Şükrü HÜSEYİNOĞLU

14 Kasım 2020

DİRİLERE MENKIBE, ÖLÜLERE KISSA!

Başlığı “Dirilere menkıbe, ölülere Kur’an” diye de koyabilirdik, asırlardır sürdürüle gelen yaygın din anlayış ve pratiğini özetleyici olarak. Ancak makale konumuz bu şekilde genel bir değini değil, söz konusu yaygın din anlayışının neticelerinden biri olan “kıssa bilincinden, menkıbe kültürüne geçiş ve bunun güncel yansımaları” olduğu için, başlığı bu şekilde tercih ettik.

Emeviler’in iktidarı gasbıyla başlayan süreçteki karşı-devrim politikaları neticesinde, bütüncül bir hayat nizamı olan İslam’ın “ölüler dinine”, Rabbimizin dirileri uyarmak için inzal ettiğini bildirdiği, çarşı-pazarın, meydanların, mekteplerin, meclislerin, kısacası fert ve toplumların her alandaki hidâyet rehberi olması gereken Kitab-ı Kerim’in ise “ölüler kitabına” dönüştürüldüğü acı bir gerçektir. Özellikle son birkaç asırdır yaşanmakta olan İslami uyanış süreci bu me’şum işleyişe karşı Kur’ani bir bilinçlenme dalgası meydana getirmiş olsa da, bu durum asırlardır yaygın şekilde böyle devam edip gitmektedir.

Kur’an’ın, geçmişi bugün ve gelecek için anlayıp kavrama işlevselliği çerçevesinde inşa ettiği “kıssa bilinci”nin terk edilerek, yerine geçmişin salt hikâye tadında bir anlatı malzemesine dönüştürülmesi ve “büyüklere masallar” formatındaki “menkıbe kültürü”nün konusu haline getirilmesi, muhakkak ki Müslümanlar olarak geçmişte ve günümüzde olup-biten hâdiseleri doğru kavramamızın, bugünü ihya ve yarını inşa noktasında doğru yaklaşımlara ulaşmamızın önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Bu noktada, birkaç asırdır süregelen ve tarihsel süreçte önemli oranda koparılmış olan Kur’an’la irtibatın yeniden aktif hale getirilmesi çabalarının, menkıbe kültüründen yeniden kıssa bilincine geçiş hususunda da önemli katkıları olduğunu ifade etmek gerekirse de, asırlarca bünyeye sinmiş olan “menkıbe kültürü”nün etkilerinin, İslami bilinçlenme süreci paydaşları üzerinde dahi güncel etkilerini sürdürdüğünü ifade edebiliriz.

İşte bu makalede, geçmişte ve bugün, bu konuda Müslümanlar arasında yaşanan algı sorunlarına değinmeye ve “kıssa bilincine” dönüş açısından bir farkındalık oluşturmaya çalışacağız, inşallah.

Öncelikle “kıssa” ve “menkıbe” kavramları hakkında kısa bir açıklama yaparak başlamak istiyoruz. “Sözlükte ‘bir kimsenin izini sürmek, ardınca gitmek; bir kimseye bir haber veya sözü bildirmek’ gibi mânalara gelen kıssa kelimesi bir kimse yahut bir şeye ait hâdiselerin adım adım, nokta nokta takip edilerek anlatılması / hikâye edilmesi ve bu niteliği taşıyan hikâyeyi ifade eder.”[1] Kur’an’da yer alan, Peygamberler ve onların izini takip eden muvahhidler ile onlara karşı çıkan inkârcı toplulukların haberlerine dair anlatımlara kıssa denilmektedir. Kelimenin türevleri Kur’an’da; “kasas”,[2] “kasasna”,[3] “nekussu”,6 “lem naksus”[4] gibi ibarelerle yer almaktadır.

