Şükrü HÜSEYİNOĞLU
FARKLI BOYUTLARI VE MERHALELERİYLE “HİCRET” KAVRAMI
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, muhacirleri barındıran ve yardım edenler… İişte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” (Enfal, 8/74)
“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür.” (Nahl, 16/41)
İslam’ın kavramlarının, tarihsel süreçte anlam saptırmalarına veya anlam daraltmalarına maruz kaldığını zaman zaman ifade etmekteyiz. İslami dâvet, İslam toplumu ve iktidarının inşası sürecinde çok önemli bir yeri bulunan hicret kavramının da, ciddi bir anlam daraltılmasına maruz kaldığını belirtmemiz gerekir. Biz bu kavram yazımızda inşallah, Kitab-ı Kerim ve Rasulullah (a.s.)’ın ona dayalı mücadele örnekliği çerçevesinde hicret kavramının anlam şümulünü ifade etmeye çalışacağız.
Özellikle de hilafetin/imametin saltanata dönüştürüldüğü ve İslam inkılabının tüm yönleriyle alt-üst edildiği Emevi saltanatı ve devamındaki süreçte, toplumsal ve siyasal işleyişte İslam’ın ölçülerine sadakatin sürekliliğini temin etmeye yönelik emri bil ma’ruf, nehyi anil münker yükümlülüğünün devre dışı bırakılması adına, bu yükümlülüğü de dışarıda bırakan “İslam’ın şartları” öğretileri üretildiği gibi, cihad, şehadet, hicret gibi toplumsal ve siyasal karşılığı yüksek olan kavramlar da anlam daraltılmasına maruz bırakılmışlardır.
Cihadın, Rabbimiz tarafından başta en büyüğü olarak nitelenen “Kur’an’la dâvet cihadı”[1] olmak üzere, hakkı ve sabrı tavsiye, emri bil ma’ruf, nehyi anil münker boyutlarından soyutlanıp, salt kıtale indirgendiği, benzer şekilde şehadet kavramının da, bütün bir hayatı Allah’ın dinine tanıklık üzere yaşamak (Allah için olmak) bütünlüğünden koparılıp “Allah yolunda ölmek” ile sınırlandırıldığı gibi, hicret kavramı da Kur’an’da bildirilen akidevi ve siyasal/kurumsal hicret boyut ve merhaleleri gündemden düşürülerek salt en son aşama olan coğrafi hicrete indirgenmiştir.
Tüm bu anlam daraltma ameliyelerinde, Emevi ve sonrasında Abbas saltanatlarının, içerideki tuğyan, fısk-fücur ve zulümleri toplum nezdinde gündem dışı bırakmak ve kendilerine İslami açıdan meşruiyet alanı oluşturmak gayesiyle “coğrafi fetihleri” temel bir politika olarak belirlemiş olmaları etkili olmuştur diyebiliriz. Böylece İslam’ın söz konusu kavramları, saltanat rejimlerinin politikalarına göre konumlandırılmıştır.
Cihadın öncelikle her ortamda hakkı dile getirmek, bâtılın her çeşidine itiraz etmek, zalim sultana karşı hakkı dile getirmek[2] olduğu, emri bil ma’ruf, nehyi anil münker sorumluluğunun cihadın en önemli ve süreklilik arz eden boyutu olduğu unutturulmuş, mü’minlerin dikkati, cihad adına hep dışarıdaki küffara karşı savaşmaya odaklandığından, içeride zalim ve fâsık sultanlar saltanatlarını sürdürebilmişlerdir.
İşte hicret kavram ve mükellefiyetinin maruz kaldığı anlam daraltılmasının temelinde de, İslami kavram ve yükümlülüklerin ferdi, ictimai, siyasi bütünlükte hayatı tanzim eden niteliklerini ortadan kaldırma ve onları saltanat idareleri için tehdit oluşturmayacak bir içeriğe indirgeme hedefi etkili olmuştur diyebiliriz.
“Sözlükte ‘terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek’ anlamına gelen hecr (hicrân) masdarından isim olan hicret, ‘kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması’ demektir; ancak kelime daha çok ‘bir yerin terkedilerek başka bir yere göç edilmesi’ anlamında kullanılır.”[3]
Tanımdan da anlaşılacağı üzere hicret kavramı, genelde anlaşıldığı gibi salt mekan değiştirme ameliyesiyle sınırlı bir mükellefiyet değildir. Mekan değiştirme, Allah için, Allah’ın dinini yaşamak ve egemen kılmak için bir beldeden ayrılıp başka bir beldeye gitmek anlamındaki coğrafi hicret, onun öncesinde yerine getirilmesi gereken hicret mükellefiyetlerinin bir neticesi, son merhalesidir ancak.
