Şükrü HÜSEYİNOĞLU
DİYANET NİÇİN KURULDU, MEVCUT DURUMDA İŞLEVİ NEDİR?
Makalemizin başlığını bu şekilde iki durumu ele alacak tarzda atmış olmamızın sebebi, mevcut laik-Kemalist düzenin kuruluş yılları ve sonraki dönemde geçirdiği “sistem içi” değişim süreçlerinin düzenin kurumları için de geçerli olmasıdır, ki bir düzen kurumu olarak Diyanet de bu değişim süreçlerine uygun şekilde dizayn edilip konumlandırılmıştır. Bu hususu öncelikle belirtmemizde fayda vardır.
Zira düzen 1923’teki kuruluşunda olduğu gibi laik-Kemalist ana karakterini devam ettirmekle birlikte, tonu ve tarzı itibariyle 1923’teki düzen olmadığı gibi, Diyanet dahil kurumları da o dönemin niteliklerinden farklı konjonktürel niteliklere sahip olagelmişlerdir.
Düzenin 1923’ten 1950’ye kadar sürdürdüğü jakoben laik karakteri nasıl ki tüm kurumlarının da karakterini belirlemişse, 1950 sonrası dönemde daha baskın hale gelen ve son 20 yılda tam anlamıyla uygulamaya konulan anglo-sakson laisizimi de, karakterini kurumlara yansıtmıştır.
Tabi söz konusu değişimin esasla ilgili olmayıp, laisizmin yöntem ve karakterine dair bir husus olduğu izahtan varestedir. Ne var ki bu açık gerçeğin farkına varamayanlar, yaşanan ve neticede sistemin restorasyonuna taalluk eden sistem içi değişime fazladan anlamlar yükleyebilmekte ve böylece düzen ve onun kurumlarına dair tevhidi/akidevi tavırlarını değiştirme yanlışına düşebilmektedirler.
Din-devlet ilişkileri, geçmişten günümüze dört temel çizgide olagelmiştir.
- Dine bağlı ve tâbi devlet.
- Devlete tâbi din.
- Dine bağlı/tâbi devlet anlayışı ile devlete tâbi din kurgusunun sentezlendiği işleyişler.
- Din mefhumunu yok sayan devlet.
Tabi burada bu tasnifi yaparken, “din” mefhumunu “insan muhayyilesini aşan, belli bir aşkınlık algı ve anlayışına dayanan öğreti” anlamında kullanıyoruz, ki tüm bunların ötesi ve üstünde de, Rabbimizin bizim için seçip kemale erdirdiği yegâne hak hayat nizamı İslam’ın,[1] ed-Din olarak ifadesi söz konusudur.
“Din” kavramını Kur’an’daki kapsamıyla ele aldığımızda ise şu gerçeği ifade etmemiz gerekir ki, aslında her devlet bir “din devleti”dir. Zira her devletin üzerine bina edildiği ve tâbi olduğu bir dünya görüşü/ideolojisi ve işleyişine egemen olan ölçüler ve yasalar söz konusudur. Dolayısıyla bu anlamda “dinsiz devlet” yoktur.
Nitekim bugün Türkiye’de de bir “din devleti” câri durumdadır. Mevcut devlet düzeni, Kemalizm ideolojisi ve onun Batı’dan ithal ederek ilk dönemlerde dipçik zoruyla, sonraki dönemlerde ise demokratik mekanizmalarla halka dayattığı ölçü ve yasalarına tâbidir ki, bilindiği üzere fert veya toplulukların kendisi üzere bulundukları, tâbi oldukları her türlü ölçü ve yasa bütünü, İslami ıstılahta din kavramıyla karşılanmaktadır.
