Şükrü HÜSEYİNOĞLU
DİNİ PAYANDALAŞTIRMAK
Bir inanç sistemi veya dünya görüşüne yapılacak en büyük kötülük onu yalanlamak, önüne engel çıkarmak değildir. Onu hayatın kendisine göre düzenlendiği bir özne olmaktan çıkarıp nesneleştirerek bir tüketim metaına dönüştürmek ve payandalaştırmaktır en büyük kötülük. Payandalaştırmak; yani kendisi olmaktan çıkarıp/kendi gaye ve anlamından koparıp başkaca gayelerin hizmetçisi haline getirmektir.
Yüce Rabbimizin, yeryüzünün halifesi kıldığı insanoğlu için dünya ve ahiret saadetinin menbaı ve bütüncül bir hayat nizamı olarak bildirdiği tevhid dini, tarih boyunca açık düşmanlık ve engellemelerin yanısıra, gaye ve anlamından saptırarak istismar etme girişimleriyle de sıklıkla karşılaşmış, çoğu kez bu şekilde tahrif edilerek kendisi olmaktan çıkarılmıştır. Rabbimiz, her defasında yine insanlar arasından seçtiği elçilerle insanlara mesajını ve ölçülerini yeniden hatırlatmıştır.
"İnsanlığa son çağrı" niteliğindeki İslam mesajının da, kaynağı arı-duru muhafaza edilmesine rağmen, anlamından koparıp nesneleştirme/payandalaştırma şeklindeki bu tür şeytani operasyonlarla sürekli yatağından saptırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu yöndeki çabaların ise yeni olmadığını, Hz. Peygamber'in vefatından henüz çeyrek asır sonraki bir döneme tekabül eden Emevi sultasının, bu konuda izleri hadis, akaid ve fıkıh kitapları aracılığıyla bugüne kadar taşınan bir olumsuz mirasın öncülüğünü yaptıklarını biliyoruz. Adaleti en temel esaslarından biri olarak vazeden ve zulmü lanetleyerek zalimlere meyl etmeyi dahi ateş azabının sebebi olarak beyan eden (1) bir din adına, fasık da olsa zalim de olsa idareciye itaati şart kılan bir hüküm peydahlamak başka nasıl izah edilebilir?
Âlemlerin Rabbi yüce Allah'ın bütüncül hayat nizamı olarak bildirdiği dinini parçalayıp anlamından koparmak ve böylece bir tüketim nesnesi haline getirerek payandalaştırmak şeklindeki Emevi mirasının varisleri hiç eksik olmadı. Günümüzde de İslam coğrafyasına musallat kılınmış gayr-i İslami rejimlerin ana geçim kaynağı bu kötü Emevi mirasından başka bir şey değil. Bu rejimler, hiç hoşlanmadıkları, hatta yer yer düşmanı olduklarını gizleme ihtiyacı bile hissetmedikleri İslam'ı istismar etmekten, onun sembol ve kavramlarını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaktan geri durmuyorlar. Yeryüzünde tuğyana ve zulme son vermeyi amaçlayan bir dini, tuğyan ve zulümlerinin payandası kılmaya çalışıyorlar.
Türkiye'de hüküm süren ve kendisini laik olarak niteleyip İslam karşıtlığını zaman zaman "topyekûn savaş"a dönüştüren mevcut sistemin din istismarı konusunda son derece mahir olduğu malum. İslam'ı kendi işleyişine karıştırmama konusunda son derece titiz olan sistemin, daha kurulurken, hem İslam'a müdahale etmek ve hem de onun toplum nezdindeki gücünden istifade etmek gayesiyle Diyanet teşkilatını kurması bu alandaki maharetinin en büyük delili olsa gerektir. (2)
Yaşadığımız coğrafyada yaklaşık 30 yıldır fiilen süren bir silahlı çatışma söz konusu. İlk bakışta Türk ulusçuluğu projesi ile buna karşı yeni bir ulusçuluk tasarımı olan Kürt ulusçuluğunun çatışması olarak görünen, fakat "derin"e indikçe anlaşılması ve çözümlenmesinin son derece güç olduğu görülen (Daha birkaç gün önce medyada "Dağlıca ve Aktütün baskınlarında Ergenekon izi" şeklinde bir haber yer aldı) bu çatışmada, İslam'ın sözüne hiçbir taraf asla kulak vermemesine ve hatta taraflar, son olarak Murat Karayılan'ın Milliyet gazetesinden Hasan Cemal aracılığıyla Ankara'nın derinlerine ilettiği 'irtica' mesajları örneğinde olduğu gibi zaman zaman İslam'a karşı birbirlerine sıcak mesajlar göndermesine karşın, yeri geldiğinde İslam'ın sembol ve kavramlarını istismar etmekten geri durmuyorlar.
Laik sistem, 30 yıldır Doğu'nun dağlarına ölüme gönderdiği gencecik fidanların ailelerini teskin etmek için İslam'ın sembol ve kavramlarına sarılırken, Kürtlere İslam'ın yerine Zerdüştlük'ü öneren örgüt de Kur'an mushaflarını bir nümayiş nesnesine dönüştürerek istismarda geri kalmayacağı mesajı veriyor. Allah'ın dini, müdahil kılınmadığı ve bu yüzden de çözümsüzlüğe mahkûm edilen bir kanlı çatışmada, taraflara harcayacakları daha çok insan kaynağı sağlama konusunda işlevsel bir araca dönüştürülüyor, gerçekte panzehiri olduğu zulümlerin payandası haline getiriliyor.
Tağuti sistem ve ideolojilerin bu kirli tezgâhlarına karşı durması, Allah'ın dininin müdahil olmaktan çıkarılıp payandalaştırılmasına yüksek sesle itiraz etmesi gereken bazı iman iddiası sahiplerinin bu şeytani süreçlere dahil olması, İslam'ın sembol ve kavramlarının istismarına çanak tutması/ortak olması ise hadisenin belki en vahim yanı. Manşetlerinde Dağlıca'nın, Aktütün'ün derin bağlantılarını yazıp da, ardından, halkın çocuklarının birbirine kırdırıldığı bu kirli tezgâhları sorgulamak ve akan kana isyan etmek yerine aynı sütunlarda İslami kavram ve söylemler eşliğinde bu çatışmalara kudsiyet atfetmeye kalkışmak, hatta ölüme yollanan gencecik fidanların hesabını sormak yerine "şehit olacağını biliyordu" türü efsanelerle kamuoyunu teskin etmeye çalışmak nasıl bir anlayıştır?
Yeryüzünde tuğyana ve zulme karşı tevhid ve adalet bayrağının dalgalandırılması için beyan olunan Rabbani mesajın, zalim otoriteler ve ideolojiler tarafından payandaşaltırılmasına karşı seslerimizi yükseltmemiz gerekir. Allah'ın dini açıkça saptırılmaya, kendisi olmaktan çıkarılıp zulmün ve zalim otoritelerin payandası kılınmaya çalışılırken, başkaca gündemlere dalıp çelik çomak oynamayı sürdürürsek Rabbimize bunun hesabını veremeyeceğimizi bilmeliyiz.
Dipnotlar:
1- Hud 11/113
2- Prof. Dr. Bülent Tanör, mevcut sistemin bir yandan İslam'a karşı tutum takınırken diğer yandan Diyanet İşleri gibi bir kurumu oluşturmasını şöyle izah ediyordu: “Diyanet İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu. Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası DİB, laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma görevi yüklenmişti... Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı DİB’i kullanmaktaydı.” (Bülent Tanör, Kuruluş Üzerine 10 Konferans, 1920 Sonları - 1996)