölemeyeceklerinde, din adamlarının inanç ile ilgili olarak telkin ettiklerinin dışında bir şeye inanamayışlarında, onların müsamaha ettiği konuların ve şeklin dışında düşünememelerinde, müsaade ettikleri şeylerin dışında hiçbir şey öğrenememelerinde ortaya çıkıyor ve bunları kapsıyordu. Kilise dininin, karanlık ortaçağda Avrupa'da hayatın her alanı üzerinde kaba ve sert bir baskısı vardı. Bu durum son derece kötü bir şeydi. Ancak bu kötülük, çağdaş Avrupa'nın cahilce anladığı gibi, dinin hayat üzerinde egemenliğinden dolayı değil, aksine kilise dininin yapısında bulunan ve bu dinin hayatın her alanında bu fesadı uygulamasına yol açan egemenliğinden dolayıdır. Aslında din, yapısı itibariyle bu dönemlerdeki Avrupa hayatında varolan kötülüklerin kaynağı değildi. Aynı dönem içerisinde Avrupa'nın bir parçası olan İspanya ve İslâm'ın girmiş olduğu Sicilya gibi Avrupa bölgeleri de dinin etkisi altındaydı. Ancak buralarda, kilise dininin etkisinde olan bölgelerdeki gibi, yukarıda sayılan karanlık ortaçağın fesadı mevcut değildi. Bu kilise dini, bir taraftan akidede özlü sapmalar ihtiva ettiği ve diğer taraftan da akide ve şeriatı birbirinden ayırdığı için, bir başka açıdan onu temsil eden din adamlarının fesadı ve bilgisizlikleri sebebiyle, hayatı ifsat edici ve onun dinamizmle ileriye doğru atılımını önleyici idi. Bu bakımdan ilerlemek, uygarlaşmak ve yaşamak istediğinde böyle bir dini bir kenara itip, ondan soyutlanması Avrupa için zorunlu bir şeydi. Fakat Avrupa'nın dinini bırakıp onun yerine kabul ettiği alternatif, öncekinden iyi olmadığı gibi daha da kötü idi. Alternatif, tümüyle kilisenin düşüncesinin etkisine ve insan üzerindeki mevcut baskıya bir tepki olarak Rönesans'tı ve tepki çoğunlukla akıllıca düşünmek, basiretle hareket etmek, işleri iyiden iyiye ölçüp biçmek ve dengeli olmak değil de, şuursuzca sürüklenmek söz konusu olduğundan... Avrupa Rönesans ile, yoldaki bütün ilahi işaretleri kaldıran bir sürüklenişe kendisini kaptırdı. İster bu işaretler gerçekten ilahi olsun, isterse kilise tarafından ileri sürülsün, ayrım gözetilmedi. Bunların yerine insan yapısı beşeri bir takım işaretler ortaya koyduğu gibi, yerlerine dünya hayatı ile ilgili olanları koymak gayesi ile ahiret ile ilişkisi olan her işareti de kaldırıp attı. İşte bu Avrupalıların tanımladıkları laikliğin başlangıcını teşkil etti. b- Demokrasi ve Cumhuriyet Laikliğin temelinin atılmasından sonra idareciler ile halklar arasında çatışma meydana geldi. Filozoflar ve düşünürler, idare konusunu incelemeye koyuldular ve insanların yönetimi için bir düzen ortaya attılar. Bu ise, demokratik düzendir. Bu düzende, halk otoritelerin kaynağıdır. İdareci, gücü ve otoritesini halktan elde eder ve egemenlik halka ait olur. İradesine sahip olan halktır. İradesini istediği şekilde bizatihi kullanır ve yürütür. Hiçbir kimse için halk üzerine bir sulta (otorite) yoktur. Halk kendi kendisinin efendisidir. Kendisiyle idare edilen ve gereğince yürünülen yasayı çıkartan odur. Yine o (halk), kendisinin çıkarttığı yasayla kendisini kendisine gıyaben (onun vekili olarak) yönetecek idareciyi tayin edendir. Demokrasi Yunanca; "halk" anlamına gelen "demos" ve "yönetim" anlamına gelen "kratos" kelimelerinden türetilmiştir. Batılı bir kelime olduğu gibi batılı bir ıstılahtır (terimdir) ki; ona şu mana verilmiştir: "Halkın yönetimi, halkın yasasıyla, halka aittir." Böylece halk, mutlak şekilde efendidir, egemenliğe sahiptir, kendi emrinin (idaresinin) yuları kendi elindedir, iradesini kullanır ve onu bizzat kendisi yürütür. Kendi otoritesi dışında başka bir otorite önünde sorumlu değildir. Halk, egemenliğe sahip olması itibariyle seçtiği vekilleri vasıtasıyla düzen ve kanunları ortaya çıkartır ve otoritelerin kaynağı olması itibariyle de kendisinden otoritelerini elde eden ve kendi tarafından tayin edilen idareciler ve hakimler vasıtasıyla bu düzen ve kanunları uygular. Devleti meydana getirme, idarecileri tayin etme, düzen ve kanunları ortaya çıkartma hususlarında her fert diğer fertlerin sahip oldukları haklara sahiptir. İşte, demokrasinin manası budur. Demokraside (yani halkın kendi kendisini yönetmesi hususunda) asıl olan; halkın tümünün bir genel yerde toplanıp, kendisini yönetecek düzen ve kanunları çıkarması, işlerini yürütmesi ve bakılacak meseleye bakmasıdır. Bunun ilk uygulayıcıları Atina ve Sparta'daki şehir devletleri ile Grekler olmuştur. O dönemlerde bu iki şehirde de birer devlet vardı. Terim olarak bunlar için "Site Devleti", yani tek başına bir şehirde kurulan devlet anlamına gelen ifade kullanılabilir. Her iki şehirde de halkın bütün erkekleri, şehrin yönetimine katılıyordu. Genel bir toplantı şeklinde bir araya geliyor, yönetimle ilgili her hususta birbirleriyle müşavere ediyor, daha sonra aralarında bir yönetici seçiyor, kanunlar çıkartıyor, bu kanunların uygulanmasını denetliyor, onlara muhalefet edenlere de cezalar koyuyorlardı. Böylelikle "halk yönetimi" (demokrasi) her iki şehirde de dolaysız şekilde uygulanmakta ve bu yönetim şekline bu ismin verilmesi tam anlamıyla uygun düşmekte idi. Fakat bu şekildeki bir demokrasi, pek çok düşüncede olduğu gibi Avrupa'nın hafızasında yerini korumaya devam etmekle birlikte Atina ve Sparta'da site yönetimlerinin son bulmasıyla tarihten silindi. Günümüzde halkın tümünün, yasama heyeti olması için tek bir yerde toplanması mümkün olmadığından kendi yerine yasama heyeti olacak vekiller seçer. İşte bunlar parlamentoyu oluştururlar. Demokratik düzende parlamento, genel iradeyi temsil eder. O, toplulukların genel iradesi için siyasî temsili gösterir. Hükümeti ve devlet başkanını da seçer ki, bu idareciler genel iradeyi yürürlüğe koyacak birer vekiller ve hakimler olsunlar. Bu parlamento, otoritesini kendisini seçen halktan elde eder ki halkın çıkarttığı düzen ve kanunlarla halkı idare etsin. İşte bu şekilde bu düzende halk, kendisinin efendisi olur. Kanunları çıkartır, bu kanunları yürürlüğe koyacak idarecileri seçer. Halkın kendi kendisinin efendisi olabilmesi, egemenliğini