Nitekim, Kur’an’da Yusuf (a.s.)’ın Mısır’ın yöneticisi olduğu dönemle ilgili Rabbimizin beyanında, yönetimi Yusuf (a.s.)’a devreden Mısır Meliki’in kanunlarından “din” diye söz edilmektedir.[2]
Rasulullah (a.s.)’ın Medine’de kurduğu devlet, ed-Din’e bağlı ve tâbi olan bir devletti. Ki biz bu devlet biçimini “İslam devleti” şeklinde ifade ediyoruz. Birileri “İslam devleti diye bir mefhum yoktur, İslam’ın devlet diye bir iddiası yoktur” gibi lakırdılar dillendiriyor olsa da, baştan sona bir egemenlik öğretisi olan ve yeryüzünde Allah’ın ölçü ve hükümlerini egemen kılma iddiası bulunan bir dinin devlet öğretisi içermediğini söylemek, ciddiye alınır bir argüman değildir.
Bir din ki, kendisini “yegâne hak din/hayat nizamı” olarak nitelendirecek ve buna rağmen hâkimiyet iddiasında bulunmayacak! İslam bize, insanları yaratıp kendi hallerine bırakmış bir “Tanrı”dan söz etmemekte, bize yaratan olduğu gibi yol gösteren[3] ve emreden,[4] yegâne hak İlah ve el-Melik olan, göklerin olduğu gibi yerlerin ve tüm hayat alanlarının da Rabbi olan Âlemlerin Rabbi’ni tanıtmakta ve itaati O’na has kılmamızı öğretmektedir.
Nitekim Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk sahabe neslinin (r.a.) Medine’de meydana getirdiği devlet, hüküm yetkisini Yüce Allah’a has kılan[5] ve itaat ilişkilerinin temelinde O’nun ölçü ve hükümlerinin yer aldığı bir egemenlik öğretisini temsil ediyordu. İşte bu devlet düzeni, ed-Din’e bağlı ve tâbi devlet düzeni idi.
İkinci madde olarak zikrettiğimiz “devlete tâbi din” kurgu ve işleyişi ise, tarihsel süreçte özellikle Roma ve Bizans’ın muharref Hıristiyanlıkla ilişki biçiminde müşahhaslaşmış ve bu sebeple de “Bizantizm” olarak nitelenegelmiştir.
Hilafet’ten saltanata geçiş ile birlikte Emevi ve Abbasi sultalarının işleyişinde egemen olan yaklaşımın da bu “Bizantist” anlayış olduğunu söylemek mümkündür. Ki günümüzde Batı’dan Doğu’ya dünya genelinde en yaygın işleyiş türünün söz konusu “devlete tâbi din” yaklaşımı olduğu aşikârdır. İşte Türkiye’deki işleyiş de maalesef bu minvaldedir.
Üçüncü madde olarak ifade etmeye çalıştığımız sentezci işleyiş tarzı ise, özellikle Selçuklu ve Osmanlı gibi devlet düzenlerinde görülen bir durum olarak nitelendirilebilir. Dördüncü maddede zikrettiğimiz “din mefhumunu yok sayan devlet” tarzı ise, 20. asırda Sovyet bloku ve Çin gibi Komünist rejimlerde görülmüştür.
Diyanet Üzerinden İslam’a Biçilen Konum
Türkiye’deki bir asırlık mevcut devlet düzeninin İslam’la ilişki biçiminin, Rasulullah (a.s.) ve sahabe neslinin döneminde olduğu gibi “ed-Dine bağlı devlet” şeklinde olmadığı açıktır. Zira mevcut düzen, kuruluşu itibariyle yönünü/kıblesini bâtıl Batı olarak belirlemiş ve “gökten indiği sanılan dogma” olarak gördüğü[6] Kur’an ve onun bildirdiği din-i mübin-i İslam’ı kendisi için ölçü kabul etmemiştir.
Bununla birlikte, Osmanlı bakiyesi Müslüman bir halkın yaşadığı Osmanlı bakiyesi bir toprak parçasında kurulacak devletin İslam’ı yok sayması da haliyle mümkün değildi. İşte bu sebeple İslam’a bir “konum” belirlenmesi gerekiyordu. Kısacası İslam, konum belirleyen, hükmeden egemen din değil, kendisine konum belirlenen mahkûm bir din olarak görülecekti.
