Ercümend Özkan`dan `Kur’an ve Sünnet` bütünlüğüne dair
Peygamberi Kur’an’dan ayırmak mümkün değildir. Zira peygamberin son nefesine kadar görevi Kur’an’ı anlamak ve uygulamak olmuştur. Kur’an’ı kabul ederiz ama peygamberi saf dışı bırakırız anlayışı ne akla ne de nakle uygun değildir.
Kur’an, Allah’ın son elçisi Hz. Muhammed (s.a.)’e göndermiş bulunduğu vahiylerin, kendisinde toplanılarak meydana getirilmiş Kitab’ın adıdır. Bu Kitab Allah tarafından korunmaya alınmış (15/9) bir Kitab olup, gönderilen vahiylerden herhangi birisi onda eksik değildir. Tekrar tekrar okutularak kalbine yerleştirileceği taahhüdü verilmiş (25/32) ve gerçekten de bir kelime eksiği dahi kalmadan Resulü’ne belletilmiş, Resulü (s.a.)’nün de yazdırdığı ve ezberlenmek suretiyle çok fazla insanın zihninde ve elinde yazılı olarak derlenmiş bir Kitab’tır, ki onun Allah’ın Kitab’ı olduğundan, Allah’ın gönderdiği vahiyleri eksiksiz içinde bulundurduğundan, vahyedilenden başka bir şeyin kendisine katılmadığından kesinlikle eminiz. Bundan ötürü, «Şöyle şöyle bir vahiy geldi. Biz onu belledik ve uyguladık. Lâkin şimdi insanların levminden çekinmese idim o vahyi Kur’an’a dahil ederdim» türünden Kur’an’a aykırı rivâyetlere kesinlikle itibar etmiyoruz. İtibar etmemeyi de dinimizin vazgeçilmez bir gereği olarak görüyoruz. Hadis kitablarında böylesi Kur’an’a aykırı birçok rivâyeti, külliyâtı inceleyenler açıkça görebilirler.
Vahyin geldiği ortam da bugünkü gibi İslâm’dan oldukça uzak bir ortam idi. Çevresindeki hemen bütün insanlar Allah’ın resulünü kınar ve Ona levmederken O ve inananlar bu levme rağmen Rabb’lerince emrolundukları gibi hareket ediyorlar ve insanların levmine önem vermiyorlardı.
Vahiy yalnız Muhammed (s.a.)’e geliyor ve o da onları diğer insanlara söylüyordu. Hiçbir zaman örneğin Ebû Bekr (r.a.)’e de vahiy gelerek: «Haberin olsun Allah, arkadaşın Muhammed’i elçi seçti ve ona vahyediyor» denilmemişti. Muhammed (s.a.) kendi ağzından insanlara: «Ben de sizin gibi bir insanım. Ben ancak Rabb’imin bana vahyettiklerini sizlere söylüyorum. Onlara ilk önce ben uyuyorum ve sizleri de uymaya çağırıyorum.»(1) diyordu. Karşısındaki insanların da pek az bir kısmı, örneğin yine Hz. Ebû Bekr, «Seninle yıllardır arkadaşım. Herkesin iyiliğini ister ve düşküne yardımcı olursun. Bana hiç yalan söylemediğin gibi, bir başkasına yalan söylediğine dâir bir haber de bana ulaşmış değil. Bu sebeble eğer bu sözleri sen söylüyorsan, diğer sözlerin gibi onlar için de bana doğrudur demek düşer.» diye karşılarken, insanlardan büyük bir kısmı Ona bir hâl olduğunu, böyle şeyleri kendisinden önce kimselerden duymadıklarını, ataları(Kureyş)ndan da böyle bir şeyin kendilerine intikal etmediğini bu sebeble de Muhammed’in söylediklerinin kendilerine güven vermediğini söyleyerek onu reddediyorlardı. Her iki tarafın da yaptığı, Muhammed (s.a.)’in söylediklerini akılları ölçüsünde değerlendirmekti. Onu kabul edenler de, onu reddedenler de akıllarına göre değerlendirme yapıyor ve kabul veya reddediyorlardı. Ne var ki Ebû Bekr (r.a.) gibilerin aklî gerekçeleri esaslı ve geçerli olduğu halde, reddedenlerin gerekçeleri yüzeysel ve geçersizdi. Her iki tür tavrın benzerlerine günümüzde de rastlamıyor muyuz? Yeni şeyler işittiklerinde kimilerinin: «Büyüklerimizden (atalarımızdan) hiç böyle şeyler duymamıştık. Onların söylediklerine rağmen senin söylediklerini mi kabul edeceğiz? Biz seni reddeder ve atalarımızdan gördüklerimiz üzerinde yürürüz» demeleri de son Peygamberin bundan 1400 küsur yıl önce başına gelenlerin aynısıyla benzeri değil mi?
