Şükrü HÜSEYİNOĞLU
EMANİYYEDEN/KURUNTULARDAN İLME, ÜMMİLİKTEN KİTABİLİĞE
İslam’ın kapısından girmek için, öncesinde çıkılması gereken kapılar vardır. Müslüman olmanın ilk adımı hafriyat çalışması yapmaktır; kalpte, zihinde yer etmiş olan tüm cahili kalıntıları söküp atmaya karar vermek ve bu yolda cehd içine girmektir. Nitekim Müddessir Sûresi 4 ve 5. ayet-i kerimelerinde[1] Rabbimizin emrettiği “elbiseyi temizlemek/temiz tutmak” ve “ruczden hicret etmek” bu yükümlülüğün ifadesidir.
İslam’ın kapısından girmeden önce çıkılması gereken kapılar ve gerçekleştirilmesi gereken akidevi hafriyat aşaması İslam’ın ilk adımları olmakla birlikte, bu ilk adımların atılabilmesi de bir şarta bağlıdır, ki oda cahiliye algılarını üretip besleyen ve yaşatan umniyeleri (emaniyye/kuruntular) ortadan kaldıracak olan sahih bilgiye/ilme yönelmektir.
Bir karanlığı ortadan kaldırmak ve yerine aydınlığı getirmek için nasıl ki bir ışık kaynağına ihtiyaç bulunuyorsa, bir mum yakmadan, bir elektirik lambasını aktif hale getirmeden karanlığı aydınlığa çevirmek nasıl imkân dahilinde değilse, aynı şekilde ilim ışığı yakılmadan kuruntuların karanlığını dağıtmak, cahiliyenin hükümranlığına son vermek de mümkün değildir. Bu sebeple İslam, cahiliye karanlığı karşısında ilk olarak ilim ışığını yakmıştır ve insanları öncelikle ilme, okumaya, yazmaya, bilmeye, öğrenip öğretmeye çağırmıştır.
Yeryüzündeki cahiliye karanlığını Mekke’den başlayıp yok etmek ve aydınlığa inkılab etmek üzere Rabbimizin insanlar arasından seçtiği son elçisi Muhammed (a.s.)’a Hira’daki ilk vahyi emir kipi taşıyordu veyeryüzüne aydınlığın kapılarını açan bu kısacık bu emirde “Oku” deniliyordu, bu sebeple: “Oku, yaratan Rabbinin adıyla” (Alak, 96/1)
Evet yeryüzünün içine düştüğü cahiliye karanlığından kurtulup aydınlığa çıkabilmesi için okumak gerekiyordu, yaratan Rabbin (eğiten, öğreten, yaşatan, emreden yegâne hak otorite) bildirdiği sahih bilgiler/ilim üzere bilmek gerekiyordu, Rabbini ve kendini…
Okumak gerekiyordu, zira Mekkeliler örneğinde olduğu gibi yeryüzündeki bir kısım insanlar “ümmi” idi, yani “Kitab nedir, iman nedir bilmiyorlardı.” Tıpkı kendisi de bir Mekkeli olan Abdullahoğlu Muhammed gibi:
“Böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitab nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediğimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen doğru yola iletiyorsun.”(Şûra, 42/52)
Bir kısım insanlar ise Kitab’a (Tevrat ve İncil’e) muhatap olmakla birlikte onları anlamak ve yaşamak için okumuyorlar, onları bir ayin/tören kitabı olarak algılıyorlardı ve bu yüzden onlar da “ümmi” konumunda idiler:
“Onlardan bir kısmı ümmidir. Kitabı bilmezler,bütün bildikleri emaniyyeden/kuruntulardan ibarettir ve onlar yalnızca zannederler.” (Bakara, 2/78)
Diğer bir kısım insanlar ise, ki daha ziyade Yahudi ve Hıristiyan din adamları, Kitab’ı biliyorlar ve fakat ona tâbi olmak yerine dünya menfaati uğruna onun kelimelerinin yerlerini değiştiriyorlar, ondaki hakikatleri gizlemeyi tercih ediyorlar ve hakla bâtılı birbirine karıştırmak için ağızlarını eğip büküyorlardı:
“Ehl-i Kitab’dan bir gurup, okuduklarını kitabdan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitabdan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.” (Al-i İmran, 3/78)
“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat'ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir ihanet görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.”(Maide, 5/13)
İşte (günümüzde olduğu gibi) Kitab’dan ve onun içeriğinden habersiz olanların insanların çoğunluğu oluşturduğu ve Kitab’dan haberdar olanların çoğunun ise dünya kazancı uğruna ondaki hakikatleri gizlemeyi veya eğip bükmeyi tercih ettiği bir dönemde Rabbimiz Kur’an’ı kendisi debir ümmi/Kitab’dan habersiz olan Muhammed (a.s.)’a inzal etmeye başladı ve onu ve onun çağrısına kulak verecek olan insanları ilk olarak okumaya, kalemle yazmaya, kısacası öğrenmeye ve öğretmeye dâvet etti.