İşte bu sebeple “Bizantinizm” politikası benimsenerek İslam’a “devlete tâbi din” konumu biçildi. Bu politika gereği de, ilk Meclis’te 1920’de kurulan “Şeriyye ve Evkaf Vekaleti” lağvedilerek, 3 Mart 1924’te “Diyanet İşleri Reisliği” kurumu oluşturuldu. Daha sonra “Diyanet İşleri Başkanlığı” adını alan kurum, o günden bugüne çok büyük bir bütçeyle “din hizmetlerini” yürütmektedir. Kemalist bir akademisyen olan Prof. Dr. Bülent Tanör, Diyanet’in kuruluş amacını şöyle ifade etmişti:
“Diyanet İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu. Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası DİB, laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma görevi yüklenmişti... Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı DİB’i kullanmaktaydı.”[7]
Nitekim mevcut Anayasa’nın 136. maddesinde bu kurumun işlevi şöyle tanımlanmaktadır: “Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”
Evet, “laiklik ilkesi”ne tâbi bir din hizmeti! Yani, Allah’ın dininin içtimai, siyasi, iktisadi ilişkilerde belirleyici olmaması ön şartına dayalı bir dini pratik. Kısacası Rabbimizin bize bildirdiği bütüncül hayat nizamı İslam yerine, düzene tâbi bir “mâbed dini” kurgu ve işleyişi. İşte Diyanet’e biçilen rol bu çerçevededir.
Başından bu yana da Diyanet, kendisine biçilen bu rolü farklı ton ve tarzlarda yerine getirmeye, düzenin kontrolü ve dahası hizmetinde bir “din” söylem ve pratiğini sürdürmeye devam etmektedir. Bu durumun en sembolik ve etkili pratiklerinden biri, camilerde Cuma günleri okunan hutbelerdir. Hutbeler, değişen Hükümetlere göre içerik ve üslup değişimine uğrasa da, Hükümet politikalarıyla uyumluluk ve devlet ideolojisi çerçevesini aşmama hususunda ortak bir nitelik taşımaya devam etmektedir.
Diyanet’in, temel tutum ve işleyiş olarak kuruluş gayesine mutabık şekilde “devlete tâbi din” yaklaşımı üzere hareket etmekle birlikte, aynı zamanda da “laik devlet” - “dindar kesim” dengesini gözettiğini ve mesela faizin, içkinin, kumarın vb haramlığı konusunda İslam’ın ahkâmını dile getirmekte olduğunu, lakin diğer taraftan bu haramlar üzere kurulan ve işleyen ve dolayısıyla İslam’a göre “tağut” olma niteliği taşıyan düzeni ise reddetmek yerine, onun bir kurumu olarak düzeni sahiplenen bir yaklaşım içinde bulunduğunu görmekteyiz. Diyanet işte bu çerçevede kendisi için belirlenen “din hizmetleri” görevini yerine getirmektedir.
Diyanet, çeşitli İslami konuları dile getirmeye çalıştığı dergi ve yıllık takvim gibi yayınlarında, düzenin ulusal bayramlarına denk gelen ay veya günlerde düzene ve kurucusuna bağlılığını deklare etmekte, kısacası kendisi için çizilen sınırlara riayet ederek hareket etmektedir.
Diyanet’in rol ve işlevini anlamak noktasında, Diyanet İşleri başkanlarının devlet kurumlarının açılış veya çeşitli programlarında “dua” merasimi için yer almaları hususunu dile getirebiliriz. Şöyle ki, laik bir düzenin laik yasalar üzerine işleyen kurumlarının açılış veya programlarında İslam’ın dua öğretisine yer verilmesi, İslam’a biçilen “hâkim değil mahkûm din” konumunun sembolik bir ifadesidir.
