Doğruları öğrenmek mukayese ve muhakeme iledir
Öğrenmek, doğruları öğrenmek belli bir yolu takib etmeyi gerektirir. Doğruların tesbiti mutlaka temelde birtakım doğruları belirlemekle olur. Biz Müslümanlar Kur’an’ın Allah’ın eseri olduğunu kabul ediyoruz. Kur’an’daki doğrular tüm yaratılmışların sahibine ait doğrular olduğundan, karşılaştığımız ikinci derecedeki doğruları Kur’an’daki esas doğrularla kıyas etmek, Kur’an’daki gerçeklere uyup uymadığını mukayese etmek suretiyle tahkik edebiliriz. Zira bir şeyin doğruluğu kendisinden önce doğruluğu sâbit olana göredir.
nsan için bilgi edinme yolları üçtür: Birincisi şey’in zatını algılama; İkincisi şey’in eserini algılama; Üçüncüsü ise sâdık (doğru) haber edinme yoludur. Algılama ise duyularla olur. Görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama duyuları. Bunlardan görme ve işitme diğer üçüne nisbetle en önde gelenidir.
Düşünme ise algılamayı gerektirir. Algılama az ise; algılama duyularından görme ve işitme yoksa örneğin, insan tefekkürü de hemen hemen yok gibidir. Ancak diğer duyularının algıladıklarıyla ilgili olarak koku, tad, sıcak-soğuk, sert-yumuşak cinsinden ve benzeri şeylere tealluk eden bilgileri bulunabilir ve düşüncesi de bunlara ait olabilir.
İnsanoğlunun elinde bugüne kadar birikmiş bilgilerin tümü yukarıda değindiğimiz üç yoldan edinilmiş bilgilerdir. Doğru bilgiler ve yanlış bilgilerin hepsini kapsayacak şekilde anlaşılmalıdır ifademiz.
Nice şeyi görerek, nicesini işiterek algılıyoruz. Nice şeyi zâtını, nicesini de eserini algılayarak öğrendiğimiz gibi yine nicesini de sâdık (doğru) haber yoluyla biliyoruz. Denizi, dağı ya da herhangi birçok şeyin kendisini algılayarak bilgimiz oluyor. Yine birçok şeyin kendisini değil, eserini, izini algılayarak (tavşan izinden tavşanı algıladığımız gibi) fikir sahibi oluyoruz. Allah da Kendisini algılayarak değil, eseri olan bütün yarattıklarından duyularımızla fark edebildiklerimizi algılamak suretiyle varlığına ve kurduğu düzenindeki mükemmelliğin ve tek elden çıkmışlığın verdiği çelişkisiz kanunlara tâbi oluşundan Birliği’ne inandığımız, kabul ettiğimiz bir Varlık’tır.
Sâdık (Doğru) haber yoluyla da birçok bilgi ediniyoruz. Bir ajans haberi yoluyla filan yerde olmuş bir trafik kazasından tutunuz da, Peygamberler yoluyla Allah’ın bildirdiklerine kadar nice bilgimiz de sâdık haber yoluyla edinilmiş bilgileri oluşturmaktadır. Sâdık Habercilerin başında Peygamberler gelmektedir. Doğruluğundan emin olunulan insanların verdikleri haberlere kadar derece derece sıralanan haber kaynakları, bu yol ile edinilmiş bilgilerimizin oluşmasını sağlarlar. Her bilgi tahkik edilmeye, araştırılmaya muhtaçtır, nitekim her Peygamberim diyenin peygamberliği kabul edilmemiştir.
Doğruluğu her türlü tahkik ile sabit bulunan doğruları nirengi noktaları olarak kabul etmek suretiyle, ikincil derecedeki haberleri bunlarla mukayese etmek, muhakeme etmek suretiyle doğru olup olmadıklarını anlayabiliyoruz. Örneğin Allah’ın Kelâmı olduğundan bütün tahkiklerimiz neticesi kesinlikle emin olduğumuz Kur’an’da Allah: «Biz mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet mukabilinde satın aldık.»(9/111) buyurmaktadır. Bu demektir ki cenneti almak isteyen, oraya girmek isteyen, bedeli olan canını ve malını arzedecektir cennetin Sahibine.. Bu alışverişin bu bey’ akdinin konusu cennet, bedeli de can ve mal’dır.