Bu anlamda Alak Sûresi’nin ilk 5 ayetinde (ki ilk inzal olan ayet grubudur) okumaktan, Yüce Allah’ın Rab sıfatından, kalemden ve onunla öğrenmekten söz edilmesi, ardından Müzzemmil Sûresi’nin başında gece kıratının, eğitiminin emredilmesi, sonrasında Kalem Sûresi’nin başında yine kaleme ve yazdıklarına dikkat çekilmesi ilmin İslam’a yönelme ve İslami şahsiyetin inşasındaki öncelikli rolünü ifade etmektedir.
Ne yazık ki Kur’an’ın, yukarıda da hatırlattığımız açık tanımlama ve beyanlarına karşın “ümmi” kavramı tarihsel süreçte “okuma-yazma” bilmemek anlamına mahkûm edilmiş, dahası buradan yola çıkılarak, Şûra Sûresi 52. ayette Rabbimizin net olarak mahiyetini açıklamış olduğu Rasulullah’ın (a.s.) ümmi oluşunu okuma-yazma konusuna[2] indirgenmiştir.
Oysa Kur’an’ın bu konudaki beyanları çok açıkça şunu ifade etmektedir ki, ümmilik; Arapça’da okuma-yazma bilmemek anlamına gelse de, Kur’ani bir kavram olarak, kitabiliğin zıttını ifade etmektedir, Kitab’dan veya Kitab’ın içeriğinden habersiz olmak anlamına sahiptir.
Emaniyye/Kuruntular Ziyana, İlim Kurtuluşa Götürür
Yüce Rabbimiz Kur’an’da başından sonuna kadar bize ilim öğrenmeyi, inanç ve amellerimizde delil üzere olmayı, bilerek inanmayı ve bilerek yaşamayı emrederken, buna karşılık bizi iki şeyden de çokça sakındırır: Kuruntulara ve zanna tâbi olmak…
Yukarıda hep birlikte okuduğumuz Bakara Sûresi 78. ayette kuruntu ve zan, Kitab’ı bilmenin zıddı olarak ifade edilmişti. Yani, insanlar Kitab’ın bilgisine sahip olmazlarsa, ilim üzere inanıp ilim üzere yaşamaya yönelmezlerse oluşacak boşluğu kaçınılmaz olarak kuruntular ve zanna dayalı algılar dolduracaktır. Ki bu durum, cahiliye karanlığının temelini oluşturmaktadır. Kitab’a yönelmek, Kitab’ı gereğince okumak ve öğrenmek ise, kuruntuları ve zanları yok edip onların yerine neye niçin inandığı ve neyi niçin yaptığı bilinci inşa edecek bir aydınlık şafağını ifade etmektedir.
Rabbimiz Kur’an’da Bakara Sûresi 78 ve 111, Nisa Sûresi 119 ve 123 ve Hadid Sûresi 14. ayetlerde emaniyye/kuruntular üzere bir din algısını şiddetle mahkûm eder ve başta İsra Sûresi 36. ayet olmak üzere birçok ayette ilim ve açık bir delil üzere inanıp hareket etmenin gerekliliğine vurgu yapar, ilim sahibi olmayı fert fert her Müslüman için şart kılar. Kur’an’a baktığımızda bu fârizayı çok net görürüz, ancak Rabbimizin ilim sahibi olmak (ilm-i halini bilmek) ve bilmediğini bilinlere sorarak öğrenmek yükümlülüğü ile ilimde derinleşmeyi birbirinden ayırdığını, ilkini her Müslümana farz kılarken, ikincisini farz-ı kifâye olarak emrettiğini, bu bağlamda Müslümanların fert fertilm-i hallerini bilme zorunlulukları ile, aralarında ilimde derinleşen insanlar (râsihûn)[3] olması gereğini birbirine karıştırmamak gerektiğini ifade etmeliyiz.
Sözün burasında şunu ifade etmek gerekir ki, geleneksel din anlayışlarında da her Müslümanın ilm-i halini bilmesi yükümlülüğü kabul ve ifade edilmektedir, fakat ilm-i hal kavramının çok dar bir fıkhi bilgi manzumesiyle sınırlı tutulmuş olması ve hatta temel Kur’ani kavramlar ve onlara dayalı akidevi esasları bile içermeyecek, daha ziyade Emevi-Abbasi saltanatlarının çerçevesini çizdiği bir “ılımlı İslam” algısıyla sınırlı bilgilerin yer alması söz konusudur.
