12-06-2009 11:37

Duyarsızlığa ve gayretsizliğe edebiyatçı isyanı

`Üzülüyor insan elbette. Ya mağaralarımıza kapanıp kalıyoruz demek ki ya da ekonomiyi canlandırmak, birilerinin ekonomisini düzeltmek için anlı şanlı mağazalara koşuyor, kesenin ağzını oralarda açıyoruz. Ya da uyuyoruz. Ölünce, mezarda dinç görünmek için!`

Duyarsızlığa ve gayretsizliğe edebiyatçı isyanı

Ali Değirmenci, Müslümanlar olarak yakalandığımız duyarsızlık ve gayretsizlik hastalığını konu edinen ve bu durumu aşarak sorumluluklarımıza sahip çıkmaya davet eden bir yazı kaleme aldı. Değirmenci'nin yazısını iktibas ediyoruz:

Mağaradakiler, Mağazadakiler

Ali Değirmenci / Haksöz Haber

Hayatı bitimsiz bir yük gibi gören, mensubu olduğu inancı / dünya görüşünü üzerinde ateşten bir gömleğe dönüştüren, Allah canımı alsın der gibi yaşayan insandan daha kötüsü yoktur.

Hem kendilerine hem de yakınlarına, çevrelerine zarar verir böyleleri.

Pesimisttirler, bir şey üretmezler, sürekli mızmızlanıp yakınırlar. Tembeldirler, duyarsızdırlar, mıymıntıdırlar. Okumaz, düşünmez, paylaşmazlar.

Kasvetli ve karanlıktırlar; konuştukları zaman ısırgan otları gövdenizi dalıyormuş gibi bir hisse kapılırsınız.

Ne hak edilmiş hüzünleri vardır, ne anlamlı bir trajedileri. Ne insanın içine işleyen bir haykırış sadır olur onlardan ne de emeğimizi, ekmeğimizi, güzelliğimizi çoğaltan bir yekinme.

Yazık ki zamanla eşlerini, çocuklarını, etrafındakileri de bir şekilde kendilerine benzetmeye başlarlar.

Bir yapılanmanın, örgütlenmenin, öbeklenmenin en önemli işlevlerinden biri de bu olumsuz kişilikleri ve tabloları dönüştürme konusunda gösterdiği cehddir. Onları değiştirip kazanmak da onların bünyesinde içkin olan olumsuzluklardan olabildiğince uzak durmak da son derece önemlidir. Zira bir insanın ya da yapının kendini zehirlemesi kadar üzücü bir şey olamaz.

Niye mi söylüyorum bunları?

Kaç gündür, “Haksöz Okuyucularına Çağrı” başlığını taşıyan bir yazı duruyor sitede.

Ekin Yayınları’nın kitapları indirime gidilerek, kampanyalar düzenlenerek satılmaya çalışılıyor.

Derginin yeni sayısıyla ilgili yorumların sayısı bir elin parmak sayısı kadar.

Onca yazının, onca değerli düşünce paylaşımının altında çoğu zaman iki satır yazıya bile rastlanmıyor.

Özgür-Der’in, İLKAV’ın kapanması istemiyle açılan davalarda ve bizi birincil öncelikle ilgilendiren diğer konularda yapılanlar, söylenenler göze çarpmayacak kadar sınırlı.

Dergi ve site hakkında, yayımlanan kitaplar hakkında, yeni başlıklar açma ve irtibatlarımızı güçlendirme konusunda öneride bulunan yok. Emek verenler yok, emeği geçenler yok, kadınlar yok, çocuklar ve gençler yok.

Yazan yok, yardımlaşan yok, öneren yok, paylaşan yok.

Bunu düşünmemiz, bu konuyu dert edinmemiz hatta bundan utanmamız gerekiyor kuşkusuz.

