10-11-2007 10:05

Faşist ABD`de `İslamofaşizm` haftası!

Geçen hafta `İslamofaşizm Farkındalık Haftası` olarak ilan edildiğinden ABD`deki pek çok kolej ve üniversitede İslam, faşizmle mukayese edildi. İma yoluyla dünyadaki 1,3 milyar Müslüman, faşist olarak adlandırıldı.

Faşist ABD`de `İslamofaşizm` haftası!

Geçen hafta "İslamofaşizm Farkındalık Haftası" olarak ilan edildiğinden ABD'deki pek çok kolej ve üniversitede İslam, faşizmle mukayese edildi. İma yoluyla dünyadaki 1,3 milyar Müslüman, faşist olarak adlandırıldı. Açıkçası bu ciddi bir ithamdır çünkü faşizm ile mukayese edilmek genel olarak şerrin esasını temsil ettiği düşünülen şey ile mukayese edilmek anlamına geliyor. Dolayısıyla hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayanlar durup buna nasıl cevap vermeleri gerektiğini düşünmelidirler.

 

Muhammed İmadüddin ve Abdullah es-Sıddık*

 

"Tabiki insanlar savaş istemiyor. Fakat unutulmamalıdır ki politikayı belirleyen ülkenin liderleridir ve ister demokrasi olsun, ister faşist bir diktatörlük olsun, ister parlamento olsun isterse de komünist bir diktatörlük olsun insanları belirlenen bu politika doğrultusunda götürmek basit bir sorun olmuştur. Bu kolaydır. Bütün yapmanız gereken onlara saldırıya uğradıklarını söylemek ve pasifistleri vatanseverlik duygusu yoksunları olarak ilan edip ülkeyi daha büyük bir tehlikeye açık hale getirmektir." – Herman Goering, Nazi bakan, Nuremberg yargılanmasında.

 

Geçen hafta "İslamofaşizm Farkındalık Haftası" olarak ilan edildiğinden ABD'deki pek çok kolej ve üniversitede İslam, faşizmle mukayese edildi. İma yoluyla dünyadaki 1,3 milyar Müslüman, faşist olarak adlandırıldı. Açıkçası bu ciddi bir ithamdır çünkü faşizm ile mukayese edilmek genel olarak şerrin esasını temsil ettiği düşünülen şey ile mukayese edilmek anlamına geliyor. Dolayısıyla hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayanlar durup buna nasıl cevap vermeleri gerektiğini düşünmelidirler.

 

İslamo-ne?

 

Genel olarak söz edildiğinde "faşist" suçlaması birini veya bir şeyi Nazi Almanya'sının tarihi faşist rejimleri ve--daha az oranda--Mussolini'nin yönetimindeki İtalya ile eşitleme amacını taşır. Açıkçası bu ciddi bir ithamdır çünkü faşizm ile mukayese edilmek genel olarak şerrin esasını temsil ettiği düşünülen şey ile mukayese edilmek anlamına geliyor. Almanya'da Nazi rejimi ve İtalya'da Mussolini tarafından uygulanan bu tarihi faşizme, 55 milyon insanın hayatını kaybettiği iddia edilen kolonyal saldırganlığın pervasız bir savaşı olan 1939'dan 1945'e kadar süren II. Dünya Savaşı'nın sorumluluğu yüklenmektedir.

Genel kabul gören tarih faşist devletlerin halklarına; bazı ırkları doğaları gereği diğerlerinden üstün olduklarını ve bu yüzden bazı ırkların, diğerleri tanrı veya kader tarafından verilmiş görevleri olarak hizmet ederken, tanrı veya kaderin verdiği görevleri olan yönetim işlerini yürütürler anlayışını kabul ettirirler. Aynı zamanda faşist devletler savaşın arzulanabilir bir şey olduğunu düşündürürler. Ancak savaş yoluyla, üstün insanlar kendilerini daha aşağı olan insanlardan ayırabilecekleridir. Öte yandan üstün insanların ülkesi ancak savaş üzerinden dünyada üstün bir konumu gerçek kılabilecektir. Böylelikle bu görevi üstlenmeye en uygun birileri dünyaya önderlik etmek için etkili bir şekilde gelecek... Ve hikâye böyle devam ediyor.

 

II. Dünya Savaşı'nın başlamasından önce Musolini İtalyası'nın Etiyopya'ya savaş ilan etmesine bu tarz düşünce öncülük etmiştir. Mussolini'nin, halkının hak ettiğini, söylerken dediği gibi Etiyopya, İtalya'nın "güneşteki yeri"ne dönüştü. İtalyanlara hizmet, sadece yardımcı Etiyopyalıların yaşamasını gerektirdiğinden Etiyopyalıların çoğu bertaraf edilmeliydi. Bu yüzden Etiyopya halkı Mussolini'nin ülkleri için yaptığı planla uyuşmazlık işaretleri gösterdiğinde Mussolini, İtalya'nın kolonyal savaşının lideri Mareşal Radolfo Graziani'yi, onun aşağıdaki tavrıyla birlikte görevlendirdi: "Ben bir kez daha başlamak ve sistematik olarak terör politikasını yürütmek, isyancıları ve onlara yardımcı olan halkı imha etmek için görevlendirildim." Tahminlere göre birinci faşizm savaşının sonunda 300,000'i italyan ordusunda kaçarken acından olmak üzere 750,000 Etiyopyalı öldürüldü.