Oysa ilm-i hal, halin ilmi demektir ki, bu da fert fert her Müslümanın Allah’ın Kitabı ve Rasulünün bu kitaba dayalı örnekliğinin temel esaslarını gücü nisbetinde bilmesini ve bu esaslarla yaşanılan hayat arasında bağ kurma cehdi göstermesini ifade etmektedir. İslam’ın inşa etmek istediği toplum, örneğini ilk Kur’an neslinde gördüğümüz üzere bir ilim toplumudur. Cahiliye toplumlarıyla İslam toplumlarını ayıran temel özelliklerden biri de bu özelliktir.
Rabbimiz, fert fert her Müslümana hitaben şöyle buyuruyor:
“Hakkında ilim/bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme. Şüphesiz kulak, göz ve kalb; bunların tümü ondan sorumludur.” (İsra, 17/36)
Evet, her Müslüman neye niçin inandığını ve neyi niçin yaptığını bilmekle mükelleftir. İslam taklitçiliği kesin olarak yasaklamıştır. Taklit yerine tahkik sorumluluğunu getirmiştir. Nitekim taklitçiliğin bir cahiliye sapması olduğunu Rabbimiz bize şöyle hatırlatmaktadır:
“Onlara ne zaman ‘Allah'ın indirdiğine tâbi olun’ denilse, ‘Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola tâbi oluyoruz’ derler. Ya ataları bir şeyden anlamıyor veya doğru yolu bulamamış idilerse.” (Bakara, 2/170)
Birçok ayet-i kerimede de Rabbimiz, bilgi ve delile dayanmadan hareket etmenin yanlışlığına vurgu yapmaktadır:
“Size ne oluyor ki, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah'ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksınız kendi hevâlarıyla (insanları) saptırıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.”(En'am, 6/119; Ayrıca Bkz: En'am, 6/143 ve 148)
"Sizin Allah'tan başka kulluk ettikleriniz, Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, Kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler."(Yusuf, 12/40; Ayrıca Bkz: A’raf, 7/71; Necm, 53/23; Hacc, 22/71; Rum, 30/35; Mü’min, 40/56)
“Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunan, onu yine ondan bir şahid izleyen ve ondan önce bir önder ve rahmet olarak Musa'nın kitabı (kendisini doğrulamakta) bulunan kimse, (artık onlar) gibi midir? İşte onlar, bu Kur'an'a iman ederler. Gruplardan biri onu inkâr ederse, ateş ona vaad edilen yerdir. Öyleyse, bundan kuşkuda olma, çünkü o, Rabbinden olan bir haktır. Ancak insanların çoğu iman etmezler.”(Hud, 11/17)
Tüm bu ve beneri ayet-i kerimeler, açık şekilde ilim/sahih bilgi ve beyine/delil üzere hareket etmenin gerekliliğini ifade etmektedir. Nitekim Rabbimiz Zuhruf Sûresi 44. ayet-i kerimede Kur’an’ı öğüt olduğunu ve insanların fert fert ondan hesaba çekileceğini bildirmektedir.[4] Bu da, Kur’an’ın içeriğini öğrenmenin gücü ve imkânı nisbetinde her Müslümana farz olduğunun bir başka kanıtıdır.
Hiçbir İnanç Grubunun Kuruntuları Değil, Yüce Allah’ın Ölçüleri Belirleyicidir
Kur’an’da emaniyye/kuruntular kelimesinin geçtiği ayetlere baktığımızda, bu ifadenin Rabbimizin vahiyle insanlara bildirdiği sahih bilgi/ilim ve bu ilme dayalı sahih din anlayışının zıddı olarak kullanıldığını ve hiçbir delile dayanmadan insanlar tarafından üretilmiş vehimler, hurafeler, aslı-esası olmayan inanış ve iddialar anlamında kullanıldığını görmekteyiz.
Mesela Bakara Sûresi 78. ayette, Kitab’ı bilmenin ve onunla hareket etmenin zıddı olarak, “Kitabı bilmezler, bütün bildikleri emaniyyeden/kuruntulardan ibarettir ve onlar yalnızca zannederler.” şeklinde kullanılmaktadır.
Bakara Sûresi 111. ayette de bu kelime, Yahudi ve Hıristiyanların “Cennete ancak biz gireceğiz" şeklindeki iddialarının aslı-esası olmayan bir inanış olduğunu vurgulamak için kullanılmaktadır: “…Bu onların kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin."
