Şükrü HÜSEYİNOĞLU
ERDOĞAN’IN “MÜSLÜMAN SİYASETİ" SÖZÜNE DAİR
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, El-Cezire televizyonuna verdiği mülakatta, dünyaya ve hadiselere İslami bütünlük içinde bakmaya gayret eden biz Müslümanlar açısından göz atıp geçilemeyecek ciddiyette iddialı sözler sarf etti.
Kendisini "laik", "İslamcı" ya da "muhafazakar" terimlerinden hangisiyle tanımladığı yönündeki soruyu "Ben her şeyden önce Müslümanım. Bu işin ilk adımı” şeklinde cevaplayan Erdoğan, şöyle devam etti:
“Ama Müslüman Recep Tayyip Erdoğan'ın hayatında sürekli değişimler söz konusu… Demokrasinin tanımını yeniden yaptık ve dünyaya Müslüman nasıl siyaset yaparmış gösterdik. Laikliğin de tanımını yeniden yaptık. Laikliğin bir zamanlar Türkiye'de anlaşıldığı gibi olmadığını söyledik. Laiklik, dini ve fikri her grubun kendi istediği şekilde yaşaması ve devletin tüm bu inançları güvence altına almasıdır. Yolumuzu baştan böyle çizdik."
Mülakatın devamında Erdoğan, laik bir devletin başındaki yönetici olduğu gerçeğini göz ardı ederek, Rasulullah’ın (a.s.) ve onun sünnetinin kendisinin yol haritası olduğunu, bu sünneti yaşamaya çalıştıkça hatalardan uzaklaştığını öne sürdü.
Bu makalemizde Erdoğan’ın özellikle de “Dünyaya Müslüman nasıl siyaset yaparmış gösterdik” sözünü konu etmeyi ve tartışmayı düşünüyoruz.
Öncelikle demokrasi ve laiklik konusunda Cumhurbaşkanı’nın dile getirdiklerinin, pratikte tastamam olarak, Kemalizmin benimsediği Fransız menşeli jakoben-militan laiklikten, Anglo-Sakson ılımlı laikliğe geçişi ifade ettiğini belirtmiş olalım.
Dinin kamusal alandaki görünürlülüğünü kabul etmeye yanaşmayan jakoben laikliğin aksine Anglo-Sakson laikliğin bu konuda ılımlı bir yaklaşıma sahip olduğu bilinmektedir. Lakin her ikisinin de “kırmızı çizgisi”, dinin ve dini hükümlerin devlet işlerine müdahil olmaması, yani hükümranlık ilişkilerinin din mefhumundan bağımsızlaştırılmasıdır. İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın övündüğü değişim ve farklılık buraya kadardır.
“Müslüman siyaseti” konusuna gelince, bu konuda biraz ayrıntılı değerlendirme yapmak isterim. Bu makalede, üç aşamalı bir yaklaşımla Erdoğan’lı yılların politikalarını “Müslüman siyaseti” iddiası çerçevesinde incelemeye tâbi tutmak niyetindeyim inşallah.
Böyle ciddi bir iddiayı, ilk olarak, “Müslüman siyaseti” denilince akla öncelikle gelmesi gereken “Cahiliye hükümlerini reddederek, Allah’ın indirdikleriyle hükmetme” ameliyesi açısından ele almak icap eder. Ki bu konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Müslüman siyaseti” iddiasını onaylamak imkânı yoktur.
Bahse konu iddiayı, ikinci olarak, sadece Hacc Sûresi 41. ayet açısından, yani daha dar bir çerçevede değerlendirmeye tâbi tutalım. Rabbimiz bu ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
“Onlar, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimizde namazı ikame eder, zekatı verir, iyiliği (ma’rufu) emreder ve kötülükten (münkerden) nehy ederler. İşlerin sonu Allah'ındır.” (Hacc, 22/41)
Muhakkak ki namazı ikame etmenin, zekatı vermenin salt bireysel birer ibadet olmanın ötesinde anlamları ve karşılıkları vardır ve makro anlamda hayatın bütününde yalnız Allah’a kulluk ve itaati, Allah’ın insanlar için var ettiği yeryüzü nimetlerini adaletle bölüşme/bölüştürme sorumluluğunu da içerir bu temel ibadetler. Bu ayet-i kerime çerçevesinde asıl ele almak istediğimiz husus ise, “iyiliği (ma’rufu) emreder ve kötülükten (münkerden) nehy ederler” kısmıdır.