Hadis konusuna gelince: Bilindiği gibi hadis, peygamberimizin yaptığı veya söylediği söylenen (rivâyet edilen) hususlardır. Hicri birinci asırdan itibaren tedvin edilmiştir. Tedvin edenler: «Artık Kur’an’a bir şeyin (peygamber sözü de dahil) karışması ihtimali kalmadı. Ortalıkta dolaşan birçok rivâyet Kur’an’la çelişiyor. Başka dinlerin telakkileri de İslâmi rivayetlermiş gibi aktarılıyor. O halde bunları bir disipline tâbi tutalım.» düşüncesiyle hadis tedvinine başlamışlardır. Emevi Halifelerinden Ömer İbni Abdülaziz’in emri ile ileri gelenlerden hadis olarak rivâyet edilen sözlerin toplanması, bir mecmua haline getirilmesi istenmiştir. Böylece uydurma (mevzû) olanların önlenmesi, sahih olan rivâyetlerin tedavülünün sağlanması amaçlanmıştır. Buna rağmen, toplanan hadislerin hemen hepsi üzerinde, gerek toplanırken gerekse toplandıktan sonra ihtilaflar olmuştur. Örneğin Buhârî’nin aldığını, Müslim’in almadığı, Müslim’in aldığını Buhârî’nin almadığı, ikisinin aldığı halde diğerlerinin tedvinlerine dahil etmediği hadislerin mevcudiyeti hadis işleriyle uğraşanlarca hemen hatırlanacak bilgilerdir.
Hadisler toplanmaya başlandığında cerh ve ta’dil de başladı. Yani daha toplanırken Kur’an’a zıt rivâyetlerin yanında, birbirlerini tekzib eden rivâyetlere de çokça rastlandı.
Biz namaz gibi büyük kalabalıklarca büyük kalabalıklara intikal ederek öğrenilmiş ve günümüze kadar da gelmiş amel(ibadetlere)’e tealluk eden rivâyetler haricinde hemen her rivâyet edilen hadis üzerinde tartışma olmuş ve münakaşa edilmiş olduğuna değinerek, hadislerin külliyyen reddini değil, bilâkis Kur’an başta olmak üzere belli ölçülere göre ve özellikle de metin tenkidi yapılarak hadislerin gözden geçirilmesi kanaatında olduğumuzu belirtmek istiyoruz. Nasıl ki İmam Buhârî bir insan idi, Müslim hâkezâ ve diğerleri de öyle idiler ve insan olmaları itibariyle yanılmaları söz konusu idi ve yanılmışlardı da. İşte öylece onların hadisleri irdeleme hakkı bulunduğu gibi, kıyamete kadar yaşayacak Allah’ın diğer mü’min kullarının da aynı hakka sahib olduğunu, kimsenin kendisinden sonra geleceklere önündeki yolu tıkama hakkı olmadığını hassaten belirtmek istiyoruz.