kullanabilmesi, herhangi bir baskı bulunmadan ve herhangi bir zorlama olmadan, hayatının nizamını ve kanunlarını koyma ve idarecilerini seçme hususlarında kendi zatıyla tam şekilde iradesini kullanabilmesi için genel hürriyetler esastır ki onları halkın her ferdine bol bol vermeyi, demokrasi gerekli kıldı. Ta ki halk, herhangi bir baskı veya zorlama olmadan ve tam hürriyetle egemenliğini gerçekleştirmeye ve onu kendi zatıyla kullanmaya imkân elde edebilsin. Bu genel hürriyetler şu dört husus çerçevesinde temsil edildi: 1. İnanç Hürriyeti, 2. Fikir Hürriyeti, 3. Mülk Edinme Hürriyeti, 4. Şahsî Hürriyet. Demokrasi, dini hayattan ayırma akidesinden (inancından) fışkırdı. Bu akide üzerine kapitalizm ideolojisi kuruldu. Bu akide, gerçekte bir orta çözüm akidesidir. Zira bu akide; Avrupa ve Rusya'daki krallar ve çarlar ile filozoflar ve düşünürler arasında meydana çıkan çatışmanın neticesi idi. Krallar ve çarlar, halkı sömürmek, zulmetmek ve kanlarını emmek için dini bir vesile olarak kullanıyorlardı. Bunu gerçekleştirmek için yeryüzünde kendilerinin Allah'ın vekilleri olduklarını iddia ediyorlardı. Din adamlarını bu hususta boyun eğmiş binek olarak kullanıyorlardı. Böylece bu idareciler ile halkları arasında korkunç çatışma çıktı. Bu esnada, Filozoflar ve düşünürlerin bir kısmı dini tamamen inkâr etti. Bir kısmı da, dini tanıdı fakat, dini hayattan ayırmaya ve daha sonra devletten ve idareden ayırmaya davet etti. Böylece bu çatışma, "orta çözüm" ile yani "dini hayattan ayırma" düşüncesiyle sonuçlandı. Ve tabii olarak bundan, "dini devletten ayırma" düşüncesi de doğdu. Bu düşünce, kapitalist sistemin üzerine kurulduğu akide (inanç) ve aynı anda üzerine bütün fikirlerini tesis ettiği fikrî kaide oldu. Kapitalizm sistemine ait fikrî yön ve hayata bakış açısı işte bu esasa göre tayin edildi. Bu esasa göre hayattaki bütün problemleri çözmeye gidildi. Böylece bu görüş, Batının taşıdığı ve dünyayı kendisine davet ettiği fikrî liderlik oldu. Bu akide, dini ve kiliseyi hayattan ve devletten, daha sonra da nizam ve kanunları çıkartma işinden, idarecilerin tayini ve onlara otorite verme işinden uzaklaştırınca halkın kendi zatıyla kendi nizamını seçmesi, nizam ve kanunlarını koyması, bu nizam ve kanunlarla kendisini idare edecek ve otoritesini halk topluluklarına ait genel iradeden elde edecek idarecilerini tayin etmesi kaçınılmaz oldu. Buradan demokratik düzen meydana geldi. Böylece "dini hayattan ayırma" düşüncesi, onun akidesi oldu ki kendisi ondan fışkırdı. Aynı anda bu akide, üzerine bütün demokratik fikirlerini tesis ettiği fikrî kaide oldu. Demokrasi şu iki fikir üzerine kuruludur: 1. Egemenlik (hakimiyet) halkındır, 2. Otoritenin kaynağı halktır. Bu iki düşünceyi filozof ve düşünürler Avrupa’da kral ve imparatorlarla yaptıkları çatışma esnasında ortaya attılar. O zamanlar Avrupa’da "ilâhî hak" düşüncesi hakimdi. Krallar bu düşünceye göre kendilerini halk üzerinde bir ilâhî hakka sahip sayıyorlardı. Yasa çıkartma, hükmetme, yargılama işlerinin yalnız kendilerine ait olduğunu sayıyorlardı. Yalnız kendilerini devlet, halkı da kendilerinin tebaası sayıyorlardı. Halkın yasamada, otoritede, yürütmede ve hiçbir şeyde hakkının olmadığına itibar ediyorlardı. Böylece onlara göre halk herhangi bir görüş hakkı, iradesi olmayan ve kendisine ancak itaat ve uygulamanın düştüğü bir köle mertebesindeydi. İşte filozoflar ve düşünürler, bu "ilâhî hak" düşüncesini ortadan kaldırmak için krallar ve imparatorlar ile yaptıkları çatışma esnasında bu iki fikri ortaya atmış oldular. İşte böylece o iki düşünce, krallara ve imparatorlara ait "ilâhî hak" düşüncesini tamamen kaldırmak, yasama hakkı ve otoriteyi halka ait kılmak için ortaya atıldı. Şöyle ki; halk bir efendiye ait köle değil kendisi efendidir. O, kendisinin efendisidir. Onun üzerinde hiçbir kimsenin egemenliği yoktur. Böylece onun kendi iradesine malik olması gerekir. Kendi iradesini yürütmelidir. Böyle olmazsa o, köle olurdu. Çünkü, kölelik başkasının iradesiyle yürümek demektir. Böylece o, kendi iradesiyle bizzat yürümezse köle olarak kalır. Öyleyse; halkı kölelikten kurtarmak için onun iradesini yürütme hakkının kendisine ait olması kaçınılmazdı. Böylece, halk istediği yasa ve kanunu çıkartma, istemediği yasayı da iptal etme ve kaldırma hakkına sahip olur. Zira halk mutlak hakimiyete sahiptir ki, koyduğu kanunları uygulama hakkı ona aittir. Böylece istediği idareciyi seçer, istediği kanunu uygulamak için istediği yargıcı da seçebilirdi. Başka ifadeyle halk bütün otoritelerin kaynağıdır ve idareciler kendi otoritelerini ondan elde ederler. Böylece imparatorlar ve krallara karşı devrimlerin başarısı ve "ilâhî hak" düşüncesinin yok olmasıyla beraber "hakimiyet (egemenlik) halkındır" ve "halk otoritelerin kaynağıdır" düşünceleri yürürlüğe konuldu. Bu iki düşünce, demokratik düzenin üzerine kurulduğu temeli oldular. Böylece halk, hakimiyet sahibi olması bakımından teşrî edici (kanun koyucu) ve otoritelerin kaynağı olması bakımından da uygulayıcı oldu. Demokrasi, çoğunluğun hükmüdür (yönetimidir). Zira teşrî (yasama) komisyonlarının üyeleri halkın seçmen oylarının çoğunluğu ile seçilir. Yine parlamentolarda nizam ve kanunları çıkartma, hükümetlere güven oyu verme ve onlardan güveni çekme işleri, çoğunluğa dayanır. Parlamentolarda, bakanlar kurulunda diğer meclis, kuruluş ve komisyonlarda kararlar hep çoğunlukla alınır. Halk tarafından direk veya meclisin üyeleri vasıtasıyla idarecileri seçmek halkın seçmenlerinin çoğunluğu ile gerçekleşir. Bu nedenle, çoğunluk demokratik düzende bariz görünüştür. Çoğunluğun görüşü, demokratik düzenin bakış açısına göre halkın görüşünü açıklayan hakiki ölçüdür. Cumhuriyet ise; demokrasinin uygulama keyfiyetidir. Yani demokrasi sistem, cumhuriyet ise onun uygulayıcısı rejimdir. Sistem olarak demokrasinin kabul gördüğü ülkelerde genel olarak Cumhuriyet rejim olarak kabul görür. Ancak bu ekseriyet olmasına rağmen İngiltere'deki gibi meşruti krallık da demokrasinin uygulayıcısı rejim olarak kabul