İlk Merhale: Akidevi/İlkesel Hicret
Rabbimizin biz insanlar için bildirdiği hidayet rehberi Kur’an’ın konuyla ilgili beyanları ve ona dayalı Nebevi örneklik, hicret mükellefiyetinin üç aşamalı bir süreç olduğunu göstermektedir. Bu aşamalardan ilki, Müddessir sûresi 5. ayette emredilen “akidevi/ilkesel hicret”tir. Rabbimiz, söz konusu ayet-i kerimede “Ve ruczdan hicret et” buyurmaktadır.
Rucz; her türlü şirki, tuğyanı, fısk-fücuru ifade eden bir kavramdır. Rabbimiz, akidevi nitelik taşıyan[4] bu emirle mü’minlerden, bâtıl akide, anlayış ve yönelişlerden akidevi temelde, kesin bir teberri ile hicretlerini/kopuşlarını gerçekleştirmelerini istemektedir. Nitekim ilk Kur’an neslinin, İslam dâvetine muhatap oldukları ve Rasulullah (a.s.)’a ittiba ettikleri ilk günden itibaren, Mekke’deki cahilî inanış ve anlayışlardan akidevi hicretlerini gerçekleştirdiklerini görmekteyiz.
Demek ki, İslam’a giriş, hicretle mümkün olmaktadır. Yani hicret, İslam’a girişin ilk aşamasıdır. Kelime-i tevhidin “Lâ ilahe” kısmı câhiliyeden teberriyi, “İllallah” kısmı ise Hakka ittibayı ifade etmektedir. Bu anlamda her mü’min muhacirdir, muhacir olmadan mü’min olmak imkânı yoktur zira.
Kendilerine “Allah'ın indirdiğine tâbi olun” denildiği zaman "Ey Rabbimiz! Biz senin indirdiğine iman ettik ve Rasul’e uyduk. Bizi şahitlerle birlikte yaz"[5] diyenler, bu ilk hicretlerini gerçekleştirmiş olmakta, “Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” diyenler[6] ise, dünya ve âhiret saadetinin yegâne yolu olan bu hicret nimetinden mahrum kalmaktadırlar.
Bu anlamda yaşadığımız coğrafyada, atalardan devralınan kültürü vahiyle tashihe tâbi tutmadan Allah’ın dini diye benimseyen kitleler de, “Atam izindeyiz” sloganı eşliğinde, 20. asırda batıdan ithal ideoloji ve yasalarla ihdas edilmiş olan “Ata dini”ne tâbi olan kesimler de, Kur’an’ın akidevi hicret çağrısının muhatapları durumundadırlar.
Vahyin ilk inzal sürecinde hicret emrinin yer aldığı bir diğer ayet, Müzzemmil sûresi 10. ayettir. Rabbimiz bu ayette “Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzelce ayrıl (vehcurhum hecrân cemîla)” buyurmaktadır. Bu hicreti “siyasal/kurumsal hicret” olarak nitelemek mümkündür. Allah’ın yol göstericiliğine, ölçülerine dayanmayan ilişki ve işleyişlerden hicret edip uzaklaşmaları ve yeni bir toplumsallık üretmeye matuf olarak Allah’ın dini üzere ilişki ve işleyişler inşa etmeye koyulmaları istenmektedir mü’minlerden.
Nitekim, Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) gibi isimler, İslam dâvetini kabul ettiklerinde, üyesi oldukları Darun Nedve’den ayrılmışlar, siyasal/kurumsal hicretlerini gerçekleştirmişlerdir. İslam’ın tevhid çağrısına tâbi olan Mekkeliler, ayetteki hicret emri gereğince, kabile asabiyetine dayalı mevcut toplumsal algı ve ilişkilerini terk ederek, iman temelli toplumsal algı ve ilişkilere yöneliyorlardı.
Müzzemmil 10. ayetteki bu hicret emrinde dikkat çeken bir husus da, hicretin/ayrışmanın “güzellikle” yapılması vurgusudur. Yani kırıp dökmeden, insani köprüleri atmadan, patırtısız kütürtüsüz olarak, mü’min vakarına ve dâvetçi olgunluğuna yakışır şekilde güzellikle ayrışılması istenmektedir, ki insani ilişkiler devam edebilsin, dâvet imkânı kaybedilmesin. Şu ayet-i kerimeler de aynı mesajı vermektedir:
“Şimdi sen onlardan yüz çevir ve ‘Selam' de. Onlar yakında bileceklerdir.” (Zuhruf, 43/89)
“Rahman'ın kulları, yeryüzünde alçak gönüllülükle yürürler ve cahiller kendilerine laf attıklarında ‘Selam’ derler.” (Furkan, 25/63)
Demek ki, cahiliyenin, Kur’an’da “rucz” olarak ifade edilen akidesinden, ideoloji ve yasalarından kesin bir akidevi teberri ile hicret etmemiz gerektiği gibi, söz konusu rucz akide ve ideolojilerine dayalı işleyiş ve ilişkilerden de güzel bir tarzda hicret etmekle mükellefiz.
