Nihat GÜÇ
DUA DUA DUA -II-
Yüce Allah her konuda olduğu gibi dua konusunda da bizi yalnız bırakmış değildir. Şayet bizi bize bırakmış olsaydı, elimizden tutmamış, yol ve yordam göstermemiş, peygamberler vasıtasıyla yapılması gerekenleri anlatmamış olsaydı halimiz harap olur, İsrailoğulları gibi yıllarca dönüp dolaşırdık çöllerde. Sabahleyin yola çıkar akşama kadar yol alır, bitap düştüğümüz vakit aynı yerde konaklamak zorunda kalırdık senelerce.
Yüce Allah bizlerden fersah fersah uzak, bizi duymayan, bizi görmeyen ve dua ettiğimiz vakit sesimizin ulaşmadığı biri değildir. O kendisini bize tanıtırken eşsiz kitabında peygamberi vasıtasıyla; “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (Bakara/186) buyurmaktadır.
Bu ayet Yüce Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu bilmemiz ve kendisini hakkaniyete uygun tanımamız için soracağımız ve sığınacağımız yegane adresi tarif ettikten sonra dua etmemizi de talep etmektedir. Ayrıca yaptığımız her duaya cevap verildiğini bilmemiz gerektiğini de özellikle vurgulanmaktadır. O halde bu nadide ayeti tekrar tekrar okumamız, kendimize serdefter edinerek doğru anlamamız menfaatimize. Yoksa Allah muhafaza pişman olan kullarından olabiliriz ahirette.
Bize, bizden daha yakın olan, bizi bizden daha iyi bilen birine dua ettiğimizi, yalvardığımızı ve kendisinden dilek ve istekte bulunduğumuzu bu ayet vesilesiyle öğrendik. Aynı durumu Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz de bir yolculuk esnasında sesli olarak tekbir ve tehlil getirmeye başlayan bir grup sahabiye, “Ey insanlar! Kendinize merhamet edin; siz ne duymayana dua ediyorsunuz ne de uzakta olan birisine. Muhakkak siz, işiten, yakın olan bir zata dua ediyorsunuz ki O sizinle beraberdir.” (Buhari, Cihad 131; Müslim, Zikir, 44; Ebu Davud, Vitr, 26) şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da haddi aşmamamız gerektiğini düşünüyorum. İçten ve samimi bir şekilde Yaratanımıza yönelmemiz gerekir. Bizim dualarımız; “Rabbinize alçak gönüllüce ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (A’raf/55) diyerek nasıl dua etmemiz gerektiğini açıklamış bizden dua isteyen Rabbimiz.
Bizlerden nasıl dua edeceğimizi, içimizden seçerek gönderdiği elçileri aracılığıyla öğretmektedir. Bu konuyla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de onlarca dua örneği bulunmaktadır. Bu duaların her biri, bir derdimizi dile getirmekte, bir yamuğumuzu düzeltmekte, bir kusurumuzun affına sebebiyet vermekte, bir yaramıza merhem olmaktadır. O halde buyurunuz Yüce Allah’ın seçkin Peygamberlerine öğrettiği dua örneklerinden birkaç tanesini öğrenmeye ve fırsat elimize geçtilkçe dile getirmeye.
Bazen yanlış yaptığımızı dile getirmek, af ve mağfiret dilemek için Hz. Adem (a.s.)’ın diliyle dua etmemiz lazım gelebilir. Yasak ağaçtan yedikten sonra Hz. Adem ve eşinin yaptığı duayı Yüce Allah bize şöyle bildirmektedir; “Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf/23) Salt tarihi bir olay, sıradanlaşmış bir durum olarak anlatılmış değildir bu vakıayı. İbret almamız ve herhangi bir yanlışlık ve kusur esnasında aynı şekilde pişmanlık duyarak af dilenmemiz için vurgulandığını kabul etmekten başka çıkar bir yolumuz yoktur.