Rağıb el-Isfahanî, “k-s-s” kökünden türeyen bu kelime türevlerinin şu üç karşılığına dikkat çekmektedir:  1- İzi takip etmek, 2- Kesmek, 3- Araştırılan haberler, hikâyeler.[5] Nitekim Kur’an’da, bu kelimenin türevleri; Peygamberler ve/veya çeşitli toplulukların yaşanmış hayat kesitlerine verilen isim (kasas/kıssalar) şeklinde kullanıldığı gibi,[6] haber vermek, bir olayı anlatmak, sözü bildirmek anlamında[7] ve takip etmek, izlemek anlamında[8] kullanılmaktadır. Kasas Sûresi 11. ayette yer alan Ve dedi ki: ‘Onun izini takip et...’” ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, kıssa teriminin taşıdığı anlamlardan biri de takip etmek, iz sürmektir. Kelime, Kehf Sûresi 64. ayette de bu anlamda kullanılmaktadır. Kelimenin bu anlam boyutu da kıssaların mahiyeti ve bizim kıssalara nasıl yaklaşmamız gerektiği konusunda önemli bir ipucu vermektedir.

Kur’an kıssalarının; maksadı geçmişe dair bilgiler aktarmak olan birer tarih anlatımı veya hikâye değil, yoldaki işaret taşları, istikamet tabelaları hükmünde olduğu gerçeğini kelimenin bu anlam boyutu da teyid etmektedir. Zaten Kur’an kıssalarını okuduğumuzda, tarihin belli bir dönemine ait merakları giderici kronolojik bilgiler verilmediğini, bir tarih anlatımından beklenen yer, zaman ve isim konularında muhatapları bilgilendirmek gibi bir maksat taşımadığını hemen fark ederiz.

Kur’an kıssaları, muharref Tevrat’ın tarihe dair anlatımları gibi ayrıntılar içermez, muhatapları olaylar dizisi içinde boğmaz. Kur’an için aslolan mesajdır ve bunun için de yaşanmış hayatların mesaja dair kesitlerine yer verir. Kıssa kelimesiyle makas kelimesinin aynı kökten olması da bu açıdan fikir veren bir husustur. Kısacası, Kur’an kıssaları bir tarih anlatımı değildir. Zira Kur’an bir tarih kitabı değil, hidâyet kitabı, istikamet kitabıdır. Yine Kur’an salt teoriyle ilgilenen bir felsefe kitabı, nazariye kitabı değildir. O, doğrudan doğruya hayatla ilgilenen, hayatın her an ve alanına dair sözü olan, insanları karanlıklardan aydınlığa taşıma iddiası bulunan, yeryüzünde bâtılı ortadan kaldırıp hakkı hâkim kılma gayesi taşıyan bir hayat kaynağıdır. Bu sebeple Kur’an kıssaları hayatın içinden anlatımlardır ve hayatın içine, hayat alanlarına dair mesajlar içermektedirler.

Kıssa anlatımı, Kur’an açısından amaç değil araçtır: Muhataplara hakla bâtılı fark ettirmenin ve müşahhas örneklikler üzerinden, darlıkta ve bollukta, sıkıntıda ve inşirahta, barışta ve savaşta, zindanda ve sarayda istikamet üzere olmanın ve kalmanın nasıllığını talim ettirmenin aracı... Bu sebeple Kur’an kıssaları tarihsel bir kronoloji vermez. Kur’an kıssalarında zaman mefhumu hiç yoktur, yer ve şahıs isimleri de gerekmedikçe yer almaz. Bununla birlikte Kur’an kıssaları asla bir kurgu veya sembolik anlatımlar değil, bizatihi yaşanmış hayat kesitlerinin aktarımıdır. Nitekim Kur’an’da Kehf Sûresi 13, Âl-i İmran Sûresi 62, Mâide Sûresi 27 gibi ayet-i kerimelerde kıssaların yaşanmış gerçek olayların anlatımı olduğu açık şekilde ifade edilmektedir.