Bu iki hicret, İslami şahsiyetin inşası ve İslami toplumsallaşmanın temelini teşkil etmektedir. Bu iki hicretle başlayan dâvet ve mücadele süreci, muhatap kitlenin ve egemen güçlerin tutumuna göre coğrafi hicreti de gerekli kılabilmektedir, ki Rasulullah ve arkadaşlarının Mekke’deki İslam dâveti, bilindiği üzere coğrafi hicretle neticelenmiştir.
Ruczdan ve rucza dayalı işleyiş ve ilişkilerden teberri edip uzaklaşmak boyutuyla hicret, dünya var olduğundan beri Rabbimizin tevhid çağrısına ittiba eden kullarının bu tercihlerine yön vermiş ve yön vermeye devam eden bir mefhumdur. Coğrafi hicret de, Nuh (a.s.), İbrahim (a.s.), Musa (a.s.), Muhammed (a.s.) başta olmak üzere birçok Peygamberin ve onların yoluna tâbi olan mü’minlerin Allah’ın dinini yaşamak ve yeryüzüne egemen kılmak için zaman zaman mecbur bırakıldıkları bir amel olmuştur.
Bir yerde İslam dâvetinin önü tıkandığında, vatan fetişizmine düşerek dâvâdan geri adı atmak, ilkelerden taviz vererek uzlaşmaya yönelmek yerine, Allah’ın arzının geniş olduğu[7] bilinciyle dâvâyı başka coğrafyalara taşıma çabasının adıdır coğrafi hicret. İbrahim (a.s.) Irak’tan Filistin’e, Musa (a.s.) Mısır’dan Sina’ya, Muhammed (a.s.) Mekke’den Yesrib’e bu amaçla hicret etmişlerdir.
Coğrafi Hicret, Önceki İki Hicretin Neticesidir
İslam dâvâsı, dini (itaat ve egemenliği) Âlemlerin Rabbi’ne has kılma ve O’nun ahkâmını yeryüzünde egemen kılma dâvâsıdır. Bu dâvânın başlangıcı, yukarıda vurguladığımız gibi ruczdan ve ruczun temsilcilerinden siyasal/kurumsal hicrettir. Bu akidevi ve pratik hicretle başlayan İslami dâvet ve mücadele süreci, muhatap kitle ve egemen işleyişin tutumuna bağlı olarak coğrafi hicret sürecini de beraberinde getirebilmektedir. Nitekim İbrahim (a.s.)’ın, Musa (a.s.)’ın ve Muhammed (a.s.)’ın hicretleri bu durumun açık örnekleridir.
Mekke’de İslam dâvetinin dalga dalga yayılması karşısında çaresiz kalan Mekke câhiliyesi, İslam mesajını “şiir”, “sihir” gibi tahkir ve tezyif edecek tanımlamalarla karşı propaganda faaliyetlerinden kaba gürültülerle insanlara ulaşmasını engellemeye çalışma[8] faaliyetlerine, alaya almaktan tehditlerle yıldırmaya, uzlaşma tekliflerinden[9] baskı ve kaba kuvvet kullanmaya kadar türlü yollara başvurmuşlardır.
Tüm bunlara rağmen, İslam’ın hayat menbaı mesajını bastırmayı ve engellemeyi başaramayan Mekke egemenleri, giderek baskılarının dozajını artırmış, özellikle de savunmasız, zayıf mü’minlere ağır baskı ve işkenceler yapmaya başlamışlardı. Miladi 615 yılına denk gelen risaletin 5. yılında, Ammar b. Yasir ile annesi Sümeyye ve babası Yasir’in (r.a.) Ebu Cehil tarafından ağır işkencelerle İslam’dan dönmeye zorlanması ve anne Sümeyye ve baba Yasir’in bu işkenceler altında katledilmesi, o yıllar itibariyle Mekke’de İslam dâveti ve mü’minlerin maruz kaldığı baskının ne kadar ağırlaştığının göstergesidir.