Allah aşkına, eylemlerdeki / etkinliklerdeki yüzlerce, binlerce insan nerde? Zenginlerimiz, hâli vakti yerinde olanlarımız neyi, ne için biriktiriyorlar? Kadınlarımız, kızlarımız neyle meşgul oluyorlar akşama dek? Dergide niye yoklar; sitede neden onların yorumlarını okuyamıyoruz? O kadar arkadaşımız, Müslüman kardeşimiz var. Onların hiç çocukları yok mu? Bir tane liseli, üniversiteli kardeşimizin avazı yankılanmıyor yanımızda yöremizde! Yüzlerce genç okuyucusu olmalı derginin artık. Sitede öyle üç beş tane değil; her gün üç yüz beş yüz tane yorum görmek istiyor insan.

En fazla bin adet basılan bir kitap nasıl okuyucu bulamıyor? Ne okuyor bizim insanlarımız, neyle iştigal ediyor? Hiç okumayanların, okumayı küçümseyenlerin, okumayı ve düşünmeyi önermeyenlerin başka zamanlarda aramızda ne işi var? Bir Müslümanın, Allah için çırpınan insanları ve kuruluşları elinden geldiğince desteklemesi o kadar zor bir şey midir? Bir dergiyi, siteyi ayağa kaldırmak, güçlendirmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok mudur?

Üzülüyor insan elbette. Ya mağaralarımıza kapanıp kalıyoruz demek ki ya da ekonomiyi canlandırmak, birilerinin ekonomisini düzeltmek için anlı şanlı mağazalara koşuyor, kesenin ağzını oralarda açıyoruz. Ya da uyuyoruz.

Ölünce, mezarda dinç görünmek için!...