edilir. Bu aynen İslâm'ın sistem, Hilâfet'in de rejim olması gibidir. c- Demokratik parlamento seçimlerinde İslâmî tavır Demokratik parlamento seçimlerinde bir Müslümanın mevcut demokratik partileri desteklemesinin ve seçimde oy kullanmasının anlamı ve şerî hükmü nedir? Bu tür seçimlerde Müslüman’ın tavrı ne olmalıdır? Oy kullanmalı mı, kullanmamalı mı? Oyu veya faaliyeti ile bir partiyi veya milletvekilini desteklemeli mi, desteklememeli mi? Şerî hüküm nedir? Evet bu soru çok önemlidir. Çünkü, Müslüman her hususta olduğu gibi bu husustaki tavrından da Allah katında sorgulanacaktır. Onun için böylesi sorulara cevap aramadan ve şerî hükmü bilmeden amel etmemelidir. Ancak bu soruyu sadece tartışmak için sormamalı, bilakis o hususta Allah’ın hükmünün ne olduğunu yani şerî hükmün ne olduğunu gerçekten ciddi olarak hakkı tespit etmek gayreti ile öğrenmek ve öğrendiği şerî hükmün gereğince amel etmek için sormalıdır. Çünkü o, Allah’ın hükmüne teslim olma bilincinde bir Müslüman’dır, başıboş bir mahluk gibi heva ve hevesi ya da aklı ile amel etmez. Aklını, vakıayı anlayıp Allah’ın hükmünü, Allah’ın hitabını ortaya koyan şer'î delillerden çıkartmak için kullanır. Öyle olmalıdır. Çünkü İslâmi şahsiyete sahip olmanın temel öğesi budur. Demokratik parlamento seçiminin anlamı Demokratik sistemin yasama kurumu olan parlamentoya üye seçimidir. Yani insanların toplumsal yaşantılarında, bireylerin birbirleriyle, devletle, sosyal, ekonomi ve siyasî işlerinde uyacakları kuralları, hükümleri, ölçüleri, emir ve yasakları, kanunları belirleyen kurumun üyelerini seçme işidir. İslâmî açıdan bunun anlamı şirktir. Yani "Hüküm ancak Allah’a aittir" hakikatine terstir. İnsanların yaşantısına hüküm koymakla, ya Allah’ı hiçe saymak ya da O’na ortak koşmak demektir. İşte bu seçime katılmak bir takım insanları milletvekili sıfatı ile bu şirki işlemeye itmek demektir. Bu o kişiye yapılabilecek en büyük kötülük ve zulümdür. Zira o kişi, parlamentonun komisyonlarına katılarak veya genel kurul oylamalarına katılarak yasama faaliyetlerine Allah’ın hükümranlığını hiç kabul etmeyip milletin egemenliğini esas kabul eden mevcut anayasanın çerçevesinde katılarak şirk işlemine, cürümüne isteyerek ya da istemeyerek ortak olur. İsteyerek ve benimseyerek katılınca şüphesiz müşrik olur. Benimsemeyerek katılırsa en azından fasık yani günahkar olur. Yasama faaliyetlerine katılmayıp da o faaliyetlerin yapıldığı esnada orada oturursa, pasif üyelik yaparsa o zaman da günahkar olur. Çünkü Allah’a açıkça isyanın yapıldığı bir yerde Müslüman tepkisiz bir şekilde o cürümü işleyenlerle beraber oturup kalamaz. Zira Allahu Teâla şöyle buyurdu: “Ayetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zalimler topluluğu ile oturma.” (En’am 68) “O, Kitapta size indirmiştik ki; Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle beraber oturmayın, yoksa sizde onlardan olursunuz. Elbette Allah, münafıklar ve kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisa 140) Görüldüğü gibi ayet-i kerimelerde Allahu Teâla, Allah’ın ayetlerinin inkar edildiği ya da alaya alındığı yani hükümlerinin hiçe sayıldığı yerlerde tepkisizce oturup kalmayı kesinlikle nehyediyor. Çağdaş şirk sistemlerinden biri olan demokratik sistemin yasama organı olan parlamentoda Allah’a karşı en büyük isyan, cürüm işleniyor. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi çerçevesinde “hüküm (egemenlik) ancak Allah’a aittir” hakikati inkar edilerek “millet” “ilah” yerine konuluyor. Böylelikle Allah ya inkar ediliyor ya da O’na küstahça şirk koşuluyor. Küfür ve şirk elbette ki Allah katında en büyük cürümdür, zulümdür, tağutluktur, sapıklıktır, cahiliyyedir. İşte bununla ilgili bazı ayet-i kerimeler: “Hüküm ancak Allah’ındır. O da, kendisinden başkasına kulluk yapmamanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf 40) “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet-yönet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına dikkat et. Eğer (Allah’ın hükümlerinden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların bir çoğu da zaten fasıktırlar (yoldan çıkmışlardır). Yoksa onlar cahiliyye (İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükmü bakımından Allah’tan daha iyi kim vardır?” (Maide 49-50) “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira onlar tağutla (Allah’ın indirmediği sistemlerle) yönetilmek istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) inkar etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa 60) “Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan antlaşmazlık hususunda seni (şerîatı) hakem kılıp sonra da verdiğin hükme (şerîatın hükmüne) içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65) “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Maide 44) “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide 45) “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." (Maide 47) “Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür.” (Lokman 13) Bu ayet-i kerimelerin ışığında görüldüğü gibi Allah’ın indirdiği ile yönetmemek, Allah’ın indirdikleri hükümlere rağmen hükümler, yasalar ortaya koyarak insanları yönetmeye kalkmak gerçekten en büyük isyandır, zulümdür. İşte demokratik sistemin yasama organında yapılan da budur. O halde oraya üye olması için birisini oyla da olsa desteklemek, o kişiyi günah işlemeye en azından zalim ve fasık olmaya itmek ve o yolda desteklemek demektir. Halbuki bir Müslüman’ın takınacağı tavır, oy vermeye davet etmek ve ona koşmak değil bilakis oy vermekten kaçmak ve sakındırmak olmalıdır. Zira Allah'u Teâla günahta değil takvada yani Allah’ın hükümlerine sarılmakta yardımlaşmayı şöyle emrediyor: “İyilik ve takva (Allah’ın yasaklarından sakınıp emirlerine uyma) hususunda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun (Onun şeriatına bağlanın). Çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Maide 2) Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “İster zalim olsun, ister mazlum (mü’min) kardeşine yardım et. Oradan bir adam; “Ya Rasulullah, mazlum ise ona yardım ederim, fakat zalim ise nasıl yardım edebilirim? dedi. