Dış-emperyalistlerle iç-laiklerin ‘paranoid’ işbirliği, ve..
Öyle dış yayınlar var ki, insan, ‘Bunları laikler okuyunca, ‘Biz bu ülkede kimin gözcüsüyüz?’ diye, kendilerini bir nefs muhasebesinden geçirmezler mi?’ diye sormaktan kendisini alamıyor..
Selahaddin ÇAKIRGİL / Haksöz Haber
Öyle dış yayınlar var ki, insan, ‘Bunları laikler okuyunca, ‘Biz bu ülkede kimin gözcüsüyüz?’ diye, kendilerini bir nefs muhasebesinden geçirmezler mi?’ diye sormaktan kendisini alamıyor.. Böyleyken, bazıları da İslâm dünyasında oynanmak istenen büyük emperyalist entrikanın büyüklüğüne karşı sadece sloganlar üreterek bir yere varabileceklerini sanarak veya diğer iç politik etkenlerle hâlâ da son seçimin sonucunu küçümsemeyi sürdürüyor.. Ama, emperyalizmin strateji merkezleri ilginç tahlillerle meşgul..
İşgal altındaki Filistin’de, ‘Beyt-ul’Muqaddes/ Jerusalem’de siyonist yahudilerin etkin bir yayın organı olan ‘Jerusalem Post’, ‘AK Parti’nin seçim zaferinin asla kutlanacak bir şey olmadığını’ yazdı, 30 Temmuz günü.. Ve bütün umutlarının Türkiye’deki Ordu kurumu olduğunu iddia etti.. Ki, Org. Çevik Bir gibilerin, Ocak-1996’da, Erbakan Hükûmeti kurulmadan hemen önce, paldır-küldür ve Türkiye adına, amma, ‘küçük bir askerî protokoldür, anlaşma değil ki, Meclis onayından geçsin’ diye imzalayıp Meclis’ten kaçırdığı ve Türkiye’yi daha bir kıskıvrak bağlayan anlaşmaları yaptıklarını biliyor onlar ve bütün umutlarını em. Org. Çevik Bir’in benzerlerine bağlamışlar.. Herhalde, Amerikan Yahudi Komitesi’nce ‘Atatürk Liyâkat Madalyası’ verilmesi ve USA silah fabrikatörlerinin temsilciliği vermek gibi taktiklerle başkalarını da elde edebileceklerini düşünüyorlardır..
Adıgeçen gazetede ‘Uluslararası İlişk. Merkezi Türkiye bölümü’ sorumlusu Barry Rubin tarafından kaleme alınan yazıda, ‘Türkiye ile ABD’nin artık müttefik olmadığı, AK Parti Hükümeti’nin İran’la, ABD’ye göre daha rahat olduğu; uluslararası medyada AK Parti için ‘ılımlı’ nitelemesinde bulunulmasının yanıltıcı olabileceği, AK Parti’nin ciddî tehlikeler oluşturduğu ve yakından izlenmesi gerektiği’ kaydediliyordu.. (İşbu Rubin’in, seçkin ‘neo-con’lardan Michael Rubin ile kan bağı var mıdır bilmiyorum; ama, Amerikan medyasında T. Erdoğan’a en ağır saldırıların da onun tarafından yapılması ilginç değil mi?)
B. Rubin, sözkonusu yazısında ‘AK Parti’nin İslâmî kökleri olmasına rağmen, Türkiye’nin AB üyeliğine ve güçlü bir ekonomi oluşturmaya odaklanmış gözükmesinin, yanıltıcı bir imaj olabileceği ve tehlikenin abartılmaması, ama, yok da sayılmaması gerektiği’ni hatırlatıyordu. Türkiye 150-200 yıla yakın zamandır Batı manyetik çekim alanında olduğu ve hele TSK yarım asırdan fazladır, doğrudan doğruya, (Amerika komutasındaki) NATO’nun emrinde olduğu halde, ‘1946’dan bu yana süren ABD-Türkiye ittifakı öldü. Türkiye’nin Silahlı Kuvvetler’i yine geçmişteki gibi düşünüyor olabilir. Ancak, iki Hükümet artık gerçekten müttefik değiller.’ diyen Rubin, ‘C.Başkanı’nı da seçerse, AK Parti’nin büyük bir güce sahip olacağı, yargıçları seçerek yasaları düzenleyebileceği, Gen. Kur. Başkanı’nı seçerek ordunun müdahale yeteneğini engelleyebileceği’ endişesini ve de, ‘Ordunun demokratik rejim için garantörlüğünü devam ettirmesi, medyanın yıldırılmaması, mahkemelerin bağımsızlığı gibi endişelerin korunması’na işaretle, ‘bu kontrol mekanizmalarında meydana gelecek erozyonun, beraberinde bir felaketi de getirebileceği’ne dikkat çekiyordu..