 

Nazi Almanya'sında ırk üstünlüğü ve alçaklığı "lebensraum"(yaşam alanı, habitat) konseptinde ifadesini buldu. Bu politik düşünce Alman insanının, doğuştan gelen üstünlüğünü göz önüne alarak, dünyanın daha büyük bir bölümüne hükmetmesinin doğal bir hakkı olduğunu vurguluyordu. Bu yüzden, orada yaşayan insanları yerlerinden ederek veya imha ederek Almanya'nın hâkimiyet alanını doğuya doğru genişletmede bir yanlış yoktu. Çünkü bu insanlar evvela aşağı bir ırka mensup idiler. Böylelikle iktidara gelmeleri üzerinden çok geçmeden Naziler Polonya'yı istila etmek için planlar yapmaya başladılar. Bu planların bazı bölümleri Nazilerin, ikiye bölerek Polonya'yı "yeniden şekillendirme" arzularıyla ilgiliydi. Nerdeyse Polonya'nın yarısı, daha çok batı yarısı, temelde "Alman" olarak görülüyordu. Dolayısıyla burası Üçüncü Alman İmparatorluğu'nun bir parçası olmalıydı. Adolf Hitler "sonsoza kadar" dedi. Sözkonusu bu batı Polonya'da yaşayan Polonyalılar, Nazi Almanyası'na bağımlı bir devlet olması gereken Polonya'nın diğer yarısına silahla veya trenlerle gitmeliydiler. Nazi planları, Polonya'nın doğu bölümünün "Polonyalılar için bir yaşam alanı, devasa bir Polonyalı çalışma kampı" olması gerektiğini vurguluyordu. Adolf Hitler "bu Polonyalılar için çok iyidir çünkü biz onların sağlığıyla ilgileniyoruz ve açlıktan v.b şeylerden ölmeyecekleri garantisini veriyoruz" dedi. Sonunda İngiltere'nin Almanya'ya savaş açmasına öncülük eden Polonya istilası gerçekleşti. Gerisi tabi ki tarihtir: Altı yıl sonra Avrupa'nın büyük bir bölümü ve Kuzey Afrika'nın nerdeyse tamamı yıkıntılar içindeydi.

 

Önceki ve şimdiki faşizm

 

Bu "İslamofaşizm Farkındalık Haftası"nı doğru değerlendirebilmek için olması gereken, arka planın bir kısmıdır. Şimdi aslında eğer bir gözlemci önceki yüzyılın 30'lu ve 40'lı yıllarındaki faşizmin tarihi dönemi esnasındaki hayatın realitesi üzerinde düşünürse, gayretli bir gözlemci, kesinlikle o zaman ve şimdi arasında pek çok açık benzerliği farkedecektir. Benzer şekilde o gözlemci, İslam'ın bunların hiç birinde hiç bir şekilde rol oynamadığını da farkedecektir.

Naziler kendilerini savunmak için savaştıklarını iddia ederek savaşlarını haklılaştırıyorlardı. Örneğin, 1939'da Almanya'nın Polonya'yı istila etmesinden hemen sonra Adolf Hitler "bu gece ilk defa Polonya düzenli ordusunun askerleri bizim bölgelerimize ateş ettiler. Sabah saat 5: 45 ten itibaren biz ateşlerine karşılık veriyoruz ve şu andan itibaren bombalara bombalarla karşılık verilecektir. Ben İmparatorluğun güvenliği ve onun hakları güvenli olana kadar kime karşı olursa olsun bu mücadeleye devam edeceğim" dedi. Devamında "bu yılın Eylül'ünün ilk gününün kader saatiydi" hatırlatmasında bulundu. Ve bir diğer olay için "Polonya'nın bize saldıracağını açıkça görüyordum" dedi. Bu ve buna benzer pek çok beyan faşistlerin savaşlarını halka nasıl sattıklarının en güzel ifadesidirler. Sonrasında savaş sırasında bile, Batı Avrupa'da Nazi "Blitzkrieg"inin(ani parıltılı savaş) ardından Avrupa yanarken bu ve benzeri mesajlar Alman halkına tekrarlandı. Bir diğer Nazi olan propaganda bakanı Joseph Goebbels, "Onlar bizi mücadele de ölüm veya kalıma zorladılar. Biz kendimizi gerektiği gibi savunacağız" dedi. Şu an için eğer herhangi biri Nazi liderleri "kendilerini savunduklarını" iddia ettiklerinde gerçeği söyleyip söylemedikleri sorusunu göz ardı ederse o an ile şimdi arasında paralellikler kurmak için iddianın kendisini yeterli görebilir. Aslında şu an hükümet, ulusun tehdit altında olduğunu söylediğinden, ülke dışında şiddetli askeri harekâtlarına karışan Amerika'nın kendisidir. Afganistan ve Irak istilalarından önce 2002'de Amerikan başkanı "Amerika, bize karşı birleşen tehlikeyi göz ardı etmemelidir. Tehlikenin açık delili ile yüz yüze olduğumuzdan bir mantar bulutu şeklinde gelebilecek olan nihai delil--açık kanıt--için bekleyemeyiz" dedi. Sonrasında "düşmanla savaşmalıyız, planlarını bozmalıyız ve en kötü tehditlere onlar ortaya çıkmadan karşı koymalıyız" dedi.