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: Onu zulüm yapmaktan alıkoyarsın. İşte bu ona yardımdır.” (Buhari, K. Mezalim ve’l Gasb, 2264) Şer'î hüküm ve tavrımız Şu halde biz Müslümanların demokratik seçimlerde tavrımız, ona katılmak değildir. Ona katılarak bazı Müslümanları şirk, zulüm, günah çukuruna bize vekâleten itmek hiç değildir. Bu işten Allah’a sığınmalıyız. Tavrımız, hayatımızı kokuşturan, haramlar ve münkerlerle, zulüm ve zulümat ile, cehaletle dolduran çağdaş cahiliyye ve tağuti sistemi tüm kurumları ile ret edip hayatımızdan söküp atmak ve Allah’ın dinini hakim kılmak için Allah’a dayanıp, Allah’ın hükümlerine sımsıkı sarılarak ihlas, sabır ve sebatla çalışmak olmalıdır. Küfür ve ehline taviz vermemeli, hakkı izhar edip batılın tepesine balyoz gibi indirmeliyiz. Hakkı anlatıp batılı inkar ederken insanların zulmünden ve şerrinden hiç korkmamalıyız. Laikliğin, demokrasinin, milliyetçiliğin, pragmatik düşüncenin kapitalizm ve sosyalizmin küfür olduğunu, batıl olduğunu; hakkın ancak Allah’ın dini İslâm olduğunu, İslâm’ın tek doğru ve bütün dinlerin, ideolojilerin, fikirlerin, nizamların üstünde olduğunu, insanların yaşantısına ancak onun hakim olması gerektiğini onun dışındaki bütün din ve nizamların ret olunması gerektiğini söylemek ve bunun tahakkuku için çalışmak olmalıdır. İşte demokratik parlamento seçimlerinin anlamı, şerî hükmü ve bunun karşısında Müslüman’ın takınması gerektiği tavır budur… Böylesi seçimlerde “tavrımız ne olmalıdır” diyen kimse eğer samimi ise, bu şerî hükmü ve tavrı alır ve gereğince amel eder. Yani “işittik, itaat ettik” der. “İşittik, isyan ettik” diyenlerden olmaz. Allah’ın hükmü karşısında akıl, mantık yürütmeye kalkmaz. Bilakis Nisa suresi 65. ayette belirtildiği gibi, şerî hükmü içinde bir sıkıntı duymaksızın alıp tam teslimiyetle uygular. Bu hususta şerî hükmün ve tavrın bu olduğunu ortaya koyunca, İslâm adına hareket ettiğini söyleyerek Müslümanların büyük bir kısmını da etkileyen bazı şahıs ve çevreler şöyle itirazda bulunuyorlar: 1- "Evet demokrasi küfürdür. Parlamentoya girip onun çalışmasına katılmak da en azından haramdır. Fakat bizim orada adamlarımız olsa, bu Müslümanların faydasına olmaz mı? Demokratik parti ile İslâm Devleti kurulmaz, fakat o partinin parlamentoda olması hatta hükümet olması, Müslümanların İslâmi faaliyetlerine kolaylık sağlar. Yollarını açar. Onun için Müslümanların bu seçimlere katılıp İslâm’ın gelmesini isteyen şahıs ve partileri desteklemeleri gerekir. Aksi halde Müslümanların menfaatlerine karşı çıkmış, parlamentonun tamamen İslâm düşmanlarının eline geçmesini sağlamış olurlar" diyorlar. 2- "Biz hakkı açıkça söylersek batıl ehli, laikler, Kemalistler ve onların güdümündeki subay ve generaller bizi ezerler, hapse atarlar, işlerimizden ederler, hiç bir İslâmi faaliyete izin vermezler. Onun için biz onların şerrinden korunabilmek maksadı ile onların aralarına girmeli ve onlardan görünmeliyiz. Biz de demokratız, laikiz, cumhuriyetçiyiz, milliyetçiyiz demeliyiz. O zaman onlar bize tavır almazlar. Biz de böylece daha rahat çalışarak güçleniriz. Onun için demokratik parti kurmalı ve onu seçimlerde desteklemeliyiz. Yoksa yok oluruz" diyorlar. 3- "Bizim öyle sert, katı, uzlaşmaz bir görünüm ortaya koymamıza gerek yok. Çünkü hoşgörülü, yumuşak, sevgi ile muamele her kapıyı açar. Hem biz herkesi sevmeliyiz. Tüm insanlarla ya dinde kardeşiz ya da hilkatte kardeşiz. Müslüman olsun olmasın her insana sevgi ile muamele etmeli, hoşgörülü, uzlaşmacı olmalıyız. O zaman onları da karşımıza almış olmayız. Onların bize düşmanlık yapmalarından, zararlarından korunmuş oluruz. İslâm’a hizmet faaliyetlerimizi de bir yandan sürdürürüz" diyorlar. Şunu hemen belirtelim ki bu yaklaşımların hiç birisi de İslâmi zihniyet ürünü değildir. Evet bu yaklaşımları ortaya koyanlar her ne kadar Müslüman olduğunu söyleyen ve onların tesirinde kalan Müslüman kimseler olsalar da İslâmi zihniyet ürünü değildirler. Zira İslâmi zihniyette Allah’a kul olma bilinci esastır. Bu bilinç kişiye sadece Allah’a teslim olmaya, sadece Ona dayanmaya ve itimat etmeye ve sadece Onu razı etmeyi gaye etmeye iter. Onun amellerinin ölçüsü helal-haram, sevap-günahtır. Onun fikri ve hükmü sadece Kitap ve Sünnetten alınandır. Yukarıda belirtilen yaklaşımları ortaya koyanlar, bu yaklaşımlarını Kitap ve Sünnetten almayıp vakıadan almışlardır. Kitap ve Sünnete başvursalardı bu yaklaşımları bulamayacaklardı. Bilakis tam aksi bir yaklaşım bulacaklardı. Şimdi Kitap ve Sünnet ışığında bu yaklaşımları inceleyelim. 1- Bu yaklaşım tamamen pragmatik bir yaklaşımdır. Yani ameli, neticesinde görülen/umulan fayda ve zarara göre değerlendirme yaklaşımı. Amellerde fayda ve zararı temel ölçü kabul etme yaklaşımı. “Faydalı olan şey iyidir, yapılmalı, zararlı olan şey kötüdür, yapılmamalı” anlayışı. Yani aklı iyi-kötü, hayır-şer hususunda hakem kılmaktır. Halbuki Müslüman için asıl olan Allah katındaki iyi-kötü, hayır-şerdir. Onu da akılla bilemeyeceğimize göre Allah’ın indirdiğine başvurarak yani şeriatına başvurarak Onun hayır dediğini yapmak, şer dediğinden kaçınmak esastır. Hayır ve şerri, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini belirleyen şerîattır, akıl değil!. İşte bunun böyle olduğunu gösteren bir kaç ayet-i kerime: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir. Sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara 216) Demek ki, hayır ve şerrin tayini bizim duygu ve aklımızla değil Allah’ın ilmine terk edilmiştir. Allah’ın ilmini de Rasulün getirdiğinden alabiliriz. Başka bir yerden değil… Bunu da Allahu Teâla şöyle emretti: “Rasul size ne getirdi ise onu alın ve sizi neden nehyetti ise ondan kaçının.” (Haşr 7) Rasul (sav) de şöyle dedi: “Bizim dinimizde olmayan her iş reddedilir.” (Buhari, K. Buyu’; Müslim, K. Akdiyye, 3243) Müslümanlar için menfaatin değil de sevap ve günahın ölçü olduğunu şu ayet-i kerime açıkça ortaya