Erdoğan’lı yılların siyasetini, (cahiliye hükümlerinin hâkim olması makro boyutunu bir tarafa bırakıp) mikro boyutta da olsa bu çerçevede ele aldığımızda “Müslüman siyaseti” açısından geçer not verebilir miyiz?
Rabbimizin Kur’an’da “Allah ve Rasulüyle savaşmak” olarak nitelediği[1] faize ve benzeri rant araçlarına dayalı kapitalist bir ekonomi yönetimi;
Piyango, Spor Toto gibi resmi kumar oyunlarına eklenen ve çok yaygın bir kumar biçimi haline gelen İddaa oyunu,
Devlet televizyonları ve diğer medya organlarında dizi, film, reklam ve magazin yayını aracılığıyla pervasızca yapılan kadın bedeni teşhiri ve cinsellik tahriki ile giderek daha da yaygınlaştırılan fuhşiyyat,
Eğitim-öğretimde halen “ulu önder” putçuluğunu, kişi tapıcılığını dayatan bir uygulama;
NATO, ABD, AB, Rusya gibi kâfir güçlerle ittifakı eksene alan ve izzeti onların yanında arayan[2] bir dış politika…
Tüm bunları dikkate aldığımızda, karşımızda mikro planda da olsa ma’rufu emreden ve münkeri nehy eden bir siyaset de görememekteyiz.
Üçüncü ve son parametre olarak, ancak Rabbimizin ahkâmının, o ahkâma gönülden tâbi olan muttakilerce tatbiki ile gerçekleşebilecek İslami adalet değilse de, salt insani-mikro adalet ölçüleri açısından mevcut idareyi değerlendirdiğimizde de “Müslüman siyaseti” açısından parlak bir tablo ile karşılaşmadığımızı söyleyebilirim.
İdareye bağlı resmi bir kuruluş olan TÜİK’in 2015 rakamlarına göre, ülkedeki gelir dağılımında zengin ve yoksul arasındaki fark iyice açılmış durumda. Zengin kesimin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,5’e yükselirken, en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun aldığı pay yüzde 6.1’e kadar düşmüş durumda.
Yine idarede ehliyet ve liyakat yerine, taraftar asabiyetinin öne çıkmış olduğu da, maalesef bir gerçek.
Erdoğan’lı yılların siyasetinin, laik cumhuriyetin halk düşmanı, jakoben politikalarını aşan ve halka daha yakın durup hizmet götüren bir farklılığa sahip olsa da, söz konusu ettiğimiz üç boyutta da laik cumhuriyetten temelde ayrışan bir perspektif ve pratik üretmediğini ifade etmemiz gerekir.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Dünyaya Müslüman nasıl siyaset yaparmış gösterdik” sözünün maalesef altı dolu, pratik karşılığı bulunan bir söz olmadığını belirtmek ve “Müslüman siyaseti” gibi çok önemli bir retoriği mevcut işleyişten beri kılmak bizim açımızdan bir yükümlülüktür.
Temenni ederiz ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, mevcut konumu ve siyasetini, dile getirdiği “Müslüman siyaseti” retoriği açısından değerlendirmeye tâbi tutsun ve Rabbimize verilecek hesabı temel alan bir yönelişe adım atsın.
Dipnotlar:
[1] “Şayet böyle yapmazsanız (faizi terk etmezseniz), Allah'a ve Rasulüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık ana malınız sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz.” (Bakara, 2/279
[2] “Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir.” (Nisa, 4/139)