Nisa Sûresi 119. ayette ise, şeytanın insanları saptırmak için ürettiği bâtıl inanışlar ve hurafeler anlamında kullanılmaktadır: “Onları şaşırtıp saptıracağım, kuruntulara düşüreceğim…”
Hadid Sûresi 14. ayette ise emaniyye kelimesi, Hesap Günü Cennetle mükâfatlandırılan mü’min erkek ve kadınların, Cehenneme müstahak olan münafık erkek ve kadınlar kendilerine “Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım… Biz sizinle beraber değil miydik?” şeklinde seslendiğinde onlara cevap olarak verecekleri şu ifadeler içinde kullanılır: “…Evet, fakat siz kendi başınızı belaya soktunuz; fırsat beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) da sizi, Allah ile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı.”
Ve Nisa Suresi 123. ayet… Bu ayeti kerimede Rabbimiz, kendi belirlediği ve insanlara bildirdiği ölçüler hilafına, insanların tarihsel süreçte ürettikleri-uydurdukları birtakım inanışlarla (ki bunların başında kurtuluşu kişinin kendi çabası ve amelleri yerine aracılık ve iltimasta vehmeden şefaat inancı gelmektedir) ebedi kurtuluş beklentisine girmelerini emaniyye/kuruntular kelimesiyle ifade etmekte ve bu ayet ve devamında gerçeği şu şekilde ortaya koymaktadır:
“Bu ne sizin kuruntularınıza ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir. Kim bir kötülük işlerse ona karşılık cazalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir. İman edip salih ameller işleyenleri ise içerisinde ebedi olarak kalacakları altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Allah'ın vaadi gerçektir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir.”(Nisa, 4/123-124)
Bu apaçık ayet-i kerimelere rağmen, Müslümanların tarihinde Rabbimizin bildirdiği bu ilim yerine önceki ümmetlerin de içine düştüğü şekilde din adına emaniyye/kuruntular üretilmiş olması ve onların Allah’tan gelen ilmin, apaçık sahih ölçülerin yerine konmuş olması düşündürücü ve ibret vericidir.
Kuruntularla hem dünyamızı hem de ahretimizi ziyana uğratmak yerine, Rabbimizin bildirdiği ilim/sahih bilgiler üzere iman edip yaşamanın yegâne yolu, Ümmet olarak tarihsel süreçte taklitçilik dayatmasıyla düçar kılındığımız ümmilikten kurtulup, Kitabiliğe yönelmektir. Ümmilik, Kitab nimetine muhatap kılınan insanlara yakışan bir hal değildir. Müslümanlar olarak “Derya içredür ol mâhiler ki, deryayı bilmezler” halinden acilen kurtulmalıyız.
Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, emaniyye/kuruntular denilince aklımıza yalnızca geleneksel hurafeler gelmemelidir. Modern cahiliyenin kabulleri de bu kapsamdadır. Bâtıl Batı’nın, insan hevâsını esas alan ve dahası onu ilahlaştıran her türlü düşünce, ideoloji ve kavramsallaştırması da birer umniyeden/kuruntudan ibarettir. Laikliği, demokrasisi, liberalizmi, hümanizmi, nasyonalizmi/milliyetçiliği ve tüm bunların Müslümanların coğrafyalarındaki izdüşümleri; Kemalizmi, Muhafazakâr Demokratlığı vs, hiçbir ilim ve delile dayanmayan, insanların hevâlarına dayalı olarak üretip isimlendirdikleri kuruntulardan ibarettir.
Bizler, gerek geleneksel vegerekse modern emaniyyeye/kuruntulara asla meyletmeden, asla prim vermeden, Rabbimizin Kitab-ı Keriminde bildirdiği apaçık deliller/beyyine ve sahih bilgi/ilim üzere yalnız Müslümanlar olmakla ve bu hal üzere yaşayıp bu hal üzere ölmekle mükellefiz.
[1] “Elbiseni temizle. Ruczdan (cahiliye kirliliklerinden) kaçınıp uzaklaş.” (Müddessir, 74/4-5)
[2] Ki Rasulullah (a.s.)’ın vahiyle muhatap olana kadar okuma-yazma bilmiyor olması Ankebut Sûresi 48 ayetten anlaşılabilirse de, sonrası için de bunun iddia edilmiş olması ve hatta Hudeybiye anlaşması sırasında “Rasulullah” ifadesi gibi sürekli muhatap olduğu, mühründe de yer alan bir kelimeyi bile tanıyamayacak derecede okumaktan mahrum olduğu gibi akla ziyan haberler üretilebilmiştir.
[3] Bkz: Al-i İmran 3/7; Nisa, 4/162
[4] “Şüphesiz bu Kur'an sen ve toplumun için bir öğüttür. Ondan sorulacaksınız.” (Zuhruf, 43/44)
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Aralık 2017 sayısında yayınlanmıştır)