YORUMLAR
  • HUSEYIN SASMAZ   12-06-2009 17:56

    Toplum Devlet İlişkisi Devlet olgusu bir halkın ve toplumun bekası için gerekli bir yaptırım güç ve siyasal varlıktır. Devlet fikri bir olgu, siyasi bir varlık ve hukuki bir otoritedir. Devlet bir toplumun oksijenidir. Devlet; toplumun kabul gördüğü mefhumlar, amellerde edindiği ölçüler ve doğruluğuna kanaat getirdiği fikirlerin tabi ve hukuksal uygulayıcısıdır. Kimlik ve şahsiyet bakımından normal şartlarda her ikisi de yani toplum ve devlet aynı boyaya bürünmesi gerekir. Devlet bir toplumun asıl, fiili, yasal ve tek hukuksal temsilcisidir. Devletin esası fikirler topluluğudur. Devleti gün ışığına çıkaran tek temel faktör fikir sepeti olan mefhumlar, ölçüler ve kannatlerdir. Ki bunların hepsi daha önce toplumda kabul görülmüş, benimsenmiş ve haklarında kanaat getirilmiş hususlardır. Toplum ve devletten bahsederken tarihe değinmemek büyük bir haksızlıktır. İnsanlık tarihinde insan toplulukları devletsiz yaşadıklarına dair bir olay rastlanmamıştır. Bu devlet modeli ister dünya çapında dediğimiz süper güç olsun ister bölge çapında Kureyiş gibi küçük devlet olsun. Miladtan önce doğuda Fars Krallığı, batıda Roma İmparatorluğu, Mısır'da Firavun hükümranlığı, Habeşistan Kırallığı, eski Yemen veya Sebe memleketinde Belkıs kraliçeliği, Ninava'da eski Asur devleti, Mezopotamya'da Ur uygarlığı, Babil hanedanı, Arap Yarım adasında Kureyiş devleti, son peygamber olan Hz. Muhammad (s.a.v)'in Medine-i Münevver'de kurduğu İslam Devleti, Sosyalist Sovyetler Birliği ve Rönesans döneminden sonra batıda modern kapital devleti tarihin hemen hemen en belirgin devletleridir. Hukuksal bakımdan Müslümanların belki en çok unutup kayıp ettikleri Şer'i hükümlerden biri de İslam'ın unutulmaması gereken devlet ile alakalı hükümlerdir. Müslümanlar ibadet, ahlak ve ilmihal ile ilgili hükümleri bildikleri kadar, fakat devlet ile alakalı İslam'ın hükümleri büyük ölçüde ihmal etmişlerdir. Bu hükümler gerek İslam devletinin kuruluş metodu, gerekse kurulduktan sonra bu devletin tatbik edeceği hükümler ile alakalı hususlar olsun. Ne yazık ki bu konuda büyük bir boşluk vardır. Zira İslam'ın devlet ve yönetim ile alakalı doğrudan ve temel bir bağlantısı vardır. Ayrıca İslam bu konuya çok önem vermiştir. O kadar ki onu hayat-memat meselesi olarak görmüş, bir kısım ayetlerde de onu küfür ile eşdeğerli saymıştır. ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون "Kim Allah'ın indirdiği -hükümler- ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." Maide/44, ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الظالمون "Kim Allah'ın indirdiği -hükümler- ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." Maide/45, ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الفاسقون "Kim Allah'ın indirdiği -hükümler- ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." Maide/47 وأنزلنا اليك الكتاب بالحق مصدقا لما بين يديه من الكتاب ومهيمنا عليه فاحكم بينهم بما أنزل الله ولاتتبع أهواءهم عما جاءك من الحق "Sana da, önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükm et; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma." Maide/48, وأن احكم بينهم بما أنزل الله ولاتتبع أهواءهم واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله إليك "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükm et ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarından sakın." Maide/49. İslam'ın devlet ve yönetim hakkında çok derin ve köklü, açık ve detaylı bir anlayışa sahiptir. Onun hiç bir yönü boş bırakmamıştır. Zaten İslam şeriatının manası da budur. Zira İslam; yönetim meselesini ve kendi yöneticisini seçme hakkını mutlak anlamda