Örneğin 2021 Eylül’ünde gerçekleştirilen yeni Yargıtay binası açılışında Diyanet İşleri Başkanı şu şekilde “dua” ediyordu: “Yargıtay’ımızın muhteşem binasının açılışında ellerimizi sana açtık, bu muhteşem eseri milletimiz için hayırlı eyle Allah’ım.” Oysa Yargıtay, Allah’ın hükümleriyle değil, laik yasalarla hükmeden laik bir yüksek yargı kurumudur. Bu kurumun açılışında İslam’ın duasına yer verilmesini ancak, “Hüküm laiklikten, dua İslam’dan. Şairin dediği gibi, bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa” şeklinde ifade edebiliriz.
Modernleşme Politikaları ve Diyanet
Laik-Kemalist düzen, 1923 itibariyle ülke ve toplumun yönünü/kıblesini dipçik zoruyla bâtıl Batı’ya döndürme politikaları izlerken, bu politikalar karşısında toplumun tepki ve muhalefetini izale etmek gayesiyle Diyanet kurumundan da faydalanmıştır.
1932 yılında başlatılan Ezan’ın Türkçe okunması dayatması gibi “dinde reform” ve “ulusal din inşası” amaçlı çabalarda olduğu gibi, şapka dayatması gibi Batılılaşma adımlarında da Diyanet kurumu, rejim tarafından kendisine biçilen işlevi yerine getirmiştir. Halkın, İslam dışı, gâvur işi olarak gördüğü ve bu sebeple reddettiği modernleşme adımları, Diyanet tarafından halk nezdinde meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Dönemin Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi, henüz kanun çıkmadan 2 Kasım 1925’te, “şapka giymenin İslami açıdan sakıncalı olmadığına” dair bir fetva vermiş, kanun çıktıktan sonra da teşkilatlara telgraf çekerek tüm “din görevlileri”nin şapka giymesi gerektiğini bildirmişti. Börekçi, şapka fiyatlarının memur maaşlarına göre yüksek olması sebebiyle de bunun için kendilerine avans verileceğini belirtme ihtiyacı da duymuştu.
Diyanet’in o süreçte oynadığı bu role dair, rahmetli annemin amcasından yıllar önce dinlediğim bir hatırayı aktarmakta fayda görüyorum. Kendisiyle köy anılarına dair kısa bir söyleşi yaptığımız Hasan amca, çocukluğunda köy okulunda yaşadıkları hatırayı şu şekilde anlatmıştı:
“Bu sefer şapka devri gelmiş, bize şapka getirdiler. Şapkayı bize örtmek istiyorlar, biz de atıyoruz. Olmadı şapkayı başımıza örtemediler. Ne oluyor bunu örten, gâvur oluyor. Gâvur çocuklarında var ya, millet gâvur çocuğu der, fakat öğretmen kendi başına örttü, biz de çıktık dışarıya, bu sefer köylüden kurtaramıyoruz. Gelen tepki gösteriyor, gâvur çocukları diye. O zaman da muhtar rahmetli Molla Mecit’ti, hem imam idi, hem de muhtar. Bu sefer onlara emir geldi, fötr şapka giyeceksiniz. Bu emir gelince biz gâvur çocukluğundan biraz kurtardık.”
Görüldüğü üzere, Molla Mecit’in köy imamı olarak Diyanet’in talimatıyla şapka takmış olması, köy halkı nezdinde şapkayı meşrulaştıran bir işlev görmüştür. Kısacası bir taraftan şapka dayatmasına karşı direnen alimleri ve fertleri darağaçlarında sallandıran sistem, diğer taraftan şehirlerde, kasabalarda, köylerde “din görevlisi” olarak maaşa bağladıklarını, şapka dayatması karşısında toplumun direncini kırmakta ustaca kullanıp sonuç almayı da bilmişti.
Günümüzde jakoben dayatmacı laiklikten ziyade anglo-sakson ılımlı laikliğin câri olduğu işleyiş içinde Diyanet, kendisi için biçilen işlevi farklı biçimlerde yerine getirmeye devam etmektedir. Rejimin İslam dışı egemenliğinin tasdik ve tazim edildiği “ulusal bayram” günlerini “dini” argümanlarla “takdis” ederek, bu İslam dışı egemenlik seremonilerine dini meşruiyet sağlamakta, hutbe ve vaazlarda İslam’ın egemenlik öğretisini gündem etmemeye özen göstererek, İslam’ı, mevcut işleyişe tâbi olarak sosyal alanda kimi ahlaki iyileştirmelerle ilgilenen bir “ferdi ve sosyal ahlak öğretisi”ne indirgemekte ve bu anlamda İslam’ı, düzenin rahatsız olmayacağı bir konuma, bir “alt kültür”e indirgeyen işlev görmektedir.