“Menkıbe” kavramına gelince, Ahmet Yaşar Ocak bu kavramı “Arapça ‘nekabe’ (isabet etmek, bir şeyden bahiste bulunmak, yahut haber vermek) kökünden türeyen ‘menkâbe’ kelimesi Türkçede galat olarak ‘menkıbe’ tarzında ifade edilmektedir” şeklinde açıklamakta[9], Ferit Develioğlu ise “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat’inde bu kavramın çoğulu olan “menâkıb”ı; "Çoğu tanınmış veya tarihe geçmiş kimselerin ahvâline, durumuna ait fıkralar, hikâyeler" şeklinde tanımlamaktadır.[10]

TDV İslam Ansiklopedisi’nde ise kavrama dair şu ifadelere yer verilmektedir: “Sözlükte ‘övünülecek güzel iş, hareket’ mânasına gelen menkabe (menkıbe) kelimesinin çoğulu olan menâkıb bu anlamıyla ilk defa, III. (IX.) yüzyıldan itibaren yazılan hadis kitaplarında Hz. Peygamber’in ashabının faziletlerine dair hadisleri ihtiva eden bölümlerin adı olarak (Kitâbu’l-Menâkıb) kullanılmaya başlanmıştır.”[11] Bu açıklamanın devamında ise, menkıbe kültürünün günümüzde de egemen olan uçtulu-kaçtılı masalsı halini teşkil eden tasavvuftaki yeri şöyle özetlenmektedir: “Temel unsuru keramet ve onu gösteren velîlerin yüceltilmesi olan menâkıb kitapları başlangıçta sadece tarikat pîrleri için yazılmış, zamanla muhtevası tarikat içinde önemli yere sahip şeyhleri, tarikatın silsilesinde yer alan diğer sûfîleri ve şeyhin halifeleriyle şeyh ailelerini de içine alacak şekilde genişletilmiştir.”[12]

Bu tanımlama ve açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, başlangıç itibariyle Rasulullah (a.s.)’ın ashabının güzel hasletlerine dair anlatımlar için kullanılan ve bu yönüyle de aslında “kıssa” kavramıyla paralellik arz eden bir anlam ve işleve sahip bulunan “menkıbe” kavramı, Celaleddin Vatandaş’ın kavramsallaştırmasıyla “vahiyden kültüre” geçiş sürecinde, bugün “menkıbe” denilince anlaşıldığı şekilde tasavvufun uçtulu-kaçtılı masalımsı anlatımlarının adı haline gelmiştir.

İşte bugün maalesef, kendilerini İslam’a nisbet eden toplumlar arasında yaygın dinî kültür “menkıbe kültürü”dür. Evlerde, işyerlerinde, hatta câmilerde Kur’an kıssaları yerine, daha ziyade masalımsı menkıbeler dillendirilip okunmakta, güncel meseleler de aynı şekilde yaşananlardan ders ve ibretler çıkarma ve bu ders ve ibretler üzerinden bugünü anlama ve geleceği inşa etmeye dayalı “kıssa bilinci” yerine, hakikat değil hamaset temelli masalımsı bir anlatıdan ibaret “menkıbe kültürü”yle ele alınıp değerlendirilmektedir, ki inşallah aşağıda bunu son yıllarda bütün toplumun ve hatta İslami kesimlerin dahi algısını belirleyen bir örnek üzerinden müşahhaslaştırmaya çalışacağız.

Lokman (a.s.) Kıssasına Karşı, Lokman Hekim Menkıbeleri!