Eğer Yüce Allah, yaptığımız ve işlediğimiz herhangi bir kusur, herhangi bir günah vesilesiyle bizleri affetmeyecek olsaydı, işte o zaman ziyana uğrayanlardan olurduk. Hemen her an bir zulüm, bir haksızlık veya bir yanlışlık işlemekte olan biz günahkar kulları Yüce Allah; “… gerçekten çok zalim ve pek nankördür.” (İbrahim/34) şeklinde tarif etmektedir. Ama umudumuzu asla kesmeyeceğiz. Çünkü bizi bizden daha iyi bielen Yüce Rabbimiz; “De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer/53)
Eğer yaptığımız dualarımız olmamış ve Yüce Allah’ın da af ve mağfireti günahlarımızı kaplamamış olsaydı halimiz nice olurdu? İşlenen her günahın akabinde hemencecik caza verilmiş olsaydı bize dünyada yaşam olmazdı. Çünkü ayeti kerimede; “Eğer Allah, insanları kazandıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yerkürenin sırtında hiçbir canlı bırakmazdı. Ne var ki, onları belirli bir süreye kadar erteliyor. Nihayet süreleri gelince, (gerekeni yapar). Çünkü Allah, kullarını hakkıyla görmektedir.” (Fatır/45) Bir başka ayeti kerimede bu konuyu şöyle dile getirmektedir Yüce Allah; “Senin Rabbin hep bağışlayıcıdır ve merhamet sahibidir; şayet yaptıkları yüzünden onları (hemen) cezalandıracak olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat kendilerine tanınmış belli bir süre vardır ki, artık bundan öte kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır.” (Kehf/58)
Her an günaha dalan biz kullar, her an tevbe etmemiz de lazım gelmez mi? Günaha meyilli varlıklarız ancak istersek tevbeyle bu kusurlarımızı silebilir veya sevaba da çevirebiliriz. Kur’an-ı Kerimin tek bir yerinde geçen şu müjdeyi sizinle paylaşmadan geçmek olmazdı. “Ancak tevbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkan/71) Eğer biz günahkar kullar nasuh bir tevbeyle tevbe eder, inanarak salih amel işler Yüce Allah’ın verdiği “kötülükleri iyiliklere çevirir” müjdesine nail olan kullarından olabiliriz.
Bazen de Hz. Yunus (a.s.)’ın yaptığı gibi dua etmemiz lazım gelebilir. “…Derken karanlıklar içinde, “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum” diye dua etti.” (Enbiya/87) Yanlış yaptığını kabul etmek ve bunu itiraf etmek büyük bir erdemdir. Bu erdemliliği bugüne kadar en güzel şekilde yerine getirenler de kuşkusuz seçkin elçiler, kutsal davanın önderleri olmuşlardır. Ancak zifiri karanlıklar içinde olsak bile duayı terk etmek yok. Her daim Allah’tan isteyen isteğine nail olabilir.
Bizlerin her gün sabahtan akşama kadar az veya çok nefsimize zulüm etmediğimizi, günah işlemediğimizi, isyana girmediğimizi kim veya kimler iddia edebilir? Seçkin insanlar olmalarına rağmen bir zelleden (kusurdan) dolayı bu kadar tedirgin olmuş ve ardı sıra dua ve yalvarmalarını dile getiren bu insanların birer peygamberler olmalarına rağmen bize ne olmuş ki tevbe ve dua edenlerden olmayalım. Hatta Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şükreden bir kul olmak adına sabahlara kadar zikir ve dua ettiğini Aişe (r.ah.) annemizden öğreniyoruz. Rivayet edildiğine göre Nebi (s.a.v.), gece ayakları şişinceye kadar namazı kılardı. Aişe, kendisine: “Niçin böyle yapıyorsun (neden bu kadar meşakkate katlanıyorsun) ey Allah’ın Resûlü? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek hatalarını bağışlamıştır, dedim.” “Şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi?” diye buyurdu. (Buhari, Tefsiru sure 2; Müslim, Münâfikîn 81)
Bir başka ayeti kerimede Yüce Allah; “Onların sözleri ancak, “Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sağlam tut. Kafir topluma karşı bize yardım et” demekten ibaretti.” (A’li İmran/147) diyerek yol ve yordam göstermektedir. Eğer Allah günahlarımızı bağışlamazsa, yaptığımız her taşkınlığımızın hesabını görecek olsa halimiz nice olurdu. Ayaklarımızın sağlam bir şekilde yere basması, günaha ve isyana dalmamamız, kafir ve müşriklere karşı dirençli kalmamız adına önemli bir konudur.