Müslümanlara vermiştir. Bu yönetme hakkı ise Müslümanların yöneticiye, imama veya halifeye biat vermeleri ile geçer ve bu biattan sonra halife yönetici sıfatını alır. Çünkü yönetici Müslümanlara değil Müslümanlar yöneticiye biat ederler. Yani Müslümanların yönetme yetkisini biat ettikleri kişiye gönül rızasıyla verirler. Bu biat olmadan hiç kimse yönetici veya halife olamaz. Diğer bir ifadeyle biat; İslam'ın Müslümanlara verdiği yönetim hakkının yöneticiye/halifeye veya devlete geçiş şeklidir. Süreç olarak İslam'ın yönetim veya devlet anlayışı Müslümanlara yönetim hakkını vermekle başlar, Müslümanların da bu hakkı beğenip seçtikleri yönetici sıfatına sahip bir şahısı biat etmek süretiyle halife olarak nasb etmeleri ile devam eder ve bu devletin/halifenin biatın gereği olarak gerekli hükümleri uygulamasıyla son bulur. Zira İslam ancak devlet ile hayat bulur. Devlet gidince canlılığını kayb eder. İmam Abu Hamid El-Gazali şöyle der: "الإسلام أُسّ والسلطان حارسه، وما لا أُسَّ له فمنهدم، وما لا حارس له فضائع". İslam bir temel, otorite/devlet ise onun koruyucusudur. Temeli olmayan kimse yıkılmaya, koruyucusu olmayan kimse de kayb olmaya mahkumdur. Konu ile alakalı bazı önemli kavramlar: 1) Yürütücü varlık olan devletin doğal oluşumu: Mefhumlar, Ölçüler ve Kanaatler topluluğudur. Bayrak ise bir devletin anayasal simgesidir. 2) Mefhumlar: Fikrin uygulanmış hali ve davranış biçimidir. Mesela; kadın korunması gereken bir namustur. Veya kafirlerle dostluk kurulmaz. 3) Ölçüler: Disiplinin sağlanması ve bir amelin yapılabilmesi için kullanılan genel kuraldır. Helal-haram ölçüsü gibi. 4) Kanaatler ise: Sarsılmayan pekiştirilmiş mefhumlardır. 5) Ümmet: Akidevi bir tanım olan ümmet aynı akideye inanan, aynı inancı paylaşan, farklı ırklardan oluşan halka denilir. Ümmetin olması için inançla alakalı akidenin var olması yeterlidir. Mesel; Kürtlere, Türklere, Farslara, Peştunilere ve Araplara birer ümmet denilmez birer halk veya ulus denilir. Ancak İslam akidesi tek paylaşım olduğu için hepsine İslam ümmeti denir. 6) Toplum: Hukuksal bir tanım olan toplum daha çok rejimin ayakta kalmasını ve sistemin bekasını sağlayan kanun ve nizam bütünlüğüdür. İstisnalar hariç toplumun rengini belirleyen halkın kanaatleridir. Toplum matematiksel bir denklem veya mantık yürütmenin bir sonucu da değildir. Yani bireysiz toplum olmaz, fakat toplumsuz birey doğaldır. Bir başka ifadeyle herkes kendini düzeltirse veya değiştirirse, herkes iyi olursa toplum da değişir mantığı toplumun olgusuna aykırıdır. Müslüman toplum devletsiz oluşabilir demek hayat nizamı ve hukuk sistemi olan İslam şeriatına, hatta Kur'an'a bile terstir. Zira Kur'ansız devlet zalim devlet olur, devletsiz Kur'an da korumasız Kur'an olur ve İslam bir ‘hukuk sistemi' veya ‘İslam Şer'iatı' demenin hiç bir faidesi yoktur. Kur'an'ın hukuk yönü tamamıyla Medine'de başlamıştır. Zira Mekke'de inen ayetler hemen hemen Kur'an'ın üçte ikisini oluşturmakta ve bunlar Mekki ayetler olarak isimlendirilmiştir. Bunların tamamı neredeyse hükümlerden yani hukuk ile alakalı herhangi bir konuyu ele almamışlardır. İkinci kısım ise, Medine'de inen ayetlerden meydana gelmekte, bunlar da yaklaşık olarak Kur'an'ın üçte birini oluşturmakta ve Medeni veya hüküm ayetler diye isimlendirilmiştir. Bunlar; alış-veriş, kiralık, faiz gibi muamelatla ilgili hükümleri, zina ve hırsızlık hadd-i gibi hadleri, kasten adam öldürenin öldürülmesi, yol kesenin cezalandırılması gibi cinayetlerle ilgili hükümleri, zina ve diğer konulardaki şahitlikler gibi beyyinat hükümlerini içermektedir. Aynı şekilde oruç, zekat, hac ve cihad gibi ibadetlerle ilgili hükümler de Medine'de inmiştir. İslam'ın hukuksal boyutu ortadadır. Bunun anlamı hukuku uygulamak ancak devlet ile olur. İslam devletten ayrı olarak asla düşünülemez. İslam'ı etkisiz ve cansız hale getirmenin tek yolu onu devletten ayırmakla olur. عن معاذ بن جبل رضي الله عنه قال: سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول: ...