Bilindiği gibi yalnızca ‘peygamber olmak’ insanın kendi çalışması ile başarılan, ulaşılan bir iş olmayıp Allah’ın seçmesi iledir. Onun dışındaki bütün mertebeler ve mesleklerde erbablık insanın niyyeti, çalışması ve kaabiliyetiyle mütenasibtir. Hadis diye bize kadar gelen rivâyetlerin gerçekten peygamber tarafından söylenip söylenmediği ile ilgili çalışma da peygamberlik olmayıp, peygamberin dışındaki insanların niyyeti, çalışması ve akliyyeti ile yapılabilecek işlerdendir. Kıyamete kadar da niyyet eden ve layıkı vechile gerekenleri yapan her müslümanın hakkı olmaya devam edecektir.
Biz, hiçbirimizin üzerinde Allah’ın Kitab’ı olduğu hususunda endişemiz bulunmayan Kur’an’la, ihtilafların üzerinde toplanması sebebiyle hadis külliyâtının birbirine karıştırılmaması kanaatındayız. Sıhhatinden hiçbir şüphe bulunmayan(Kur’an)la, sıhhatinden onu rivâyet edenlerin de, tedvin edenlerin de kuşkuları bulunduğu hadisler, kaçınılmaz bir zaruret olarak Kur’an gerçeğinin eleğinden geçirilmeli demekteyiz. Metin itibariyle mahiyetinin tenkide tâbi tutularak tedvini vaktiyle gerçekleştirilmiş olsaydı buna bugün daha az zaruret duyulurdu. Herkesin de bildiği gibi, hadisler yazılı hâle getirilmeye başlanıldığında en fazla ağırlık rivâyet tenkidine verilmiştir. Bu arada bize gelen rivâyetlerden de anlaşıldığı gibi milyonları bulan hadislerin içinde kimi muhaddisin 7-8 binini, kimisinin daha da azını, kimisinin ise biraz daha fazlasını tedvinine dahil ettiğini, yani hemen hemen rivâyetlerin yüzde birini kitablarına aldıklarını biliyoruz. Bunu yaparlarken de birinin itibar ettiğine diğerinin itibar etmediğini, ikisinde bulunanın üçüncüsünde bulunmadığını bugün bile elimizde bulunan bu külliyâtın incelenmesiyle hemen görüveririz. Hadisler konusunda gerçek bu olduğuna göre nasıl olur da onları Kur’an âyetleri gibi rivâyet ve delâlet bakımından sağlam görebiliriz, şaşırmamak elde değildir. Namazın erkânı ile ve daha bazı mütevatiren bize kadar amelen ve kavlen ihtilafsız intikal etmiş rivâyetler elbette tealluk ettikleri konularda amellerimizin tereddütsüz ölçüsü olmaktadır ve olacaktır. Bir ifade ve ibâreye, gerçeğine rağmen anlamsız ve gerçek dışı manalar verme metodu olan «Te’vil» yolu ile, nice yanlış ve Kur’an’a aykırı rivâyet varsa hepsini sahih kabul edebilirsiniz. Kelimelerin delâlet etmediği, siyâk ve sibâkının kesinlikle alakalı bulunmadığı ve açıkça Kur’an’la tezat teşkil eden rivâyetler nasıl ölçü kabul edilebilir, doğrusu (İslâmi) kabul edilebilir? Bunu anlamak mümkün değildir. Örneğin Allah Kur’an’da açık açık «Biz mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet mukabilinde satın aldık.»(9/111) buyurduğu halde anlamı çok net olan bu âyetin karşısına hadis diye onu bir bakıma tekzib eden şu söz çıkarılabilmektedir: «Bir kimse akşam namazlarının ilk rek’atında Kâfirûn, ikinci rek’atında da İhlâs surelerini Fatiha’ya zammederek okursa o kimsenin denizlerin köpüğü kadar günahı olsa affolunur.»