koymaktadır: “Sana şaraptan ve kumardan sorarlar. De ki; Her ikisi de büyük günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür.” (Bakara 219) Görüldüğü gibi Allah'u Teâla bu ayet-i kerimesinde menfaati değil günahı esas kılmıştır. Demek ki, bir hususta insanlar için bazı menfaatler ve günah çatışabilir. O halde tavır ne olmalı? Elbette ki günah işlemeyip menfaat terk edilmelidir. Zira bir Müslüman için asıl menfaat Ahirette günah ile Rabbinin huzuruna çıkmamasıdır. Şimdi bunu demokratik parlamento seçimlerine indirirsek; demokratik parlamentoya girmekte bazı menfaatler olabilir. En azından öyle zannedilebilir. Fakat orada bulunmakta günah da vardır. Bunu yukarıda izah ettik. Şimdi ne yapılmalı? O günahı işleyerek o menfaatleri elde etmeye mi çalışılmalı? Yoksa günah işlemeyip o menfaatlerden vaz mı geçmeli? İşte bununla imtihan oluyoruz. Elbette ki günah işleyerek o menfaatleri elde etmeye çalışmamalıyız. O menfaatler uğruna kendimizi bile bile ateşe atmamalıyız. Aksi halde hem dünyada hem Ahirette Allah’ın yardımından yoksun kalırız da perişan ve hüsran oluruz. Allah (cc) şöyle buyurdu: “Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi (yardımsız) bırakıverirse, Ondan sonra size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.” (Ali İmran 160) 2- “Onların şerrinden emin olmamız için onlardan görünmeliyiz” diye özetlenebilecek olan bu yaklaşımı Allah, kendisine güvensizlik ve kalpte hastalık olarak vasfetti. Hiç tasvip etmediğini de şöyle bildirdi: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları veli (dost ve yardımcı) edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin velisidirler. İçinizden onları veli edinenler, onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğuna yol göstermez. Kalplerinde hastalık bulunanların ‘Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onların arasına koştuklarını görürsün. Dikkat edilsin ki, Allah bir fetih yahut katından bir emir/azap getirecek de onlar içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklar. (O zaman) iman edenler; ‘Bunlar mı bütün güçleriyle sizinle beraber olduklarına yemin edenler?’ diyeceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de hüsrana uğramışlardır.” (Maide 51-53) Görüldüğü gibi Rabbımız Allahu Teâla, iman edenlerin dikkatini çekerek kafirleri dost ve yardımcı edinmemeye davet ediyor. Yahudi ve Hıristiyanları zikretmesi cüzü zikredip küllü kast etmektendir. Yani bütün kafirleri kapsar. Onları veli (dost ve yardımcı) edinmek onların istediği çizgide olmak demektir, onlara tabi olmak demektir. Çünkü Allah, onları veli edinenleri onlardan saydı. Yani onlar gibi oldu. Onlar gibi davranıyor, onların çizgisinde bulunuyor saydı ki, bu elbette zulümdür. Bu zulüm üzerinde inatla ısrar edenleri de kendi hallerine terk etmekle tehdit etti. Bu ayetin mefhumunu günümüze indirirsek; iman ettiğini söyleyen bir kimse, “ben demokratım, milliyetçiyim, laikim, cumhuriyetçiyim, Atatürk de bizden olurdu” gibi laflar ve yaklaşımlarla demokrat, laik, cumhuriyetçi, milliyetçi, kemalist kafirlerin çizgisinde olduğu görüntüsü vermeye çalışmamalıdır. Aksi halde Allah onu da onlardan sayar da o kişi zalimlerden olur. Bir Müslüman onların çizgisinde olamaz. Onların çizgisinde olmadıkça onları razı edemez. Onları razı edecek olursa Allah’ı razı edemez. Bunun böyle olduğunu bir başka ayette de bildirmiştir. (Bakara-120) Maide-52. ayette de Allah onlardan görünme gayreti ile onların arasına koşuşmayı; “hastalıklı kalp” olarak vasfedip kesin ve de çok sert bir şekilde zemmetti. “Demokrasi, laiklik, vatancılık, milliyetçilik, cumhuriyetçilik, kemalizm” gibi çağdaş putlara yapılan övgülere katılmak, onların korosu içerisine girmek ve o koroya katılmaya koşuşturmak, çağdaş put hanelerden anıtkabire ve parlamentoya koşuşturmak, işte bu zemmin kapsamındadır. Allahu Teâla onların bu işi yaparken gösterdikleri mazereti de yani; “başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz” bahanesini de kesinlikle reddediyor. “Bizi hapse atarlar, işimizden ederler, asarlar, keserler, onun için onlardan görünüyoruz. Onun için demokrat, laik, milliyetçi, vatancı, cumhuriyetçi, Kemalist gözüküyoruz” bahanesini de reddediyor. Ve bu tutum içinde olanları tehdit ediyor. Hem de Allah’ın fethi ya da azabı ile tehdit ediyor. Allah’ın fethi geldiğinde mü’minler onları bu tutumlarından dolayı cezalandırırlar. Onun için pişman olurlar, ya da Allah’ın azabı gelir onun için de pişman olurlar. Böylesi batıl, geçersiz mazeretler ile çağdaş demokratik sistemin yasama organına koşuşturmakla bu uğurda mallarını, vakitlerini harcayan kimseler sevap ummalarına rağmen şer'î hükme bağlanmamaktan dolayı amellerinin boşa çıkmasından ve böylelikle hüsrana uğramaktan korksunlar. Çünkü Maide-53’de bu tehdit vardır. 3- Kafirlere, zalimlere hümanist duygularla yumuşak, hoşgörülü, uzlaşmacı ve sevgiyle muamele yaklaşımına gelince; bunu da Allahu Teâla kesinlikle reddediyor: “O halde (hakikati) yalanlayanlara tabi olma. Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (Kalem 8-9) Görüldüğü gibi ayet-i kerimede Allahu Teâla, Rasulünün şahsında onun ümmetine kafirlere karşı tavizkâr tavır almayı yasaklıyor. Allahu Teâla kafirlerin içyüzünü bize apaçık bildirerek onlara karşı takınmamız gereken tavrı şöyle açıklıyor: “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri (kafirleri) sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmuştur. İçlerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, herhalde ayetlerimizi size açıklamış oluruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz bütünüyle Kitaba inanırsınız. Onlar ise, sizinle karşılaştıklarında inandık derler. Kendi başlarına kaldıklarında da size olan kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. Kininizle geberin! deyiver. Size bir iyilik hafifçe dokunursa, bu onları tasalandırır. Başınıza bir musibet gelirse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Ali İmran 118-120) İşte bu ayet-i kerimelerle Allahu Teâla kafirlerin