İşte bu şartlarda, Rasulullah (a.s.) zayıf, savunmasız mü’minlere Habeşistan’a hicret etme talimatı vermiştir. İlki 5. yılda, ikincisi ise 6. yılda olmak üzere iki kafile halinde, tahrif edilmiş haliyle de olsa İsa (a.s.)’ın risaletine tâbi olan Ashame adlı Necaşi’nin yönetimindeki Habeşistan’a hicret gerçekleşmiştir. Bilindiği üzere Mekke egemenleri, hicret eden mü’minleri orada da rahat bırakmak istememiş, Amr b. As’ı göndererek Necaşi’den muhacirlerin iadesini istemişlerdir. Tabi Necaşi bunu kabul etmemiş ve muhacir mü’minler, Yesrib hicreti gerçekleşip orada İslam iktidarı kurulana kadar Habeşistan’da güven içinde yaşamışlardır.
Bu noktada, Rasulullah’ın ve onun ilk halkasını teşkil ettiğini söyleyebileceğimiz mü’minlerin niçin Habeşistan’a hicret etmediği üzerinde durmakta fayda vardır. Rasulullah niçin Habeşistan’a hicreti tercih edip rahat bir hayat ve davet imkânına kavuşmaktansa, Mekke’de ateş çemberinde kalmayı yeğlemiş ve Taif ve Yesrib seçeneklerini zorlamıştır?
Bu soruların cevaplarını aradığımız zaman, Rasulullah’ın, iktidar iddiası merkezli bir strateji takip ettiği ve bu sebeple Habeşistan’daki mevcut iktidara sığınarak iktidar iddiasından vazgeçmek yerine, İslam’ın iktidarını tesis edeceği bir coğrafya arayışına girdiği anlaşılmaktadır. Nitekim 10. yılda gerçekleştirdiği ve fakat umduğunu bulamadığı Taif ziyareti, bu arayışın bir neticesidir.
Bilindiği üzere bu arayışı, risaletin 11. yılında Yesrib’den Mekke’ye Hacc ibadeti için gelen Yesribli bir grup müşrik Arap’la yaptığı görüşmeyle sonuç verecek bir noktaya gelmiş ve Rasulullah’ın dâvetine icabet edip İslam’la şereflenen 6 kişilik bu Yesribli heyetin, bir sonraki sene yine İslam’la şereflenen 6 kişiyi de yanlarına alarak Akabe mevkiinde Rasulullah’a biat etmeleriyle İslam’ın iktidarına giden yolda önemli bir mesafe kaydedilmişti.
Daha sonraki yıl, Rasulullah’ın ilk biat sonrası görevlendirdiği Musab b. Umeyr’in (r.a.) şehirdeki dâvet çalışmalarıyla sayıları artan mü’minlerle, Hacc mevsiminde 75 kişilik bir kafile olarak geldikleri Mekke’de gerçekleştirilen 2. Akabe biatı ile, Yesrib’de İslam’ın iktidarının altyapısı tamamlanıyor, ardından Rasulullah’ın da Yesrib’e (Medine) kendisine itaat edilme şartıyla hicretiyle İslam’ın iktidarı tesis edilmiş oluyordu.
Bugün, mevcut laik-seküler sistemler içerisinde bireysel ibadetlerine veya STK faaliyetlerine hayat hakkı tanınmış, iktidar iddiası olmayan, egemenlik ilişkilerine müdahale etmeyen bir “İslam algısı”na râzı olanların, Rasulullah’ın yukarıda özetlemeye çalıştığımız stratejisi üzerinde düşünmelerinde fayda vardır.
Rasulullah’ın Yesrib’e hicreti, Akabe biatlarında ona verilmiş olan, İslam’ı kendileri için hayat nizamı olarak benimseyip canları pahasına savunacakları sözlerinin neticesi olarak, şehirde İslam iktidarının tesisine hazırlanan zemin üzerine gerçekleşmiştir. Rasulullah, Yesrib’e bir sığınmacı olarak değil, Allah’ın hükümleriyle orayı yönetecek otorite olarak hicret etmişti. İşte İslam’ın hicrete yüklediği anlam ve misyonun aslı esası budur. Yani İslam’ın yeryüzünde egemen kılınmasıdır.
Netice itibariyle ifade etmeye çalışırsak, hicret; hakla bâtılı kesin ve keskin hatlarla ayırıp, akidevi bir tercih ve yönelişle hakka hicret etmek, bâtıla dayalı işleyiş ve ilişkilerden uzaklaşarak hak üzere bir toplumsallık ve siyasallığın inşası için gayret göstermek ve şayet yaşanan coğrafyada İslam’ın iktidarı gerçekleştirilemiyorsa, bunun gerçekleştirilebileceği uygun zemin/coğrafya arayışında olmaktır.
[1] “Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara karşı Kur'an'la büyük bir cihad ver.” (Furkan, 25/52)
[2] “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.” (Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13)