Lâkin mal sahibi dilerse, arzolunan bu bedelden bir kısmını kendine alıkoyup, bir kısmını alıcıya bağışlayabilir. Örneğin canını alır malını bağışlar. Örneğin malını alır canını bağışlar. Ve yine dilerse canını da malını da cennet tâlibine bağışlar. Bu keyfiyet tamamen mal sahibinin takdirine kalmıştır. Ama herhalde cennet almak isteyenin mal sahibince takdir edilen mal bedelini arzetmesi gerekmektedir. Kur’an’a göre —ki kuşkusuz Allah’ın sözüdür— bu böyledir.
Gelelim asıl söylemek istediğimize: Karşımıza bir hadis çıkıyor ve ifadesinde diyor ki: «Bir kimse akşam namazlarının birinci rek’atında Fatiha’dan sonra Kafîrûn suresini, ikinci rek’atta da yine Fatiha’ya İhlâs suresini ekleyerek okursa o kimsenin denizlerin köpüğü kadar —yani alabildiğince çok— günahı olsa affolur. Yani Allah onu cennetine koyar.»(1) Bu ifade ise peygambere atfedilmektedir, hadis denilmektedir.
Biz biliyoruz ki Cennet Allah’ındır. Onu kime ve neyin karşılığı olarak vereceğini Kendi Sözü olduğu sabit olan Kur’an’da açıklamıştır, yukarıya aldık. Sonrasında belirttiğimiz ve peygambere atfedilen söz de yine cennetin bedeli ile ilgili bir başka bedelden bahsetmektedir. Ve bu bedel, birincisinden (asıl malın sahibinin etiketindekinden) çok daha ucuzdur.
Eğer cenneti almanın böyle birbirinden astronomik farklılıkta iki fiyatı varsa oraya tâlib olan hiç kimsenin cenneti yüksek fiyat ödeyerek alması düşünülemezdi. Zira bir mal ucuz fiyatla satılırken, cahiller hariç hiç kimse o malı pahalı fiyatını ödeyerek almaz. Ayrıca bir malın fiyatını da olsa olsa o malın sahibi belirler.
Cennet Allah’ındır ve bedelini de o takdir etmiş, belirlemiştir ve mü’minler için can ve mal karşılığı alınabilir demiştir. Gerçek bu iken sonuç olarak O’nun Elçisi olan birisinin de olsa O’nun malına daha ucuz bir fiyat biçebilmesi, O’nun malını yok pahasına satması düşünülemez. Hele hele bu, dünya malı değilse —ki cennet’tir— bu hiç mümkün değildir.
Bu çelişkiyi böylece açıkladıktan sonra şunu söylemek gerekiyor ki hadis diye karşımıza çıkarılan şey doğru olamaz. Yani peygamberimiz böyle bir söz söyleyemez, Allah’ın sözüne aykırı hareket edemez, etse idi cezalandırılmakla tehdit edilmektedir Kur’an’da. Resulullah (s.a.) böyle bir şey yapmamış, O’nun buyurduklarını ahlâk edinmeye özen göstermiş ve bundaki başarısı da yine Allah tarafından tasdik olunmuş, gönderdiği din ikmâl olunmuştur. Demek ki o dini Allah katından insanlara bildirmek üzere vazifelendirilen kişi, görevini tam olarak yerine getirmiştir.
Öğrenmek, doğruları öğrenmek belli bir yolu takib etmeyi gerektirir. Doğruların tesbiti mutlaka temelde birtakım doğruları belirlemekle olur. Biz Müslümanlar Kur’an’ın Allah’ın eseri olduğunu kabul ediyoruz. Kur’an’daki doğrular tüm yaratılmışların sahibine ait doğrular olduğundan, karşılaştığımız ikinci derecedeki doğruları Kur’an’daki esas doğrularla kıyas etmek, Kur’an’daki gerçeklere uyup uymadığını mukayese etmek suretiyle tahkik edebiliriz. Zira bir şeyin doğruluğu kendisinden önce doğruluğu sâbit olana göredir.