Şehr b. Havşeb anlatıyor: “Ümmü Seleme"ye; "Ey müminlerin annesi! Allah Resûlü (s.a.v.) senin yanındayken en çok hangi duayı ederdi?" dedim. Ümmü Seleme, "Onun çoğunlukla ettiği dua şuydu: “Ey kalpleri çeviren (Allah’ım)! Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl.” Ben kendisine, “Ey Allah’ın Resûlü! “Ey kalpleri çeviren (Allah’ım)! Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl." diye neden çok dua ediyorsun?" dedim. Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Seleme! Hiçbir insan yoktur ki kalbi Allah’ın iki parmağı arasında olmasın. O, dilediği (kulunun kalbini) istikamet üzere kılar, dilediğini ise saptırır.” (Tirmizi, Deavat, 89) hadisi bizim için son derece önemlidir. Sapıtmamak ve istikamet üzere yol almak kalbin sapasağlam durmasına bağlı olduğunu vurgulamaktadır Yüce Nebi.
Bizim gerek aleni gerek hafi işlediğimiz günah ve kusurlardan dolayı bir tedirginliğimiz söz konusu mudur? Eğer herhangi bir nedamet, her hangi bir tedirginlik söz konusu değilse çok daha vahim bir durum ortaya çıkmış olur ki tarifi imkan dahilinde değildir. Yüce Allah bu durumu; “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid/16) şeklinde vurgulamaktadır.
Eğer yapılanlar karşısında yüreğimizde oluşan bir tedirginlik varsa o zaman buyurun bu duayı dilimize plesenk etmeye. Ardı sıra tekrar ederek hayatımızı bu minvalde düzeltmeye, düzenlemeye.
Zaman zaman fakru zaruret içinde kalabilir, sıkıntılara saplanabiliriz. Bütün genişliğine rağmen koskoca dünya başımıza dar da gelebilir. Tutunacağımız bir dalımız, yürüyeceğimiz bir patikamız kalmayabilir yeryüzünde. Çaldığımız her kapı yüzümüze kapanabilir. El açtığımız tüm insanlar yüz çevirebilir bizden. Hatta en kalabalık şehirlerde bile kendimizi yapayalnız, biçare ve perişan hissedebiliriz. Kendisini öldürmekten korkarak memleketini terk eden ve günlerce dağ tepe demeden aç ve susuz yürüyen Hz. Musa’nın yaptığı gibi dua etmeye; “… Sonra gölgeye çekilip, “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım” dedi.” (Kasas/24)
Biz mi dünyevi meselelerimizi çözüyoruz yoksa çözecek olan Yüce Allah’a havale mi ediyoruz? Rızkımızı biz mi kazanarak temin ediyoruz yoksa bize verilecek en ufak bir kazanca muhtaç mıyız? “Ben kazandım” mı diyoruz dünyevi iaşeyi yoksa “O” mu verdi diyoruz? Halbuki dünya serüveninde Allah ile konuşma şerefine ulaşmış olan Hz. Musa (a.s.) kendisine verilecek en ufak bir hayır için “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım.” diyerek bize yol ve yordam göstermiştir. Ya Allah bize bir hayır nasip etmeyecek olsa, en ufak bir şeyi bizden esirgeyecek olsa hayatımız sona ermiş olurdu. Çünkü "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince, siz dileyemezsiniz." (Tekvir/29) buyurulmaktadır. Bir başka ayeti kerimede de; “Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Yunus/107) buyurmaktadır.