Özellikle 17/25 Aralık “yargı darbesi” teşebbüsü süreci sonrası Fetullahçı yapılanmanın “makbul cemaat” olmaktan, “paralel devlet yapılanması”na tenzil ettirilmesiyle birlikte sıkça duymaya başladığımız “paralel din” diye bir tanımlama var. Söz konusu süreçler yaşanmadan, yıllardır söz konusu yapılanmanın İslami açıdan asla tasvip edilemeyecek bir karakter ve anlayış üzere olduğunu dillendiremeye çalışan ve fakat pek kimselere anlatamayan bizim kesimler açısından ise konu hep gayet açık ve net idi. Mesela söz konusu “paralel din” tanımlamasını ilk kullanan isimlerden biri, dergimiz yazarlarından Mehmed Durmuş olmuştu, yıllarca Abant toplantıları konusunda çalışma yapmış ve nihayetinde bir kitaba da dönüşen uyarıcı makaleler kaleme almış biri olarak.

Ne var ki, kendisini İslam dâvasına nisbet eden kişi ve çevrelerin önemli bir kısmı da dâhil, insanlar genellikle iktidar sahiplerinin gündem ve politikalarına angaje olarak, embedded bir yaklaşımla olup-biteni anlamaya ve yorumlamaya çalıştığı için, bu tür özgün yaklaşım ve tanımlamalar yıllarca duymazdan gelindi, yok sayıldı.

İşte bu “paralel din” algı ve anlayışı, salt Fetullahçı yapılanmayla ilgili bir sorun olmadığı gibi, son çeyrek yüzyılın meselesi de değildir. Makalenin başında söz ettiğimiz Emevi karşı-devrimiyle birlikte inşasına başlanan ve maalesef inşası ve yaygınlaştırılmasında muvaffak da olunmuş, asırlardır kendisini İslam’a nisbet eden toplumların inanış, anlayış ve pratiklerinde belirleyici olan bir ameliyedir. “Ölülere Kur’an, dirilere menkıbe” diye özetlediğimiz mevcut câri dinî kültür, bu hâbis inşa sürecinin neticesi olmuştur.

“Paralel din” anlayışının yaygın bir yansıması olarak, Rabbimizin Kur’an’da bildirdiği Lokman (a.s.) kıssası ve bu kıssada onun oğluna nasihatları üzerinden insanlara verilen mesajlar yerine, tarihsel süreçte oluşturulmuş ve yaygınlaştırılmış “Lokman Hekim’in oğluna öğütleri” anlatısını misal verebiliriz.

“Lokman (a.s.)’ın öğütleri” olarak, Lokman Sûresi’nde Rabbimizin bildirdiği, akideden ahlâk ve ibadete bütüncül İslami hayata dair öğüt ve öğretiler yerine, “Herkesin hakkına riâyet et… Sırrını sakla... Ahmak ve cahil kimseden uzak dur… Vücudunu ve üst-başını temiz tut… Ayakkabını giyerken sağ ayağından ve çıkarırken sol ayağından başla… Az yemeyi, az uykuyu ve az konuşmayı âdet edin… Kadına ve çocuğa sır söyleme… Başkalarının refah ve saadetine göz dikme…” gibi şifahi kültüre dayalı “öğütler” yaygın şekilde dolaşımda bulunmaktadır. Bu toplumda “Lokman (a.s.)’ın öğütleri” dediğinizde akla Kur’an’da bildirilen öğütler değil, bahsettiğimiz şifahi kültüre dayalı “öğütler” gelmektedir. “Ölülere Kur’an, dirilere menkıbe” anlayış ve işleyişinin kaçınılmaz sonucu!

Güncel Bir Konu Üzerinden Kıssa Bilinci – Menkıbe Kültürü Karşılaştırması

Kur’an’ın inşa ettiği kıssa bilincinin terk edilerek yerine tarihsel süreçte ikame olunan menkıbe kültürü, salt geçmişi masalımsı bir anlatı şeklinde ele almakla ilgili bir sorun olmakla kalmamakta, güncel meseleleri, bugün olup-biteni anlama ve yorumlama konusunda da ciddi bir zaaf ve sapmayı beraberinde getirmektedir. Bu söylediğimizi, Türkiye’de 2013’ten bugüne gündemin temel maddesi haline gelmiş olan, düzenin tüm toplumu ve bu arada “İslami kesimleri” onun üzerinden manipüle edip kendi gündem ve işleyişine entegre etme politikası yürüttüğü Fetullahçı yapılanma konusundaki mevcut yaklaşım ve yorumlar üzerinden ifade etmeye çalışalım.