Eşyanın gerçeğine ve bize göre esas doğrular İlâhî, İslâmî doğrulardır. Karşılaştığımız bundan başkalarını buna mukayese ederiz, bununla muhakeme ederiz ve doğruluk derecesini Kur’an’a uygunluğu nisbetinde belirleriz.
İslâm’ın bütün dünya görüşlerinden üstün oluşu onun, eşya değişmediği için değişmeyen doğruları bulunuşundandır. Kıyamete kadar Allah’ın Sünnetinde (Eşyanın tabiâtında) bir değişiklik görülmeyeceğinden, İslâm’ın ortaya koyduğu gerçeklerde de bir değişiklik olmayacaktır. İşte böylesine sâbit doğrulara sahib olan İslâm, insan gerçeği ve eşyanın tabiâtı karşısında geçerliğini her an korumakta, insanı her an taze tutmakta, yeni tutmaktadır. Eşya ve olaylar karşısında her müşkili çözecek çareler doğurganlığına sahiptir. İnsan problemlerinin, bu problemlerin tabiâtına uygun çözümlerinin kendisinden kaynadığı bir kaynaktır ve hiçbir zaman kuruma belirtisi göstermemiş, göstermeyecektir.
Örneğin ne demokrasi, ne de marksizm böyle değildir. Sâbit gerçeklerden, değişmeyen doğrulardan yoksun oluşları bu ideolojilerin sürüklediği kitleleri ve fertleri sıkıntıdan sıkıntıya sokmakta, fıtratına aykırı bir yaşamdan bir başkasına sürüklemek suretiyle perişan olmasına neden olmaktadır. İnsan ve Toplum’un, bu iki rejimde huzur duyabildiği, ‘İyi ki varsın demokrasi, ya da iyi ki varsın marksizm’ dediği görülmemiştir. Bu türden sözler söyleyenler olmuştur. Fakat bunu söyleyenler bu rejimlerin sıkıntısını çeken kitleler, ya da sâde insan olmayıp kafalarını bu rejimlere takılı bırakan ve bir bakıma nimetinden yararlananlardır. Değişmeyen doğrulara sahib olmayan dünya görüşleri, kendilerini insanlar üzerinde deneyerek insanı fıtratının dışına çıkmaya zorlamakta, bu sebeble de çabuk telef etmektedir insanı. İnsanın ifsâdı (bozulması) hayatı kokutmakta, yaşamı sevimsizleştirmekte, yarınları karartmaktadır. Tarih ve günümüz söylediklerimizin eserleriyle doludur. Bu ideolojiler varlıklarını sürdürdükçe ve insan fıtratına, eşya da tabiâtına sahib kaldıkça, yarınların da ancak sıkıntılı yarınlar olacağını söylemek muhakkak kehânet değildir.
Allah’ın âyetleri yalnız Kur’an’ı oluşturan âyetler değildir. Yarattığı her şey O’nun âyetleridir. Yarattıklarının gerçeğini kavramakla da O’nun kudretini anlamak, zaten Kur’an’daki âyetleri anlayarak bu kudreti kavramaktan ayrı değildir. Kur’an’da da belirtildiği gibi, bu gerçek birbirinden ayrı değil içiçedir, biri diğerinden ayrılmaz haldedir. İslâm, kulunu yaratan, sonra da ona ‘Dosdoğru Yol’u gösteren dünya görüşü ve yaşam tarzıdır.
İnsandaki sâbık bilgiler doğrulardan bulunmalı ve karşılaştıkları bu doğru, sâbık bilgilerle mukayese edilmeli, sağlıklı bir muhakeme yapılmalı ve karşılaşılan eldeki doğruya uyduğu nisbette kabul edilmelidir.