İnsan olmamız hasebiyle noksanız ve unutkanız, her ihtiyacımızı bizzat kendimiz karşılayamayabiliriz. En güçlü olduğumuz bir zamanda dahi en zayıf kişilere yenilebiliriz. En varlıklı ve debdebeli vakitlerde bile sıkıntıya düçar kalabiliriz. Dağların zirvesinde olduğumuz halde kendimizi zindanın dibinde hissedebiliriz. O halde buyurun Hz. Nuh (a.s.) gibi dua etmeye; “O da Rabbine, “Ey Rabbim! Ben yenilgiye uğradım, yardım et” diye dua etti.” (Kamer/10)
Hangimiz yenilgiyi kabul edebiliyoruz ki? Hangimiz bu iş beni aşar diyebiliyoruz ki? Hangimiz meselelerimizi mahkeme-i kübraya bırakabiliyoruz ki? Dokuz yüz elli yıl Peygamberlik yapan Hz. Nuh (a.s.) kendisini yoktan vareden Rabbine “ben yenilgiye uğradım, yardım et.” diyerek dua ederken biz ne yapıyoruz? Kavga edenler, cinayet işleyenler, yol kesenler hesabı Allah’a mı bıraktılar yoksa hakimliğe ve cellatlığa mı soyundular?
Bazen Hz. İbrahim gibi “Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duamı kabul eyle. Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, ana-babamı ve inananları bağışla.” (İbrahim/40-41) diyerek ardı sıra dua ederken bizler için en güzel misal olmuştur. O halde buyurun kesintisiz bir duaya. Namaza devam eden kimseler olmak, namaz kılan bir nesile sahip olmak, yaptığı dualarının kabul olması, ahiret gününde en sevdiklerinin bağışlanmasını istemek büyük bir feraset.
Bazen Yakup gibi olmamız gerek. Evlatları tarafından can ciğer çocuğunun kuyuya atılarak ortadan kaldırılmış bir Peygamberin, gidilecek yegane kapının sadece ve sadece Yüce Allah’ın kapısı olduğunu iyi biliyor ve bu durumu bize örnek olması hasebiyle şöyle dile getiriyordu; “Yakub, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben, Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi.” (Yusuf/86) Hiç kimseye dilenmiyor. Hiç kimseye yalvarmıyor. Polis ve asker de çağırmıyor yapılan şen'iyete karşılık. Diğer dost ve akrabalarını da göreve davet etmiyor. Yüreğine saplanan, ciğerini parçalayan ne kadar tasa ve üzüntü varsa hepsini sadece Allah’a arzederek tek bir kapıyı çalıyor. Sergilemiş olduğu bu eşsiz ve benzersiz teslimiyet konusunda kimsenin bilmediği şeyleri bildiğini de ilave ediyor.
Kuyuya atılmış, iftiraya uğramış, haksız bir şekilde zindana mahkum kılınmış Yusuf (a.s.); “Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni iyilere kat.” (Yusuf/101) diyerek dua etmiştir. Uzun yıllar baba sevgisini ve kardeş ihanetini yüreğinde yaşamış, aile ortamından uzak kalmış olan ve dünyevi sıkıntıları iliklerine kadar hisseden Yusuf (a.s.) Allah’ın kendisinin tek mevlası olduğunu günümüze gelecek kadar ardısıra dile getirmiştir. İçinde bulunduğu durumun ehemmiyetinden ziyade Müslüman olarak ölmenin, iyilerle beraber bulunmanın önemine ve gerekliliğine vurgu yapıyor yaptığı dualarıyla.
Hz. İbrahim (a.s.) hem dünyevi hem de uhrevi işlerin nasıl çözüleceğini iyi biliyordu. Bunun için ellerini açarak Yüce Allah’tan çocuklarına bir peygamber gönderilmesini talep etti. Çünkü peygamber olmadan doğru yolu bulmak, Allah’ı tanımak, dua edebilmek ve cennete doğru emin adımlarla yürümek mümkün değildir. Bu yüzden; “Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara/129) diye yalvarmıştı Rabbine.