Biz burada akledenlere şunu sormak istiyoruz. «Allah cennetini satmaktadır. Kimlerin ona talib olabileceğini açıklamış ve demiştir ki buna ancak ‘mü’minler’ talib olabilir. Mü’minler de almak istedikleri cennet’in tarafımızdan konulmuş bedelini ödemek durumundadırlar! O bedel de mü’min olanların (cennete talib olanların) canları ve malları’dır. Yani cennet yalnız mü’minlere, canları ve malları bedeli karşılığında satılmaktadır.» Yukarıda iktibas ettiğimiz âyetin anlamı budur. «Mevrid-i nasda ictihâda mesağ yoktur»(2) denilerek ifade edilen nasdaki açık hüküm budur ki bu hükmün anlaşılması için ictihad etmeye (müctehid olmaya) gerek de yoktur. Zira açıkça hüküm belirtilmiştir.
Şimdi biz bu âyetin açık delâletine rağmen yukarıdaki hadisi (bize hadis diye intikal etmiş o haberi) sahih kabul edersek karşımıza nasıl bir durum çıkıyor? Âyete göre Allah cennetine çok yüksek bir fiyat biçmiştir ve bu fiyatı her verene değil yalnız mü’min olanlara cennet satılmaktadır. Böylesine yüksek fiyatlı (bedelli) bir mal, yukarıda iktibas ettiğimiz hadisi doğru kabul ederseniz (peygamberimiz böyle söylemiş sayarsanız) hadisteki ifadeye, delâlete göre çok ucuza (Kâfirûn ve İhlas surelerinin Fatiha’ya zammedilerek akşam namazı kılınmasına) satılmaktadır. Buradaki çelişki dikkatlerinizi çekmiyor mu? Bu rivâyeti doğru kabul etmek demek, Resulullah (s.a.)’ın yüksek bir değer biçilen cenneti ucuza satılığa çıkardığı şeklinde ortaya çıkmaz mı? Peygamber böyle şey yapar mı, yapabilir mi? Kur’an’ın tabiriyle: «Eğer o, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette ondan sağ elini alırdık, Sonra onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı.»(69/44-47) Bu mümkün mü idi? Aslâ değildi. Öyle ise böylesi bir sözü peygamber (Kur’an’ın yukarıda iktibas ettiğimiz ifadelerine dayanarak) aslâ söylemez, söyleyemez deriz. Zira Allah Onu böyle yapması halinde nasıl tenkid ediyor yukarıda gördük. Bu durumda bu hadisi (!) Ona başkaları söyletmiş olmalıdır. Resulullah (s.a.)’ın böyle sözü olamaz, zira Kur’an’a aykırıdır. Peygamberimizin ise ilk ve en önemli işi Kur’an’a uymaktır. Kur’an’ın koyduğu ölçüleri korumaktır. Yukarıdaki hadisi doğru kabul etmek demek, peygamberin Kur’an’a karşı geldiğini kabul etmek demektir. Buna bir müslüman nasıl olur da râzı olur? Peygamberini, Allah’a rağmen hükümler koyan, O’nun hükümlerini değiştiren bir elçi olarak kabul edebilir. Neden akletmiyoruz? Biz bir müslüman olarak kesinlikle peygamberimizin, hakkında hüküm bulunan bir konuda Allah’a rağmen (Allah’ın hükümlerine karşı) ne bir söz söylediğine, ne de bir hüküm koyduğuna inanıyoruz. Böyle inanmanın da İslâm’la çeliştiği, İslâm’ı saptıracağı, hattâ bu yol ile İslâm’dan sapıldığı kanaatındayız. İslâm’dan sapmaya, saptırılmaya yol vermeyiniz müslümanlar!.. Peygamberimizin Allah’ın hükümleri hilâfına hüküm koyduğu zanlarını artık atınız, taşımayınız üzerinizde. Zira hadis denilen her haberi Kur’an süzgecinden geçirmeden kabul etmeniz halinde bunu yapmış oluyorsunuz. Zira açık açık Kur’an’a aykırı, Kur’an’la çelişen hadisler (rivâyetler) vardır. Külliyâtı inceleyiniz göreceksiniz.