içyüzünü bize böylece apaçık bir şekilde beyan ediyor. Bu hakikatleri bildikten sonra biz Müslümanların onlara karşı tavrı elbette hoşgörü sevgi değil de nefret ve düşman tavrı olmalıdır. Onlara sevgi gösterileri hem boşunadır hem de Allahu Teâla’nın tasvip etmediği bir tavır olur. Onlar bizim hakkımızda hiç hayır ve iyilik istemediklerine göre; “gelin demokratik arenaya girin, demokratik mücadele ile istediklerinizi elde edin” diyorlarsa bilelim ki bu bizim hayrımıza değildir. Eğer aklediyorsak onların bu davetlerine icabet etmeyiz… Eğer icabet ediyorsak çok aptalca, akılsızca bir iş yapıyoruz. Allah’ın sözüne kulak asmıyoruz demektir. Onların bize karşı kurdukları hile, tuzak ve düşmanlıklarından kurtulmanın yolu, onlara sevgi gösterilerinde bulunmak ve onlardan görünme gayreti içine düşmek, onların arasında koşuşturmak değil sadece ve sadece Allah’ın şeriatına bağlanmaktır. Bunu Allah (cc) şöyle bildirdi: “Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiç bir zarar vermez. Şüphesiz Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Al-i İmran 120) Demek ki; “şerî hükümlere göre davranırsak kafirler bizi yok ederler" düşüncesi bu ayet-i kerimenin mefhumuna tamamen ters düşer. İlmiyle her şeyi çepeçevre kuşatan Allah’tan daha iyi kim bilebilir ki. O, siz şerîata bağlanıp sabırlı olun, onların hile ve tuzakları size bir zarar veremez diyorsa; Müslümana düşen, Rabb’ısının bu sözüne güvenip teslim olmaktır. Bunun dışındaki bütün tavır ve yaklaşımlar kesinlikle gayri İslâmidir. Bazı kimseler bu izahatları da, nasihatleri de işittiği halde şöyle bir itirazla yine de o yanlış, batıl tutumlarında ısrar ediyorlar: “Efendim, bu kadar alimlerimiz var, onlar bunu bilmiyorlar mı? O kadar alim bizim bu demokratik parlamento seçimlerine katılmamıza bir şey diyorlar. demiyor, hatta davet ediyorlar. Onun için biz de onlara tabi oluyoruz" Bu yaklaşımda olanlara kardeşlik duyguları içinde sesleniyoruz! Biz Müslümanlar alimlerimizi sever, sayarız; fakat rabler ittihaz etmeyiz. O halde alimleri rabler ittihaz eden Yahudi ve Hıristiyanlar gibi olmayınız!.. Yukarıdaki ayetler ve hadisler ışığında bu meseleyle ilgili Allah’ın hükmü gayet açıkken hiç bir alimin ters bir fetva verme yetkisi yoktur. Fetva vermeye kalkarlarsa, o ancak heva ve hevesinden bir fetva olur ki bu ret olunur… Ona rağmen biz o alimlerimize tabi oluruz diyenler ve onlara tabi olanlar, Ahirette Allah’ın huzurunda hüsrana uğrayacaklarını Allahu Teâla ayet-i kerimesi ile şimdiden şöyle bildirdi: "Yüzleri ateşte evirilip çevrildiği gün, eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik! derler. Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize, liderlerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanetle rahmetinden kov derler." (Ahzab 66-68) Evet, şerî hüküm ortada iken biz hocalarımızın, üstatlarımızın, efendilerimizin yolunda gideceğiz diyenler bu ayetlerle muhatap olurlar. Sözün özü, biz Müslümanlara düşen; çağdaş şirk, tağuti, cahiliyye sistemi olan demokratik sistemin seçim arenalarında ömür tüketmek değil de, o pis sistemi şer'î hükümlere bağlanarak ve Allah’a dayanarak söküp atmak için çalışmak ve onun yerine dünya ve ahirette aziz ve de mesut kılacak olan, İslâmî hayatı tekrar hakim kılıp İslâm'ı aleme nur ve hidayet olarak tatbik ve cihat yolu ile taşıyacak olan Raşidî Hilâfet Devleti’ni kurmak için ihlasla çalışmaktır. O zaman Allah yar ve yardımcımızdır… d- Krallık - Federe devlet anlayışı Krallık Krallık sisteminde yönetim verasetle el değiştirir. Her hususta olduğu gibi yönetimde de oğullar babalarının varisi konumundadırlar. Ancak, İslâm'ın yönetim nizamında veraset yoktur. Aksine, yönetim ümmetin isteği ve rızası ile kendisine biat ettiği kişiye verilir. Krallık sisteminde kralın tebaadan hiçbir kimsenin sahip olmadığı özel hak ve imtiyazları söz konusudur. Krallık sisteminde kralın dokunulmazlığı ve kanunlar üstü bir konumu vardır. Krallık sisteminde kral ya Avrupa'da olduğu gibi sembolik bir yönetici konumundadır yada Suud, Fas ve Ürdün krallıklarında olduğu gibi kralın fiili bir yönetim yetkisi söz konusudur. Bu krallar, yönetimin kaynağı oldukları gibi, ülkelerine ve halklarına diledikleri gibi heva ve heveslerine göre tasarrufta bulunmaktadırlar. Halbuki İslâm nizamı hâlife yada imama hiçbir zaman ayrıcalıklar ve özel haklar tanımaz. Ümmetten herhangi bir ferdin ne gibi hakları varsa halifeninki de o kadardır. Hâlife ne Avrupa kralları gibi yönetimde yer alıp da yönetime karışmayan bir semboldür, ne de ülke ve halklar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunarak yönetim haklarını kullanan bir yöneticidir. Aksine Halife yönetim ve yönetim yetkisini kullanma noktasında ümmetin vekilidir. O, ümmet tarafından rızaya dayalı olarak seçilmiş ve Allah'ın şeriatını tatbik etmesi için kendine biat edilmiş bir yöneticidir. Halife her işinde ve ümmetin çıkarlarını ilgilendiren her meselede şer'i hükümlerle kayıtlıdır. Ayrıca, İslâmi yönetim sisteminde veliahtlık da yoktur. Veliahtlık İslâm tarafından kesinlikle reddedildiği gibi, yönetimin veraset yolu ile devredilmesi de şiddetle yasaklanmıştır. İslâm’a göre; yönetim haklarının kazanılmasının tek meşru yolu, Halife ya da imamın ümmetin rızası ile alacakları biattır. Federe devlet İslâm’da yönetim nizamı, her bir vilayetin yerel yönetiminin özerk olduğu, genel idare sisteminin ise federal vilayetlerin birleşmesi ile oluştuğu federal sistemle de benzerlik göstermez. Tam tersi İslâm’da yönetim nizamı vahdet nizamıdır. İslâm Devleti için batıda Merakeş ne ise doğuda da Horasan odur. Bir an Hilâfet merkezinin Kahire'de olduğunu varsayarsak, Feyyum kenti ne ise tüm diyar kentler de aynı mesafededir. İslâm Devletinde tüm bölgelerin maliyesi ve bütçesi tek bir bütçe ve maliyedir. Bu bütçe, tüm tebaanın faydası esas alınarak harcanır. Vilayetlerin bu uygulamada birbirine herhangi bir imtiyazı yoktur. Örneğin bir vilayetin, ihtiyacı olanından birkaç katı vergi toplanmış olduğunu varsayalım, bu durumda o vilayete toplananın