Kur’an’da bildirilen diğer dualarda; “İbrahim şöyle dua etmişti: “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim! Putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldu. Bundan böyle kim bana uyarsa o bendendir; kim de bana karşı gelirse artık sen çok bağışlayan, pek esirgeyensin. Ey rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını, senin kutsal evinin (Kabe) yanında tarıma elverişli olmayan bir vadiye yerleştirdim. Bunu yaptım ki rabbim, namazı kılsınlar. İnsanların gönüllerini onlara meylettir ve çeşitli ürünlerden onlara rızık ver ki şükretsinler. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen gizlediğimizi de açıkladığımızı da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. Yaşlılığıma rağmen bana İsmail’i ve İshak’ı armağan eden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz rabbim duaları kabul edendir. Rabbim! Beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle; rabbimiz, duamı kabul et. Rabbimiz! Hesap kurulacağı gün beni, anamı, babamı ve müminleri bağışla.” (İbrahim/35-41) diye dua etmişti. Yaptığı duasına şunu da ilave etmeyi unutmayan Hz. İbrahim; “Artık ben rabbime göç edeceğim.” (Ankebut/26) diyordu yaşamanın ve hayatı sürdürmenin her geçen gün biraz daha zorlaştığı bir ortamda. Hz. İbrahim (a.s.)’ın dediğini tekrarlayabiliyor muyuz? Rabbimizin yasaklarından kaçınarak emirlerine dönebiliyor muyuz? Bu minvalde kendimize bir yol çizerek Yüce Allah’a göç edebiliyor muyuz?
Bazen hem İbrahim (a.s.) hem de oğlu İsmail (a.s.) gibi dua etmek gerek, içten ve yürekten. Meşakkatli ve hummalı bir çalışmanın sonucunda Kabe’nin inşasını bitirdiklerinde; “… Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” diyorlardı.” (Bakara/127) Hem iş yaptılar hem de içten ve samimi dualarını ellerini açarak dile getirdiler Rablerine karşı. Hem fiili duayı yaptılar bedenleriyle hem de kavli dualarını eksik etmediler dudaklarından. Eğer Yüce Allah yaptıklarımızı kabul buyurmaz isa işte o zaman tüm iş ve işlemlerimiz boşa gider, berhava olur, kalırız ortalıklarda. Unutmayınız! Yüce Allah’ın makbuliyetine onay vermediği dağlar kadar büyük ve kocaman iş ve işlemler zerre kadar bir fayda sağlamayacaktır bizlere.
Bazen Lut (a.s.) gibi dua etmek gerek saplanması veya bulaşması muhtemel günahlara karşı; “Ey Rabbim! Beni ve ailemi onların yaptıkları çirkin işten kurtar.” (Şuara/169) ve yine; “(Lut) “Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et” dedi.” (Ankebut/30) Bir başka ayeti kerimede; “(Lut da:) “Keşke size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı, ya da sağlam bir desteğe dayanabilseydim” dedi.” (Hud/80) şeklinde dua etmemiz kaçınılmaz olmaktadır.
Bu ayetler karşısında tehşete kapılmamak içten bile değildir. Allah’ın kullarına gönderdiği bir peygamber düşünün ki bu peygamber kendisine ve ailesine karşı kurulan komplolara direnmede zorlanıyor. Ancak ellerini açarak dua edebiliyor Rabbine, içten ve samimice. Allah’a asi olmuş, yoldan çıkmış, her türlü günahı aleni bir şekilde işleme cesaretini kazanmış “O, (senin yanından) ayrılınca yeryüzünde bozgunculuk yapmağa, ekin ve nesli yok etmeğe çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara/205) ayetinde vurgulandığı gibi ekin ve nesli yok etmeye çalışan bozguncuların içine düşmüş biri olarak yardım dileniyor Allah’tan. Elinde, evinde konaklayan misafirleri koruyacak, kollayacak ve saldırganlara karşı koyabilecek hiçbir enstrüman yok duadan başka.