İşin doğrusu şu ki, Fetullahçılık “makbul” görüldüğü dönemde de, “FETÖ” damgasını yedikten sonra da bu konuda Türkiye’deki egemen algı, hakikat eksenli “kıssa bilinci” yerine, hamaset eksenli “menkıbe kültürü”ne dayalı oldu. Öncesinde hamasi bir övgü ve yüceltme, sonrasında ise hamasi bir karalama. Öncesinde tüm toplumun muhterem “Hocaefendi”si, sonrasında ise “Gizli Kardinal”. Öncesi ve sonrasıyla hakikate dair hiçbir kaygı taşımayan hamaset. Böyle olunca, ne geçmişi, ne bugünüyle ortada ibret alınacak, ders çıkarılacak herhangi bir husus kalmıyor haliyle.

Oysa Fetullahçı yapılanma konusuna, hamaset eksenli “menkıbe kültürü” yerine, hakikat eksenli “kıssa bilinci” ile yaklaşılsa idi, farklı yapılar bu olup-bitenden kendileri için çok önemli ders ve ibretler çıkarabilir, söz konusu yapılanmanın düştüğü yanlışlardan kendilerini koruyabilme imkânına kavuşabilirlerdi. Ne var ki bunun yerine “Hocaefendi” ta’zimi ile “Gizli Kardinal” karalaması aralığında bir hamasetle meseleye yaklaşınca ne bir ders alınabiliyor, ne de alınması gereken ibretler.

Oysa söz konusu yapılanmanın başındaki isim olan Fetullah Gülen, “Hocaefendi” şeklinde taltif edilerek toplumun ortak değeri konumunda takdim edildiği dönemlerde Müslümanlar için makbul bir ilim ve kanaat adamı olmadığı gibi, yıllarca destek verip ortak hareket ettiği Hükümet’le iktidar çatışmasına girdikten sonra ilan edilidği gibi bir “Gizli Kardinal” de olmadı hiçbir zaman.

Bahse konu zat, önce Edirne’de, ardından da İzmir’de Kestane Pazarı semtindeki vaazlarıyla sesini duyurup önemli bir dinleyici kitlesi edinmiş, zaman içinde de etrafında oluşmaya başlayan “cemaat” halkasının genişlemesi, sağ partilerle kurduğu karşılıklı destek ilişkileri ve bu destek ilişkileri sayesinde yaygınlaştırdığı dersane-yurt ağı üzerinden giderek bir güç haline gelmiş Erzurumlu bir vaizdir netice itibarıyla.

Pragmatist, popülist kişiliği ve eklektik, sentezci anlayış yapısının yanında, özellikle 80 öncesi vaazlarında etkili hitabıyla mesela Batılı emperyalistlere yönelik “kefere ve fecere” gibi çıkışları ve Ümmet’in dağılmışlığını dile getirerek çözüm arayışlarına yönelik feveranları, ruyet-i hilal gibi kimi fıkhi konularda meseleyi birçok boyutuyla yetkin bir şekilde izah ederek mevcut statik uygulamaya dair itirazları gibi, onun “Erzurumlu vaiz” kimliğinin suni bir kimlik değil, o dönemler itibariyle organik bir kimlik olduğunun açık göstergeleri bilinmeyen hususlar değildir. Hatta 80’lerin sonlarında, Filistin’de Hamas tarafından başlatılan birinci İntifada’nın gündemde olduğu yıllarda, Fetullahçıların öğrenci yurtlarında Hamas’ın İntifada videolarının öğrencilere izletilmiş olması gibi örnekler de, bu yapılanmaya dair bugün yaygın kanaat halinde kabul gören “başından beri ABD ve siyonist lobilerinin güdümündeki bir yapılanma” tezini açığa düşüren gerçeklerdir.

