Şükrü HÜSEYİNOĞLU
ERGENEKON VE İKİ MAĞARANIN TANIKLIĞI
Ergenekon örgütü niçin var? Bunu anlamak için cumhuriyet rejiminin kuruluş felsefesine bakmak, Mustafa Kemal'in "Ümmetten ulus yarattık" sözünün neye tekabül ettiğini bilmek gerekir.
M. Kemal öncülüğündeki Kemalist kadro tarafından 1920'li yıllarda kuvveden fiile geçirilmeye başlanan öncelikle bir Türk ulus-devleti, ardından da ona taban teşkil edecek Türk ulusu inşa etme projesi anlaşılmadan Ergenekon örgütünü, hedeflerini, yöntemlerini kavrayamayız.[1]
Batı'daki örnekleri gibi (Fransız ulusu, Alman ulusu, İngiliz ulusu vb) Türk ulusu projesi de neticede bir toplum mühendisliği çalışması olarak belirmiştir. Projenin sahibi Kemalist kadro, Osmanlı bakiyesi Anadolu'yu, gayri müslim azınlıklardan arındırılmış, Türkler, Kürtler, Lazlar, Gürcüler, Boşnaklar, Çerkezler gibi anasır-ı İslamiyeyi ise dil, kültür ve toplumsal hedef olarak çerçevesi Türk ulusçuluğu ideolojisi kapsamında belirlenmiş bir kalıpta tektipleştirerek üretilecek olan "Türk ulusu"nun vatanı kılma çabası içerisine girdi. Aslında bu proje Kemalistlere ait değildi. İttihatçılardan devralınan bir projeydi.
Türk ulusu ve Türk ulus-devleti mühendislik projesi kapsamında Anadolu gayri müslim azınlıklardan "arındırıldığı" gibi, Türk kavminden olmayan anasır-ı İslamiye de, bu proje kapsamında belirlenen kalıplara tabi kılınmaya çalışıldı. Kavmi kökenii ne olursa olsun herkes "Türk" olmaya zorlandı, tek dil dayatmasıyla insanların ana dilleri ve kültürleri yasaklandı, baskı altına alındı.
Bu çabalarla eş zamanlı olarak, Türk ulus devleti ve ulusu projesine uyumlu bir din anlayışı üretilmeye çalışıldı. Diyanet kurumu aracılığıyla "milli/ulusal bir din" üretilip topluma dayatılmak amaçlandı. Kemal'in gözetiminde dolmabahçe sarayında çalışmaları ve talimleri yapılan türkçe ezan, Türkçe namaz gibi reform çabalarıyla protestanlaştırılmış bir İslam algısı üretilmek istendi. Tüm bu çabalar, cihanşümul bir din olan İslam'ın, laik bir ulus-devletin toplum mühendisliği projesinde araçsallaştırılmasına yönelikti. Ulus-devletin çerçevesini çizdiği "ulusal din" anlayışına itiraz eden kesimlere ve resmi din tanımının dışındaki faaliyetlere yönelik büyük baskı ve kıyımlara girişildi.
Ulus-devlet ve ona dayalı ulus kimliğin inşa edilmesi sürecinde, belirlenen kalıba uymadıkları veuymaya da yanaşmadıkları için İslami kimliğe ve Kürt kavmi başta olmak üzere farklı kavmi aidiyetlere yönelik gerçekleştirilen baskı ve zulümlerle ilgili toplumsal belleğimizi tazeleyecek iki habere tanıklık ettik birkaç ay önce. İlginç olan, bu iki haberin üst üste gelmesiydi.
İlk haber, Dersim'de bir mağarada bulunan insan kemikleriyle ilgiliydi. 1937-38 yıllarında Dersim'de, toplumu tektipleştirme projesine direnen kesimlerden Dersim halkına yönelik gerçekleştirilen büyük katliam operasyonları sırasında mağaralara sığınan köylülerin bile katledildiği saldırılardan kalma bu kemik yığınları, cumhuriyet rejiminin kuruluş felsefesinin neye tekabül ettiğine dair somut bir tanıklıkta bulunuyor.
Haber medya organlarına şu şekilde yansımıştı:
“Dersim 1938 olaylarında hayatını kaybeden çok sayıda insanın mezarının yerleri halen kayıp. Harekat sırasında babası kurtulan, amcası ve çocukları ile akrabaları öldürülen Hıdır Çiçek, güvenlik sebebiyle yasak bölge ilen edilen Laç mağarasındaki yakınlarının kemiklerine 76 yıl sonra ulaştı. Babasının üst mağarada olduğu için sağ kurtulduğunu, ancak o günleri anlatırken sürekli ağladığını belirten Hıdır Çiçek, öldürülen insanlara ait kemikleri görünce gözyaşlarını tutamadı. Yığınlarla kemiklerin bulunduğu mağarada çeşitli eşyalar da aynen duruyor. Mağarada 1935 yılı üretim tarihi olan mermi kovanlarının bulunması da dikkat çekiyor.