Kur’an sürekli okunmalı, hemen hüküm çıkarılmaya çalışılmamalı fakat havasına bürünmeye uğraşılmalıdır. Onunla düşünülmeye, düşünceleri ona hamletmeye, ondan düşünceler istinbât etmeye bakılmalıdır. Bunun yanında sahih sünnet, Resulullah (s.a.)’ın hayatı yine bırakılmadan okunmalı ve anlatılanlar Kur’an ışığında anlaşılmaya çalışılmalıdır. Yine hemen hüküm verici olmaktan uzak durulmalı, ulaşılan sonuçlar hemen demirbaşa kaydolunmamalıdır. Bu suretle elde edilen sonuçlar ve yürütülen muhakeme tarzı, mukayese biçimi bu işi bilenlerle tartışılmalı, karşılıklı tartılıp biçilmeli ve bir adım daha ileri gidilmenin yolu tutulmalıdır. Eşyanın gerçeğine uyan, insanın fıtratına yatkınlığı ağır basan görüşler, sıralamada başlara alınmalıdır. Aynı şeyleri yapanların ilki olmadığımızdan, bizlerden önce de bu işlerle uğraşanların uğraşılarını bilmeli, isabet ettikleri ve etmedikleri hususları tesbit etmeye çalışmalı, bilgilerimizi daha güçlü kılmanın bu suretle de yolunu tutmalıyız. Zira doğrulardan inşa olunan binalar büyük inşaatlardır. Her nesilden insanların, kendi günlerinde binayı yükseltmeleriyle yükselen bir binadır düşünce binası.
Sizden önce gelenlerin isabet ettiklerini almak bir kusur değil, bir meziyettir. Bu sebebledir ki bizden önce gelip geçenlerin bugün de geçerliğini koruyan söyledikleri, her zaman başımızın üstünde yer bulmalıdır. Bu, insana izzet kazandırır. Zira akıllılık, başka akıllıların akıllarından yararlanmaktır. Kendi de akıllı olanlar yapabilir bunu. Kendi aklı az olan, başkasının aklına muhtaç olmadığı düşüncesindedir ki bu düşünce onun akıl azlığının yeterli bir delilidir.
Başka akıllıların akıllarının ürünlerini de tanıyasınız diye dergimizde iktibaslar yapıyoruz. Eşyayı, dünyayı, fikri, siyaseti, fıkhı ve daha neleri daha iyi tanıyasınız, bilesiniz diye bilenlerin bildiklerini önlerinize seriyor ve size alternatifleri çoğaltıyoruz. Ki daha doğruyu seçebilmeniz imkânını çoğaltıyoruz. Bunu daha da geniş olarak yapmaktır emelimiz. Kendi mukayese, muhakeme gücünüz gelişsin, oluşsun ve her biriniz bir şahsiyyet olarak geçerli değer yargılarının sahibi bulununuz ve doğurganlığa kavuşunuz. Doğrular ortaya koyamasanız da ortadakilerin hangisinin doğru olduğunu olsun anlayabilesiniz. Bir başka ifade ile, ictihâd edemeseniz de ictihâdı tanıyabilesiniz. Ki bu hâlde bulunmak hiç de küçümsenecek bir hâl değildir, fikrî seviyenin yüksekliğinin belirgin ve onurlu bir merhalesidir.
Melekeler, çok uğraşmakla elde edilirler. Peygamberliğin dışında her şey çalışılarak ulaşılacak merhalelerdir. Çalışmak, yine çalışmak, anlamaya çalışmak, anlatmaya çalışmak, anladığını anlamak hepsi çalışmanın; salim akla, arızasız bir ruhî dengeye, sağlıklı algılamaların mevcudiyetine ihtiyaç gösteren ürünleridir.
Okumalı, dinlemeli, anlamalı, soru sormalı, gerekirse itiraz etmeli, muhakeme ve mukayese yapmalı ve öyle hüküm vermeliyiz. Bütün bunları yaparken sabır göstermeliyiz. Alah’tan yardım dilemeli, anlayışımızı açması için dua etmeliyiz. Bu yol bizi Hakk’ı (doğruları) bilmeye, en azından daha ileri bir yere ulaştıracaktır.
Dipnot
(1) Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, Bedir Yay., 1. Cilt, İstanbul, s. 536-541
(Ercümend Özkan / İktibas, sayı 89)