ألا إن رحى الإسلام دائرة فدوروا مع الكتاب حيث دار، ألا إن الكتاب والسلطان سيفترقان فلا تفارقوا الكتاب. (أخرجه الطبراني في الكبير) Muath bin Cebel (r.a) şöyle rivayet eder: Ben Resülüllah'ın şöyle dediğini işittim: (...Şüphesiz İslam'ın değirmeni dönmektedir. Siz de Kitabın -Kur'an'ın- bulunduğu istikamette dönün. Zira Kitab -Kur'an- ve otorite -devlet- birbirinden ayrılacaklardır, fakat siz Kitab'tan -Kur'an-‘dan hiç ayrılmayın... (Tabarani El-Kebir'de tahric etmiştir.) 7) Darü-l İslam veya Darü-l küfür: Toplum ve devlet ile eş anlamlıdır. Bunu oluşturan iki ana şarttır. Birincisi; hukukun ve kanunun bizzat devlet tarafından tatbik edilerek var olması. İkincisi ise; toplumun iç asayişi tamamen bağımsız olarak kendileri tarafından sağlanmasıdır. Çoğu zaman Darü-l İslam veya Darü-l küfür Ümmet kavramıyla karıştırılır. Bunun sebebi kavramların doğru olarak bilinmemesidir. Yahut siz Suudi Arabistan veya Türkiye Darü-l İslam değildir/Darü-l küfürdür dediğiniz zaman büyük bir tepki alırsınız. Çünkü bu kavramlardan halk anlaşılmaktadır. Dikkat edilirse Müslümanlar diyarı veya kafirler diyarı denilmemektedir. Aksine İslam diyarı veya küfür diyarı denilmektedir. Asıl önemli olan halk değil, sistem, kanun ve hukuk biçimidir. 8) Siyaset: Geniş mana olarak insanın işini gözetlemek, ihtiyacını görmek anlamına gelen siyaset; şeri yönden insanların tüm işlerini gözetleyerek belli hükümlere göre yürütmek demektir. İslam ümmetinin iç işlerinin İslam devleti tarafından gözetlenmesi demek, devletin ideolojiyi kendi sınırları içerisinde tatbik etme görevini yerine getirmesi demektir. Hz. Ebu Bekir (r.a) halife olmadan önce yaşlılara, kimsesizlere, yetimlere yardım ediyordu ve o kadar ki keçilerini bile sağıyordu. Halife olunca şöyle bir söylenti yayıldı: Artık keçilerimizi kim sağacak? Bunu işiten Hz. Ebu Bekir (r.a) birgün yaşlı bir kadının keçilerini sağmak üzere kapıyı çaldı. Hz. Ebu Bekir (r.a)'i gören küçük kız sevincinden: ‘Keçileri sağan adam geldi' diğe bağırdı. Yaşlı kadın kızına dönerek şöyle azarladı: ‘Kızım! O Resülüllah (s.a.v)'in halifesi'. Varlık açısından İslam ümmeti devletsiz düşünülebilir, fakat İslami toplum devletsiz asla düşünülemez. Ümmeti meydana getiren akidedir, fakat toplumu meydana getiren devlettir. İslam akidesini benimseyen topluluğa İslam Ümmeti denmektedir. İslam ümmetinin varlığı akidenin varlığına bağlıdır. İslam ümmeti İslam dini var olduğu sürece vardır. Devletin bulunup bulunmaması onu tesir etmez. Ancak İslam ümmetinin canlı kalması bakımından devletin doğrudan ve büyük tesiri vardır. İslam ideolojisinin uygulanmasını kabul eden ve isteyen insan topluluğuna İslam toplumu denmektedir. Şayet kapital bir toplum ise onun ideolojisi kapitalizm demektir. Bu nedenle toplumun rengini belirleyen fertler değil fikirler, duygular ve nizamlardır. Nizamı uygulayan ise yaptırım gücü, kanun uygulayıcısı, bayrağa simge olup siyasi otorite olan devlettir. Devletin oluşumu tamamen topluma bağlıdır. Bir bakıma toplum devletin zeminini teşkil eder. Normal şartlarda kendine barışık bir devletin dini ve inancı toplumun aynısı olması gerekir. Bu durumda olan devletler toplumun tabi temsilcisi olur, düşmanı değildir. Devlet toplumun duygularını, mefhumlarını, ölçülerini ve kanaatlerini (yani hukuki olarak toplumun kabul gördüğü fikirler