Mağaraya sığınanların büyük bölümünün kendi yakınları olduğunu belirten Hıdır Çiçek, ‘Her şey ortada. Kemiklerin başında bir şey söylemek çok zor. Mağaraya ilk kez gelmeme rağmen sanki bu mağarada kalmış gibiyim. Bunları gördükten sonra ne söyleyebilirim ki? Aşiretlerin bir çoğu buraya kaçıp geliyor. Burada başka bir mağara da var. Kurtulup kaçanlar o mağara sayesinde kurtuluyor. Askerler tarafından insanlar kırılıyor. İçerde cesetler tanınmıyor. Amcamın eşi ve çocuklarını kumaştan tanıyorlar. Babamın anlattıklarına göre bu mağarada 500 ile bin arasında insan varmış.’ dedi.”[2]
Diyarbakır'da bir mağarada bir çoban tarafından, eskimiş ve yıpranmış Kur'an-ı Kerim yaprakları bulunduğuna dair ikinci haber de, aynı tektipleştirme proje ve operasyonlarının diğer ayağıyla ilgili bir tanıklığın ifadesiydi.
Haberde şu ayrıntılar yer alıyordu:
“Diyarbakır’ın Silvan ilçesindeki Badıka bölgesindeki bir mağarada yasaklı olduğu dönemde saklanan onlarca Kur’an-ı Kerim, mevlit metinleri ve Arapça kitaplar bulundu. Silvan’a 25 kilometre mesafedeki dağlık alanında yer alan mağaraya saklanan kitaplar, bölgede çobanlık yapan vatandaşlar tarafından fark edildi. Yarım saat dağlık ve çalılık alandan yürüdükten sonra dik bir kayanın altından mağaraya sürünerek girilebiliyor. Kur’an, elifba, mevlit ve ilmihal gibi onlarca Arapça kitap, duvarların arasına bırakılmış. Büyük kısmı çürüyen kitapları bulan çobanlar sağlam durumdakileri poşetlere koyup kayaların üstüne çıkarmış. Mağaranın derinliklerinde bulunan ve dış etkenlerden korunan bazı kitapların iç sayfaları hâlâ sağlam. Mağarada Kur’an’ın yanı sıra Mela Huseynê Batê’nin Kürtçe mevlidi, Şafii İlmihali ve elifbalar bulunuyor.”[3]
Birbirinden kısa aralıklarla bulunan bu iki mağara kalıntısı, Kemalist projenin bu coğrafyada nasıl bir baskı ve zulüm atmosferi oluşturduğunu görmek isteyenler için çok şey anlatmaktadır. Fasid zihninde toplum tasarlayıp, sonra da bu tasarımını kuvveden fiile geçirmek üzere operasyona girişen, yakıp yıkan, katleden faşist bir anlayışın kendini bir kez daha ele verdiği mekanlar olmuştur bu mağaralar.
Kemalizmin ne menem bir şey olduğu ve dünüyle bugünüyle Kemalistlerin nasıl bir zihniyete sahip olduğunu anlamak isteyenlerin bu mağaralardaki kemik yığınlar ve yıpranmış Kur'an yapraklarına bakmaları yeterlidir.
İşte neticelenen dava vesilesiyle yeniden gündemde olan bugünün Ergenekoncularıyla ilgili yorum yapacak olanların, öncelikle bu iki mağaranın tanıklığına başvurmalarında fayda vardır.
[1] Daha önce birkaç yazımızda da ifade ettiğimiz üzere, ulus mefhumu kavim mefhumundan farklı olarak yapay/suni bir mefhumdur. Hucurat Suresi 13. ayette Rabbimiizn beyan buyurduğu şuub ve kabail mefhumları gibi yaratılış gereği var olan toplumsal bir bölümlemeyi ifade etmez ulus mefhumu. Belli bir ideoloji çerçevesinde kurgulanan ve bu kurgu çerçevesinde dayatmalarla yapay olarak üretilen tek tip insanlar topluluğunu ifade etmektedir. Bu anlamda Ernest Gelnerr’in "Uluslar ulusçuluğu değil, ulusçuluklar ulusları üretir" sözü doğru ve anlamlıdır. Modern dönemde anayasalar da zaten üretilecek veya üretilen ulusun çerçevesini çizen metinlerdir. Yani ulusların yaptığı anayasalar yerine, anayasaların ürettiği uluslardan söz etmek gerekmektedir.
[2] Haber 7, 6 Mayıs 2013
[3] Zaman, 10 Mayıs 2013