Düzen ve toplum, Diyanet’in çeşitli dengeler gözetilerek oluşturulan bu dini öğreti ve söyleminden râzı olsa da, dinin sahibi olan Rabbimizin râzı olmayacağı açıktır. Zira O, başta da ifade ettiğimiz gibi biz kullarına, ancak kendisine ittiba ettiğimiz, ferdi, içtimai, siyasi, iktisadi tüm alanlarda hayatımızın mihengi kıldığımız takdirde dünya ve âhiretimizi güzelleştirebileceğimiz bir egemenlik öğretisi, hayat nizamı bildirmiştir.
Dininin hayat alanlarında egemen kılınması yerine, bâtıl bir egemenliğe tâbi olarak “alt toplumsal bir öğreti”ye indirgenmesine, bu şekilde konumlandırılmasına Rabbimiz asla rıza göstermeyecektir. Zira Rabbimiz, Kitab-ı Keriminde bize dinini yeryüzünde egemen kılıp hayatın tüm alanlarında onun ölçüleriyle hükmetmemizi emretmektedir:
“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona tâbi ol, bilmeyenlerin hevalarına uyma.”(Casiye, 45/18)
“Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için onlardan sakın…” (Maide, 5/49)
Diyanet kurumu, netice itibariyle laik anayasanın 136. maddesinde vazifelendirildiği üzere, “laiklik ilkesi” çerçevesinde “din hizmetlerini” yerine getirmeye “memur” olan, laik düzenin kurumlarından bir kurumdur. Düzen, Diyanet kurumu ile halka namaz kıldırma işini yerine getirirken, bizatihi işlettiği kamu bankalarıyla faiz alıp verme işini, loto, toto, iddia gibi resmi kumar kurumlarıyla kumar oynatma işini icra etmekte, okullarında da “resmi din” niteliğindeki Kemalizm’i talim etmektedir.
İşte Diyanet kurumu, bu işleyişin bir parçasıdır. Bu durumun, hakla bâtılı birbirine bulamak[8] olduğu ve gayesi, bâtılı zail etmek olan[9] hakkı, bilakis bâtılın hizmetine vermek, ona payanda ve tâbi kılmak anlamına geldiği açıktır. Diyanet kurumunun konum ve işlevini anlamak ve ifade etmek için şu kadarını belirtmek bile yeterlidir ki, bu kurum vesilesiyle bugün camilerde imamlar değil, 657’ye tâbi “memurlar” görev yapmaktadır.
Mevcut laik düzen, başından itibaren bir hayat nizamı olarak İslam’ı kendisine din (ölçü ve hüküm/yasa kaynağı) olarak benimsememiş, kendisine tâbi olmayı reddettiği İslam’ı da kendi özgünlüğünde bırakmayı işleyişi için riskli görerek, onu kendisine tâbi kılacak mekanizmaları vücuda getirmiştir. Diyanet kurumunun varlığı, temelde bu gerçek ve gerekçeye dayanmaktadır ki, kendisinden makalemizin başlarında yaptığımız alıntıda Kemalist prof. Bülent Tanör bu durumu çok açık bir şekilde dile getirmiştir.
Son söz olarak şunu ifade etmekte fayda görüyoruz ki, İslam baştan sona bir egemenlik öğretisi ve bütüncül hayat nizamıdır ve başka bir egemenlik öğretisi veya ona dayalı düzenin işleyişine tâbi olmayı, ona payanda kılınmayı asla kabullenmez. İslam dışı bir işleyişe tâbi kılınmış bir din anlayış ve pratiği ise asla din-i mübin-i İslam değildir.