Bugün evet bu yapılanma gerçekten de ABD ve siyonist lobilerinin güdümüne girmiş durumdadır. İşte bu noktada sorulması gereken soru, yurtlarda öğrencilere İntifada videoları izleten bir yapılanma, ne ve nasıl olmuştur da siyonist lobilerinin güdümüne girebilmiştir? Meseleye bu “hakikati tesbit” ekseninde yaklaşıldığında, ortaya devasa ibretler ve dersler çıkacak, bu ders ve ibretler de her kesime dünü anlama, bugünü kavrama ve yarını inşa noktasında faydalı doneler kazandıracaktır. Fetullahçı yapılanmanın gelmiş olduğu ibretlik noktayı “kıssa bilinci”yle ele alarak; sefere değil zafere, sürece değil sonuca odaklanmanın ve dolayısıyla hedefe giden her yolu mubah görerek, dünyadaki zulüm küfür güçleriyle karşılıklı olarak birbirinin imkânlarını kullanma noktasında velâyet ilişkileri kurmanın yol açtığı acı neticelerden birçok ders almak mümkündür. Ne var ki bugün yapıldığı gibi “Gizli Kardinal” denilip işin içinde çıkıldığında, elde kalan sadece, hiçbir gelişmenin yerinden kıpırdamadığı bir kafa konforu olmaktadır.

Bugün Fetullahçı yapılanmaya yönelik eleştirilerini “Gizli Kardinal” gibi yaftalar üzerine kurup sürdürenlerin, pragmatizm, popülizm, hedefe giden yolda mubah olmayan birçok hususu mubah görmek, küresel zulüm ve küfür güçleriyle velâyet ilişkileri kurmak gibi konularda çok temel bir farklılık sergilemediklerini ifade etmemiz gerekir. Bu durum, olup-bitenlerin hamasete dayalı “menkıbe kültürü”yle değerlendirilmek yerine, “kıssa bilinci”yle anlaşılmaya ve yorumlanmaya çalışılmasının önemini ifade etmektedir.

Kur’an ve dolayısıyla ondaki Rabbani öğretiler, hükümler, kıssalar ölülere okunmaya, dirilerin payına ise menkıbeler düşmeye devam ettikçe, geçmişi de, bugünü de, yarını da ziyan etmek kaçınılmaz olacaktır.

Dipnotlar:

[1] TDV İslam Ansiklopedisi, “Kıssa” maddesi, İdris Şengül

[2]Bkz: (Yusuf, 12/3, 111; Kehf, 18/64; Kasas, 28/25)

[3] Bkz: (Nisa, 4/164) 6             Bkz: (A’raf, 7/101)

[4] Bkz: (Yusuf, 12/5)

[5] Rağıb el-Isfahanî, Müfredat, Sh. 847, Tercüme: Prof. Dr. Abdulbaki Güneş, Yrd. Doç.

Dr. Mehmet Yolcu,  Çıra Yayınları

[6] Bkz: (Yusuf, 12/3, 111; A’raf, 7/101, 176)

[7] Bkz: (Yusuf, 12/3, Nisa, 4/164, Kasas, 28/25)

[8] Bkz: (Kasas, 28/11; Kehf, 18/64)

[9] Ahmet Yaşar Ocak, Türk Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler / Metodolojik Bir Yaklaşım, TTK Yayınları

[10] Ferit Develioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Yayınları

[11] TDV İslam Ansiklopedisi, “Menâkıbnâme” maddesi, Haşim Şahin

[12] TDV İslam Ansiklopedisi, “Menâkıbnâme” maddesi, Haşim Şahin

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Kasım 2020 sayısında yayınlanmıştır.)