Hz. Salih (a.s.) gibi; "Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafillerden olma.” (A’raf/205) emriyle karşı karşıya kalabiliriz. Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafillerden olma emri bizler için de fermandır. O halde bizler Rabbimize, içimizden yalvaracağız yüksek olmayan biz sesle hem de her sabah ve her akşam. Yapılan bu tavsiye gafillerden olmamak adınadır. Gafiller Allah’ı anmazlar zaten. Buradan yola çıkarark sabah ve akşam Allah’ı anmayan insanların gafiller olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Peki başımıza gelen hastalıklarla mücadele ederken isyan bayrağına sarılan bizler Hz. Eyyüp (a.s.)’ın gösterdiği sabrına ne diyeceğiz; “(Ey Peygamberim!) Eyüp’ü da hatırla. Hani o Rabbine,‘Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diye yalvarmıştı.” (Enbiya, 21/83) başka bir ayeti kerime de; “(Ey Muhammed!) Kulumuz Eyyub’u da an. Hani o, Rabbine, “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu” diye seslenmişti. Ona ayağını (yere) vur, işte yıkanacak ve içilecek serin (bir su)” (Sad/41-42) diye icabet edilmişti duasına. Bu icabet de hemen ayağının dibinden çıkacak olan bir su olacaktı. Şifasını O’ndan isteyince dermanının ayağının dibinden gönderen de O oldu. Ve şöyle devam etti Yüce Rabbimiz Hz. Eyyup (a.s.)’dan bahsederken; “Biz de onun duasını kabul etmiş ve başına gelenleri kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere ona tekrar ailesini ve kaybettikleriyle bir mislini daha vermiştik.” (Enbiya/84) Bu olay kulluk edenler için bir hatıradır Rabbimizden, eğer inanıyorsak ve kabul ediyorsak.
Bazen koskocaman orduya kafa tutan Talut ve çok az sayıdaki askerleri gibi dua etmemiz lazım gelir; “(Talut’un askerleri) Calut ve askerleriyle karşı karşıya gelince: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kafir kavme karşı bize yardım et.” (Bakara/250) şeklinde duada bulundular.
Biz de şöyle dua edeceğiz içten ve samimice; “Onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru” diyenler de vardır.” (Bakara/201) Allah’ın tarif ettiği bu samimi kişiler neden biz olmayalım.
Bazen de şöyle yakarmamız lazım; “(Onlar şöyle yakarırlar): “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.” (Al-i İmran/8) Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in yaptığı şu duayı dilimzden eksiltmemek gerek; “Allah'ım! Kalplerimizi birleştir. Aramızı düzelt ve bizi kurtuluş yollarına ilet. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkar ve büyük günahların açığından da gizlisinden de uzaklaştır.” (Ebu Dâvûd, Salât 182)
Ve yine şua duayı da eksiltmemek gerek; “Allah’ım! Faydasız ilimden, huşu duymayan kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.” (Müslim, Zikir ve Dua ve Tevbe ve İstiğfar, 73)
Biz de elimizi açarak şöyle dua ediyoruz:
Rabbim ayaklarımızı sabit kıl!
Rabbim küffara meylettirme bizi!
Rabbim bizi müşriklere üzendirme!
Rabbim kalbimizi ve zihnimizi dinine bağlı kıl!
Rabbim amelleri boşa gidenlerden eyleme bizi!
Rabbim kulaklarımızı emirlerine karşı açık eyle! Rabbim gözlerimizi hakkı ve hakikati gören kıl!
Rabbim dinine teslim olanlardan eyle!
Rabbim Peygamberine benzeyenlerden eyle!
Rabbim üzerimize sabır indir!
Rabbim beyinsizler yüzünden helak etme bizi!
Rabbim bizi cahillerle beraber kılma!
Rabbim bizi sapıtanlardan uzak eyle!
Rabbim sapıtanların amellerinden beri eyle!
Rabbim sapıtanlardan da hesaba çekme!
Rabbim bizi Kur'an'ı doğru anlayanlar eyle!
Rabbim sonumuzu hayır eyle!
Rabbim Müslümanca bir yaşam lütfet!
Rabbim Müslüman olarak canımızı al!