İnsanlar muhtelif sebeblerle, birisinden işittiklerini eksik, yanlış, fazla anlayabilmekte ve söylenenin murad etmediği sonuçların ondan çıkarılmasına vesile olabilmektedirler. Elimizdeki birçok rivâyet bunun delilini teşkil etmektedir. Muhakemesi yerinde bir akıl bu çelişkileri tesbit etmekte, Kur’an’ın gerçeğiyle anlaşılması ve ona uygun sünnetin tesbit edilmesinde rol oynamaktadır. Kendisine getirilen yeminli/şahitli rivâyetleri Hz. Aişe (r.a.)’nin bu arı-duru akıllılığı ile hemen Kur’an’ın gerçeğinden geçiriverdiğini ve çelişkilerini meydana koyuverdiğini görmekteyiz. Her ne amaçla olursa olsun amacından sapan veya saptırılan rivâyetleri hemen gerçeği üzerine oturtmaktaki mahareti Hz. Aişe’nin anlayışının derinliğini, Kur’an’ı gereği gibi kavradığını ve sünnetin Kur’an istikametindeki uygulamalar olup, Kur’an’a karşı bir varlığı bulunmadığını ortaya koymaktadır. Zaten Resulullah Kur’an’ı cerh eden, ta’dil eden, ona karşı hükümler koyan birisi olmayıp Kur’an’ı insanlara okuyan, ondaki hükümleri uygulayan bir peygamber olarak bizlere gönderilmiş değil midir? Eğer ona ait olduğu söylenen bazı sözler, rivâyetler bugün elimizdeki kitablarda bulunuyorsa —ki epeyce vardır— bunların tümü Hz. Aişe gibi mütefakkih birilerinin süzgecinden geçmediğine göre, daha dikkatli davranmamız gerektiği ortaya çıkıyor. Zaten gereği kadar ilgi göstererek ve tefekkuh ederek elimizde bulunan bilgileri gözden geçirsek, yukarıdan beri söylediklerimizi rahatlıkla anlayacak ve doğruluğunu göreceğiz. Bu yapılmadığından ve konuya çok yabancı, kulaktan dolma sokak bilgileri ile bakanlar hemen tepki göstermektedirler. Biraz olsun konuya eğilenler, iyi-kötü biraz olsun bu konularda okuyanlar, araştıranlar söylediklerimizin ne anlama geldiğini rahatlıkla anlayacaklardır.
Peygamberi Kur’an’dan ayırmak mümkün değildir. Zira peygamberin son nefesine kadar görevi Kur’an’ı anlamak ve uygulamak olmuştur. Kur’an’ı kabul ederiz ama peygamberi saf dışı bırakırız anlayışı ne akla ne de nakle uygun değildir. Önümüzde duran en büyük müşkil «Peygamberdendir diye bizlere kadar gelen haberlerin hangisinin gerçekten Ona ait olduğunu, hangisinin ise Ona ait olmadığının tesbiti»dir. Peygamber Kur’an’a kendi sözlerinin karıştırılması tehlikesi karşısında sürekli uyanıklık göstermiş ve bu sözler(hadisler)in yazılmasını menetmiştir. Daha önceki ümmetlerin bu yüzden (peygamberlerinin sözleriyle, peygamberlerine Allah’tan gönderilen vahiylerin karıştırılması yüzünden) helâke uğradıkları ve kendilerine gelen vahyin kaybolduğundan söz etmiştir. Ki doğrudur ve daha önce gönderilen vahyin hiçbiri Kur’an gibi korunmamıştır. Koruma taahhüdü de görmemekteyiz. Bunu da Kur’an’da görmekteyiz.