Tekrar göz önünde bulunduralım ki, siyonist İsrail rejimi, gerçekte, USA emperyalizminin Ortadoğu’daki uzantısıdır veya B. Amerika, İsrail’in Atlantik ötesindeki büyük izdüşümüdür.
Ve Amerikan kaynakları da, AK Parti’yi kendi kulvarlarına çekebilmek ümidiyle, zaman zaman alkışlayıp yaldızlasa bile, temelde, ona hep endişe ve tereddütle yaklaşmaktadırlar..
Nitekim, Washington Times’da da geçen sene, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden ortaya çıkan Türkiye’nin ‘modern ve son derece laik bir ülke’ olduğu vurgulandıktan hemen sonra, Başbakan Erdoğan ‘İslâmofaşist bir lider’ olarak nitelenmiş ve bu ‘İslâmofaşizm’in, Türkiye’nin Müslüman dünyada bir model olarak görülebileceği gibi tehlikeli bir siyasî hamle olduğu ve ayrıca, AB üyeliğinin de, Erdoğan tarafından, TSK’nın müdahalelerinin engellenmesi için benimsendiği’ne vurgu yapılmıştı..
Her ne kadar Washington Times Amerikan medya çevrelerinde pek fazla itibarlı ve etkili bir gazete olarak kabul görmese bile, birçok hassas görüşlerin, bu etkisiz gibi gözüken gazete aracılığıyla dünya kamuoyuna yansıtıldığı iddiaları da üzerinde durulmayı gerektirir..
Bu gazetede 31 Temmuz günü, ‘C. Başkanlığı’na, hanımı İslâmî örtüye riayet eden birisinin çıkması halinde, bunun, ‘Türkiye’nin çehresini değiştirebilecek önemli bir gelişme olacağı ve hattâ Atatürk Türkiyesi’nin sonu mânâsına geleceği’ yazıldı..
Abdullah Gül’ün eşinin İslâmî örtüye riayet ettiğine dikkat çekilen yorumda ‘Eğer Gül cumhurbaşkanı olursa, devlet dairelerinde kadınların başlarını örtmelerine engel kalmaz. Bayan Gül, başını örtüyor. Bu, resmen Türkiye’nin çehresini değiştirir. Atatürk döneminin sonunu simgeler..’ deniliyor ve ayrıca ‘İran’ın etkili ulemâsından Cennetî’nin, AK Parti’nin zaferi için ‘Türkler, İslâmcı bir hükûmet istiyor..’ şeklindeki sözlerine de dikkat çekiliyordu..
Emperyalizmin merkezindeki hesablardan biraz uzaktaki yayın organlarında ise, Türkiye’deki ‘laik paranoia’dan sözediliyordu. Meselâ, (Haber7’nin internet sitesinde, Japonya’dan yazan Murad Erdem’in 28 Temmuz tarihli yazısına göre) Avustralya’da, 210 bin tirajlı ‘Sydney Morning Herald’, ‘Türkiye’deki laik azlıkların ‘paranoyak’laştıklarına, iktidarı terörle mücadele adına, Kuzey Irak’a ordu göndermeye zorladıklarına, laik ve feministlerin, ‘Bizi halktan kurtarın!’ diye TSK’dan imdad istediğine dikkat çekiliyor ve hattâ, paranoyaklığın, A.Gül’ün eşinin başörtülü olmasının, TSK tarafından rejim tehlikesi olarak görüldüğü; Tayyib Erdoğan’a da ‘Bu bir yahudidir!’ denilirse hiç şaşılmaması gerektiği hatırlatılıyordu. (Avustralya’lı yazar, paranoyanın taa bu hadde de vardığından habersiz, demek ki..)
130 bin tirajlı ‘The Australian’da ise, ‘Türkiye, geçen pazar ‘özel hayatta dinî özgürlük, siyasette ise demokrat’ olmanın imtihanını verdi.’ denildikten sonra, Batı’nın ‘Doğu ve Batı medeniyetleri arasında bir köprü’ olarak gördüğü Türkiye’nin ‘kendi içindeki elitler ve halk arasında kurması gereken köprüyü kuramadığı’na dikkat çekiliyor; ‘laik, askerden yana, Atatürk ilke ve inkilaplarını savunan ve ‘Beyaz Türkler’ denilen bir kesimin Türkiye’de etkin rol oynadığı’na değinilip, ayrıca, ‘AK Parti’nin, ‘sınıflar arası çatışmayı ve ekonomik uçurumu kaldıracak tek parti’ olarak gözüktüğü de belirtiliyordu..
Suali tekrar edelim: Bu yazılanlardan, herkesin ve hele de laikçilerin, ‘Bizim bu halkın arasındaki yerimiz neresi?’ diye bir vicdan muhasebesine yönelmeleri gerekmez mi?