topluluğu) uygulamada bütünleşerek temsil eder, hatta temsil etmek durumundadır. İkisinin dini veya ideolojileri farklılaşırsa birbirlerinin düşmanı olurlar ve uyumsuz devlet modeli meydana gelir. Artık kendi toplumunu gerçek manada temsil etmekten çıkmış olur. Neticede devletin bekasını korumak için kendi öz halkına düşman gözüyle bakarak toplumun duygularını, mefhumlarını, ölçülerini ve kanaatlerini temsil etmez ve onları uygulamaz sadece güç kullanarak, sorumlu olduğu halkı korkutarak hüküm sürdüren polisi bir varlık haline gelir ve karakol devleti olur. İslam coğrafyasının yönetim ile ilgili renkli fotoğrafı budur. Zira yönetim iki şekilde gerçekleşir. Birincisi; tabi ve doğal süreç olarak Ümmetten halife adayına biat usulü ile geçer. İkincisi ise; anormal olarak toplumda gücü elinde tutan bu gücü halka dikte eden ve Ümmetin yönetim hakkını gasp ederek asker darbesi ile geçer. Kıymetli okuyucular! Tarihini tanımayan, bilmeyen bir toplum geleceğinden emin olmaz ve siyasi olarakda sürekli korkulu bir hayat yaşar ve istikrarlı da olmaz. Ne yazık ki buraya kadar anlattıklarımız 03.Mart.1924 tarihinden itibaren bu güne kadar süregelmiştir. Ondan sonrası devletler tamamen ters ve normal kuralın dışınıda kurulur yada kurdurulur, yıkılır veya yıktırılır... İslam coğrafyasında yukarıda belirttiğimiz gibi hangi devlet kendi halkını düşünüyor ve temsil ediyor?? Hilafet döneminde yönetim ile ilgili sürtüşmenin olduğu vakitlerde bile hiç bir zaman yönetim değişikliği düşünülmemiştir. Yani yönetim değişikliği değil yönetici değişikli olmuştur. En zalim Haccac bile Hilafet yönetimini değiştirmek gibi bir teşebbüsü olmamıştır. Halbuki bunu yapmaya muktadir idi. Çünkü onlara hakim görüş el değişebilir ama Hilafet yönetimi asla. Tabiri caiz ise bu konunun dokunulmazlığı vardı. Zaten sağlıklı devletlerin bekasını uzun ömürlü koruyan en önemli faktör toplumla barışık olmak ve onu gerçek manada temsil ederek onun değer yargılarına sahip çıkarak korumaktır. Normal şartlarda toplumun kabul etmeyip yapısına ters gelen yönetim şekli üzerine devlet kurulmaz. Çünkü devlet bir toplumun kabul gördüğü fikir sebetinin tabi neticesidir. Devletin kuruluş işi zorlamaya gelmez, aksine o kanaat işidir. Böyle olmasaydı ilk İslam devletinin kurucusu ve başkanı Resülüllah ‘ergenekon' gibi gizli çetelerden beslenerek, şiddet kullanarak çok kısa bir zamanda Medine'de ‘çete' devleti kurabilirdi! Tıpkı şimdiki devletlerin yaptıkları gibidir. Bu nedenle devletin tabi kuruluşu ve toplumun kabul gördüklerine dayalı oluşu bakımından İslam coğrafyasına baktığımızda hiç bir yönetim modeli ve devlet tarzı yok ki yönetim hakkını İslam ümmetinin özünden sinsi olarak gasb edip şiddet kullanarak kanlı bir şekilde iktidara gelmiş olmasın. Zira Mısır, Türkiye, Irak, Tunus, Moritanya, Cezayir, Hicaz, Suriye gibi beldelerin dikte rejimlerinin siyasi geçmişi askeri darbelerle dolu. İşte bu tür yönetim anlayışı seçim göz boyamasına rağmen gayrı meşru ve illegaldır. İslam devletinin olduğu dönemlerde İslam ordusu devletin sınırları içinde değil dışında kalarak İslam davasının önünde duran bütün maddi engelleri bertaraf etmek üzere Cihad yoluyla islam risaletini bütün cihana taşımakla meşguldu. Taki İslamın adaletli kanunlarını tatbik edebilsin, halka İslam davasını ulaştırabilsin ve halk da kanaat getirip kendi iradesiyle İslam'a akın akın girebilsin. Bu da İslam devletinin Allah'a olan kulluk görevidir. Oysa bu günkü askeri güçler yapay sınırlar içinde kalarak gasıp yöneticiler tarafından kendi halkıyla meşgul edilmeye çalışılmaktadır. Mülkiyet bakımından İslam ümmetinin gasb edilmiş hakları olarak sadece yönetim