Bizlerden önce titizlikle de olsa hadislerin gözden geçirilerek kayda geçirilmiş olması bizlerin mutlak anlamda bizden önce bunu yapanlara teslimiyetimizi gerektirmez. Zira onların hepsi insandı ve hata yapabilirlerdi. Hata yapmadıklarını da hiçbirisinin ağzından, kaleminden duymuş, işitmiş okumuş değiliz. Sonrakilerin onları hata yapmaz kabulleri ise bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
Bize intikal eden haberlerin, bizlerden öncekilerce incelenmiş olması, bizlerin de inceleme yapmamıza engel değildir. Tabiidir ki bizden sonrakilerin de bu incelemelere devam etmesine bizlerin incelemeleri engel olmayacaktır.
Peygamberimizin İslâm’ı nasıl uyguladığı ile ilgili bilgiler bizler için çok lüzumludur. Bu lüzumdur ki incelemelerimizi zaruri kılmaktadır. Kullanacağımız en önemli kıstas ise bize gelen haberlerin Kur’an’a uygunluğunun tesbit edilmesidir. Rivâyetin muhtevâsı ile tarihi gerçeklerin, eşyanın tabiâtının çelişmesidir. Bu incelemeler Kur’an ile bizler arasındaki kalın örtüleri kaldıracak ve Kur’an ışığının vaktiyle kendilerini aydınlattığı gibi bizleri de aydınlatması mümkün olacaktır. Asırlardan beri birikmiş ve bizlere kadar intikal etmiş bilgiler, düşünceler elbette gözden geçirilmelidir. Zira bu bilgilerin sahipleri insan idiler, yanılırlardı, yanlış da yaparlardı. Bunları kesin doğrular olarak almamızın bizleri düşürdüğü yanlışlardan kurtulmanın yolu da incelenmelidir. Bu iş asırlardan beri yapılmamış veya pek mevzii olarak yapılmış ve çoklarının da bunlardan haberleri olmamışsa, bu yapılanların yanlışlığını değil, yapılanlardan haberi bulunmayanların bilgisizliğini gösterir.
Her devirde, her coğrafyada İslâm kıyamete kadar yaşanacaksa, insanların sorunlarını çözme kudretinde gönderilmiş ise bu fiilen onu inceleyip anlamaya çalışmakla elde edilecektir. Aksi takdirde bizler kendi ellerimizle İslâm’ı hayatımızdan kovmuş oluruz ve o da bizim hayatımızı terk edip gider ki bugün içinde bulunduğumuz durum anlatmak istediklerimizin görüntüsüdür.
Tahkik ederken yapılacak şey, herhalde bizlerden öncekilerin de aynı müşkillerle karşılaştıklarını bilmek, bulabildikleri çözümlerden de haberdar olmak ve bunlardan da yararlanarak yeni çözümler —Kitab’ın ruhuna, Sünnetin mahiyetine yatkın çözümler— bulmaya çalışmaktır. Bu yolu takib etmek eminiz ki bizleri daha sağlıklı merhalelere iletecektir.
Bilinmelidir ki Sünnet-i Resulullah’a uymanın en başta gelen şartı Kur’an’a uymaktır, Kur’an’ı aradan çıkarmak değildir. Zira peygamberimizin en önemli sünneti Kur’an’a uymaktı ve O, bu sünnetini hiç terk etmedi. Bu esası anlayanlar söylediklerimizi rahatlıkla anlayacaklardır.
Bilir bilmez, şunun bunun bir şeyler yazması ve yanlış anlamalara, yanlış tanımalara sebeb olmasına ise hiç itibar etmiyoruz. Zira bu gibiler en yakınında bulunanlardan bile okuduklarını veya duyduklarını tahkik etmiyorlar. Söz veya yazı sahipleri ile anladıklarının sağlamasını yapmıyorlar. Bizler böyle yapanlardan olmamalıyız.
Allah, dinini öğrenmek ve gereği ile amel etmek isteyenlerle beraberdir.
Dipnotlar
1) En’am 6/50; A’raf 7/158; Yunus 10/15; İsra 17/73; Kehf 18/27, 110; Fussilet 41/6
2) Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Makale-i Saniye, Madde 14.
(İktibas, sayı 129-130)