tamamı kadar değil ihtiyaçları büyüklüğünde bir harcama yapılır. Bir diğer vilayette toplanan vergi ise kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa, ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde genel bütçeden desteklenir. Değerlendirmedeki esas, vilayetin ihtiyacını karşılaması ya da karşılayamaması değil, tebaanın ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Bu yönü ile İslâm’ın yönetim nizamı federal sistemden tamamen ayrılan, vahdet esaslı bir nizamdır. Ortaya koyduğumuz temel farklılıklardan dolayı İslâm’ın yönetim sistemi günümüz sistemlerinden hem esasları hem de uygulamaları açısından tamamen farklı, kendine özgü bir sistemdir. Her ne kadar İslâm yönetim sisteminin dışa yansıyan bazı özellikleri bu sistemlerle benzerlik gösteriyor gibi görülse de bunlar özden kaynaklanan farklılıkları görmek için bir sebep teşkil etmez. İslâmi yönetim sistemi her şeyin ötesinde merkezî bir yönetimdir ve otoriteyi merkezden küçük ya da büyük olsun devletin her bir parçasına egemen kılar. Devletin herhangi bir parçasının merkezden bağımsız olmasına izin verilmeyerek devletin bütünlüğü garanti altına alınır. Valileri, yöneticileri, maliye ve ekonomi sorumlularını, komutanları, kadıları özetle işi yönetim olan her görevliyi atayan da yine merkezi otoritedir. Tüm ülkeye yönetimle ilgili hususlarda egemen olan, yönetimle ilgili tüm uygulamaları doğrudan yerine getiren yine merkezi otoritedir. e-Milliyetçilik Bütün insanlarda mevcut olan bekâ içgüdüsü fikri seviyesi düşük olan kişilerde lider olma sevgisini meydana çıkarır. Bu sevgi başlangıçta fikri seviyesi düşük olan kişide ferdî olarak cereyan eder. Ancak fikren gelişme gösterince kişi önce aile fertleri arasında lider olmayı, sonra diğer aileler arasında kendi ailesinin liderliğini, daha sonra da vatanında kendi kabilesinin üstünlüğünü ortaya koymak ister hale gelir. Bu aşamaya kadar her liderlik aşamasında çekişmeler cereyan eder. Daha açık bir ifade ile; bu düşünce kabile taassubuna dayalı bir düşünce olduğundan insanları birbirinden ayırıcı özelliğe sahiptir. İçgüdüsel bir dayanakla yola çıkıldığından kişilerde tahakküm hırsını açığa çıkarır. İnsanlar arasında tahakküm sahibi olma ve liderlik çekişmelerine sebep olacağından dolayı insanlığa huzur vermeyen bir düşüncedir. Milliyetçilik fikrinin açığa çıktığı yerlerde gözlenen odur ki, kişilerin fikri seviyeleri çok düşüktür. Yine milliyetçiliğin İslâm beldelerine giriş noktası da Avrupa'dır. Avrupa bir zamanlar Roma imparatorluğu himayesinde çeşitli ırkları, dilleri ve cinsleri bir arada bulunduran siyasi bir birlik idi. Bu toplanma gerçek anlamda İslâm ümmeti gibi bir ümmet oluşturmuyordu. Ana devlet; "efendi", sömürgeler ise; "köle" idi. İmparatorluğun himayesinde yaşayan halklar hiçbir zaman İslâm ümmetinin bir araya gelişi gibi bir birlik, bir vahdet oluşturamadılar. Bütün ırkları, cins ve dilleri akide potasında eriterek aynı seviyede bir tek ümmet olan İslâm ümmetinin bir araya gelişi gibi, gerçek bir birlik halinde birbirleriyle kaynaşamadılar. Bugün dahi Avrupa'da bu tür milliyetçilik hareketleri cereyan etmektedir. İngilizlerin ve Almanların aşırı milliyetçi kitleleri bulunmaktadır. Yıllarca birbirleriyle savaşan Avrupa ülkeleri önceleri Kömür Birliği, daha sonraları AET ve son olarak da AB adı altında bir araya gelmelerine rağmen halen aralarındaki kavga tam olarak bitmiş değildir. Onların bir araya gelmeleri sadece AB ülkelerinin maddi çıkarları ve İslâm'ın potansiyel olarak onlar karşısında bir tehlike görülmesidir. Milliyetçilik fikrinin İslâm beldelerine girişi, Avrupa'nın bir bütün olarak karşısında duramadığı Hilâfet devletini parçalama çabasının bir ürünüdür. Osmanlı'nın son dönemlerinde Hilâfet devletinin bünyesine Avrupa tarafından yerleştirilen misyonerler, süreç içerisinde Arapların üstünlüğüne dair Araplara, Türklerin üstünlüğüne dair Türklere telkinlerde bulunarak bu fikri İslâm beldelerinde yaygınlaştırdılar. Bu çalışmalarında başarılı da oldular. Bu gün 50'nin üzerinde halkı Müslüman ülke mevcut, ancak hiç birisi Allah'ın indirdiğiyle hükmeden ve Hilâfeti tesis etmiş ülkeler değiller. Çevremizi incelediğimizde artık insanların köpeklerine Arap ismini verdiğini bile görürüz. Başka ülkelerde de Türklerin barbarlığı konuşulur haldedir. Türkler Araplara pis olduklarını söylerler vs. Bu arada batı çoktan, ümmeti parçalayan ve birliğini bozan milliyetçilik fikrini bizlere aşılamıştır. İslam'ın milliyetçiliğe bakışı İslâm gelmeden önce Araplarda bütün halklar ve kabileler birbirleriyle savaşıyorlardı. Medine'deki halk ikiye bölünmüştü, birbirlerine karşıydılar. Çünkü orada iki büyük kabile vardı. Rasulullah (sav) Mekke'de, 6 Medineli kişiyle görüştü ve onları İslâm'a davet etti. Onlar da bu teklifi kabul ettiler. Rasulullah (sav) Mekke'de İslâm hakimiyetini kuramadığı ve Mekke halkı kendi davasına karşı donduğu için buradan başka yerleri arıyordu. Müslüman olmuş bu 6 kişiye dedi ki; "Beni sizinle beraber Medine'ye götürün ki, Rabbimin risaletini orada tebliğ edeyim." Dediler ki; "Bizim kavmimiz (halkımız) bölünmüş haldedir. Korkarız ki seni himaye edemeyiz, rezil oluruz." Bir sene sonra, 12 kişi olarak geldiler. Birinci Akabe biatı gerçekleşti. Rasulullah (sav) onlarla beraber gitmeyi istedi. Onlar yine aynı şekilde cevap verdiler. Fakat Musab'ı kendi yerine gönderdi. Orada İslâm yayıldı, halkın ileri gelenleri veya kuvvet ehli Müslüman olup Rasulullah'a (sav) biat ettiler. Sonra İslâm devleti kuruldu. Rasulullah (sav) bu devletin başında idi. İslâm, Medine kabileleri Evs ve Hazrec'i birleştirdi. İslâm'ın nimeti ile birleştiler. Allah'u Teala bunun üzerine şu ayeti indirdi: "Hepiniz bir bütün olarak Allah'ın ipine (dinine) sımsıkı şekilde bağlanın, hiç bölünmeyin üzerinizdeki Allah'ın nimetini hatırlayın. Şöyle ki, siz birbirinize düşman idiniz, Allah kendi nimetiyle (İslâm'la) kalplerinizi birleştirip kardeş oldunuz." (Ali İmran 103) İbni Kesir, bu ayetin Evs ve Hazrec hakkında nazil olduğunu beyan etti. Çünkü cahiliyede