değil, kamuya ait bütün hususları da kapsamaktadır. Zira demir yolları ve hastaneler gibi devletin değil kamunundur. Devlet bunların sadece işletmesini yaparak kamuya hizmete dönüştürür, fakat kendi mülkiyetine katamaz. Toplumun oluşumu: Toplumsal ilişkinin meydana gelişi bakımından insanoğlunun doğuştan kendisinde bulunan içgüdü ve fiziksel gereksinimlerinin giderilmesi amacıyla başkasına yönelmesi en tabi davranıştır. Bunun tabi sonucu ‘Maslahat/karşılıklı ihtiyaç' veya ‘İkili ilişki' doğar. Bu da toplumun çekirdeğidir. Bu karşılıklı ihtiyaç ve maslahatlar beraberinde geçici olmayıp da ‘Daimi İlişki' getirir. İlişki boyutu ise üçe ayrılır: 1) insanın kendisini ilgilendiren -bireysel daire- boyut (Ahlak, yiyecek ve içecek ile alakalıdır) 2) insanın başkasıyla olan -toplumsal- boyut (muamalat ve hukuk ile alakalıdır) 3) insanın mutlak yaratıcı ve düzen sahibi Allah ile olan boyut (inanç ve ibadetler ile alakalıdır). Sonuç olarakda bu üç ilişkiler hakkında islam belli ve tafsilatlı hükümler beyan etmiştir. Bu üç ilişkiler belli ve her iki tarafın kabul ettiği bir nizama göre tanzim, tedavi ve terbiye edilmesi gerekir. Değişim bakımından bu üç ilişki birden ele alınması gerekir. Misal olarak beş vakit namazını kılan ve iyi ahlaklı bir müslümanın kapitalizmde banka müdürlüğü yapması düşünülemez. Veya aynı kişinin (İslam'a aykırı olup) kapital bir sözleşme düzenlemesi de düşünülemez. İlişki bakımından ise bir insanın ahlakını İslam'a göre düzenlerse, fakat alış-veriş veya mahkeme ile ilgili muamalat boyutu kapitalizme göre yaparsa bu toplum İslami değildir?! Toplumun oluşumu devletin oluşumu demektir. İslam bir hayat nizamıdır. Aynı zamanda onun akidesi ruhi ve siyasi bir akidedir. Bir yandan insanın mutlak yaratıcısı ve düzen sahibi Allah-u Teala ile alakasını idrak etmesine ahiret merkezli bir şekil verirken, diğer yandan da insanın başta yönetim olmak üzere hayatta bütün işlerini İslami hükümlere göre yürüterek tanzim etmiştir. Yazının başında da ifade ettiğimiz gibi İslam ümmeti ibadet ve ahlak gibi hükümlere önem verdiği kadar, yönetim ve devlet ile alakalı hükümlere yakın bir alaka göstermelidir. En azından 85 seneden beri İslam ümmeti yönetim ve devlet ile alakalı İslami hükümlerden uzak tutulmaya çalışıldı, hala da çalışılmaktadır. Bu nedenle devlet ve yönetim hususlarının tamamı ‘Hakimiyet (egemenlik) halka değil Şer'iata aittir', ‘Sulta (otorite) ümmete aittir', ‘Tek bir Halife'nin tayini Müslümanlara farzdır' ve ‘Şer'i hükümleri benimsemek (hükümleri yürürlüğe koyup kanun yapmak) yalnız Halife'nin hakkıdır' gibi İslam'ın hükümlerinden boşaltılıp ‘demokrasi', ‘özgürlükler', ‘çete devleti', ‘egemenlik kayıtsız şartsız halkındır', ‘laik devlet modeli', ‘din işleri devletten ayrıdır' gibi batının devlet modeliyle ve kapitalizmin devlet anlayışıyla doldurulmuştur. Bu gün başta amerika olmak üzere bütün batı dünyası Afganistan'ı ve Irak'ı işgal ettikten sonra nasıl bir devlet anlayışı inşa ediyorlar? Oranın polisinden ve siyasi partilerden tutun, devletin bütün memurlarına varıncaya kadar devletin bütün kadrosunu kendilerine göre yetiştiriyorlar. Bu durumun felaketi idrak edilmeyince, ibadet ve ahlaki yönden dindar olan birçok Müslümanlar mahkemeler ile, ekonomi ile, eğitim ile alakalı hayatın toplumsal alanlarının kapitalizme göre yürütülmesine göz yummuş, sesiz kalmışlardır. İslam ümmeti olarak huzurlu ve istikrarlı bir toplum seviyesine ulaşmak için, ancak devletin İslami olması gerekir. Aksi takdirde daha çok sıkıntilara ve ızdıraplara maruz kalacağız. Buna artık hiç kimsenin tahammülü yok ve 85 sene daha bu karanlıklar içinde yaşama niyetinde değiliz.