bölünüp aralarında çok savaş oluyordu. Düşmanlık, kin, nefret ve buğz yerleştiği için bu savaşlar oluyordu. Fakat İslâm aralarını bulup onları birleştirdi. Bir başka ayette de şöyle buyruluyor: "Yeryüzündeki bütün paraları ve malları harcasaydın kalplerini birleştiremezdin fakat, Allah (İslâm'la) onları birleştirdi." (Enfal 63) İslâm bu halk ve kabileleri birleştirdikten sonra, Yahudiler Müslümanların birleşmesini kıskandılar. Onlardan bir adam gelip cahiliyede birbirlerine karşı söyledikleri söz ve şiirleri kendilerine hatırlatmaya başlayınca, aralarında birbirlerine karşı fitne çıkarttı. Rasulullah (sav) onlara şöyle söyleyerek yatıştırdı: "Daha ben sizin aranızdayken cahiliye davetine göre mi hareket edeceksiniz." Burada cahiliye davetinden kasıt; milliyetçi veya ırkçı davettir. Sonra şöyle dedi: "Benden sonra birbirinizin boyunlarını vurarak küfre dönmeyiniz." Çünkü milliyetçi, kabilevi veya ırkçı dava cahiliye veya küfürdür. Bundan dolayı Rasulullah (sav) milliyetçiliğe davetle ilgili bu hadisleri söyledi. Birçok hadiste milliyetçi, kabilevi veya ırkçı his ve ananeleri kötüleyerek haram kıldı. Şöyle buyurdu: "Onu (milliyetçiliği) terk edin çünkü o kokuşmuştur." Başka bir hadiste şöyle buyurdu: "Kim kör (Cahiliye veya milliyetçi) sancak altında savaşarak, bir milliyete taassubundan dolayı kızgınlık göstererek veya asabiyete (milliyetçiliğe) davet ederek yada milliyetçiliğe yardım ederek öldürülürse cahiliye ölümüyle ölür." Bu nedenle İslâm milliyetçiliği tamamen yasaklayıp haram kıldı, küfür veya cahiliye olarak niteledi ve bu şekilde milliyetçiliği yok etti. Böylece Rasulullah (sav) milliyet, aşiret, ırk ve renk ayrımı tanımayan bir toplum kurdu. Nitekim Medine'ye varınca ümmetin misakında şunu yazdırdı: "Muhacirler ve Ensarlar ve onlara tabi olan müminler insanlar dışında ayrı tek bir ümmettir." Milliyetçi, kabilevi, aşiretçi ve ırkçı mefhumunu kaldırıp yerine bir mefhum getirdi ki o; ümmet mefhumu (kavramıdır). Nitekim Allahu Teala şöyle buyurdu: "Siz (ey Müslümanlar) insanlar arasından çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Marufu (Allah'ın emirlerini) emredersiniz, münkeri (Allah'ın haramlarını) nehyedersiniz aynı zamanda Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran 110) "Müminler ancak kardeştirler." (Hucurat 10) Ayetiyle onların kardeş oldukları bildirildi. Rasulullah (sav) İslâm devletini ümmet mefhumuna ve müminlerin kardeşliğine dair bir esasa dayandırır. Milliyetçi esasa dayalı kurmadı. Bu nedenle İslâm devleti Arapçılığa, Persliğe, Türklüğe veya Kürtlüğe dayalı kurulmadı, kurulamaz da. Kesinlikle İslâm devletine hiçbir ırkın, milliyetin veya kabilenin tahakkümü caiz kılınmaz, caiz değildir de. İslâm devleti ne Arap, ne Pers, ne Türk, ne Kürt, ne de bir başka milliyet devleti olamaz. f- Ümmet bilincinin yok oluşu Rasulullah (sav) Medine'ye vardığında şunları yazdırmıştı: "Bu yazı, Allah'ın Peygamberi ve Rasulü olan Muhammed'den Kureyşli, Medineli ve bunlara yetişen, bağlanan, onlarla birlikte cihat eden Müslüman ve müminlere yöneliktir. Bütün bu mümin ve Müslümanlar, insanlar içerisinden seçilmiş tek bir ümmettir." (İbni İshak - İbni Hişam) Ümmetin vahdeti ve birliğine delâlet eden bu hadise rağmen yukarıda saydığımız anlayışlar neticesinde Müslümanlar İslâm devletinin milliyet esasına, devletin birbirinden ayrı birkaç yerde kurulabileceği inancına, halkın Müslüman olmasının yeterli olacağı ve üzerlerine hükmedilen sistemin ne olduğunun önemli olmadığı inancına sahip oldular. Baştan sona bütün esasları vahdete dayanan İslâm'ın ümmet bilincini yukarıda anlattığımız anlayışlarla fesada uğrattılar. Bu esasen ileri derecede önemli bir hastalıktır. Kafirler ve İslâm düşmanları birbirine kenetlenmiş, İslâm ümmetini yıkmanın savaş meydanlarında olmayacağını idrak ettikten sonra işte yukarıdaki anlayışları, ayrılıkçılık tohumlarını ve zehirlerini ajanları ve misyonerleri aracılığıyla ümmete empoze ettiler. Kafirler ümmet bilincini çok kısa bir süreçte yıkmayı başaramadılar ve bu çalışmaları uzun yıllar sürdü. Ancak Hilâfet'i yıkarak bu emellerine ulaşabildiler. Tek bir devlet olan Hilâfet'i birçok parçalara ayırdılar. Tabi bu devletlerin başlarına sömürgeci kafirler kendi uşaklarını yerleştirdiler bunun akabinde bu uşak ve aşağılık yöneticiler izledikleri politikalarla Müslümanları birbirlerine düşman olarak lanse ettiler. Onların aralarındaki kardeşlik bağlarını köreltmeye çalıştılar. Halen de ümmet bilincini yakalamamaları için çalışmaktalar. Aslında onlar bu bilincin ne kadar büyük bir güç ortaya çıkarabileceğini çok iyi kavramış durumdalar ve bu yüzden ümmet bilincinin tekrar Müslümanlar arasında hayat bulmaması için uğraşıyorlar. Dünya coğrafyasının en önemli ve en stratejik noktalarında Müslümanlar var ve sayı bakımından da büyük tehlike arz ediyorlar. Böylesi önemli bir topluluğun bu ekonomik güçle kendi varlığını hissederek Hilâfet'i inşa etmesi günümüz dünyasında çok şeyleri değiştirir. İşte kafirlerin sezinlediği ve tekrar inşa edilmemesi için uğraştığı bu birliktelik ve kardeşlik biz Müslümanlar için hiçbir hayat nizamında eşi ve benzeri görülmeyen bir avantajdır. Sonuç olarak bu bilincin tekrar Müslümanlar üzerinde oluşması ve insanların tekrar kardeşlik duygularına sahip olmaları gerekmektedir. Ancak bu kendiliğinden oluşabilecek bir şey değildir. Bu insanlara hissettirilmeli ve insanlar bunun zorunluluğunu anlamalıdır. İnanıyoruz ki iman eden her Müslüman da bu bilincin oluşması gerçekten uzak değildir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da yine Hilâfet Devleti'nin zorunluluğu karşımıza çıkmıştır. İşte ümmetin tekrar eskisi gibi kenetlenmiş, birbirlerine candan sarılmış bir hale gelmesi, tekrar o eski başarılarına kavuşması, kafirlerin bu ümmetin karşısında boyun eğmesi ancak gerçek anlamda ümmet olmaktan geçer. Ümmet olmak için mutlaka ümmeti idare edecek, kafire karşı koruyacak ve Allah için savaşacak bir devlet lazımdır ki, işte o devlet şer'î hükümlerle yönetilen Raşidî Hilâfet Devletidir.