 

O zaman ile şu an arasındaki ikinci paralellik; bu "düşman kapıda" tasviridir. Başkan Bush 2001'de komünizmin ölümünden sonra yeni düşmanı Amerkan halkı ile tanıştırırken "Amerikalılar soruyor: Onlar bizden neden nefret ediyorlar?" diyordu. "Onlar bu dairede (Beyaz Saray) gördükleri şeyden neferet ediyorlar: Bu demokratik olarak seçilmiş hükümettir. Onların liderleri kendinden menkuldür. Özgürlüklerimizden nefret ediyorlar: Din özgürlüğümüzden, ifade özgürlüğümüzden, seçme özgürlüğümüzden, toplanma özgürlüğümüzden ve birbirimizle fikir ayrılıklarına düşebilmemizden nefret ediyorlar." Nazi Joseph Goebbels Almanlara dışardaki düşmanlarını tanıtırken aynı şeyi söylüyordu: "Onlar insanlarımızdan nefret ediyorlar çünkü insanımız; terbiyeli, cesur, gayretli, çalışkan ve zekidir. Onlar düşüncelerimizden, sosyal politikalarımızdan ve başarılarımızdan nefret ediyorlar. Onlar bizi ölüm kalım savaşına zorluyorlar. Bizde gerektiği gibi kendimizi savunacağız. Kelimeler tamı tamına aynı olmamasına karşın her iki alıntıdaki mesaj temelde aynıdır. Her iki örnekte de düşman, sıradan bir insanın iyi olarak düşündüğü şeye karşı olarak tanımlanmıştır. Bu mesajlar şöyle demektedir: "Sadece her normal insan gibi iyi gördüğümüz şeyden dolayı bizden nefret eden ve bizi yok etmeye hazır bir düşman kapımızdadır."

 

Üçüncüsü, eğer herhangi biri, dışardan bir tehdide karşı tepki olduğundan fetih savaşlarını haklı gösterirken Hitler'in yalan söylüyor olduğu gerçeğini göz önüne alırsa önceki ile şimdi arasındaki paralellikler devam eder. Amerika'nın şimdiki savaşları da nerdeyse tamamen yalanlar ve Polonya'nın Naziler tarafından istila edilmesinde olduğu gibi katıksız hayali tehditler üzerine kuruludur. Bu söylediğim Irak'ta yıllarca süren Kitle İmha Silahları araştırmasından hiç bir şeyin çıkmamasından dolayı kesin bir gerçektir. Tıpkı Polonyalıların Nazi Almanya'sına karşı bir tehdit oluşturmadıkları gibi Irak, Afganistan veya Somali'nin halkı da Amerika'ya karşı bir tehdit değillerdi. Aslında Nazilerin bütün yaptıkları kolonyalist niyetlerini kendilerini savunma iddiası arkasında saklamaktı. Ve emekli ABD generali John Abizaid'in "Tabiî ki savaş petrol içindi biz bunu inkâr edemeyiz" itirafından dolayı ABD hükümetinin de Nazilerin yaptıklarıyla aynı şeyi yaptığı kesinlikle iddia edilebilir!

 

Her ne kadar bunun hiç bir şekilde bir sevinç kaynağı olmadığı argümanına yardım etse de yine de paralellikler bununla bitmiyor. Dördüncü paralellik yani Amerikalıların Irak'ı yerle bir etmelerinin sonuçlarına dikkatle baktığımızda Nazilerin Polonya'yı veya İtalyanların Etiyopya'yı yıkmalarından aşağı kalmadığını görürüz. Bütün ulusların ülke dışında yaptıkları kolonyal savaşlar, Amerikanınkiler ve tarihsel faşistlerin yaptıkları, sıradan insanlar arasında devasa boyutlarda acıya neden oldu. Kendilerini savunma iddiasıyla yapıldığı söylenen savaşlar, yüzbinlerce masum insanı öldürdü ve milyonlarcasını yerinden etti. Adolf Hitler insanlığa karşı işlediği bu suçlarda utanç verici hiç bir şey görmüyordu. "Benim Kavgam" adlı kitabında: "Kendisi için savaştığımız şey özgürlük ve bağımsızlıktır böylelikle insanımız evrenin yaratıcısı tarafından kendisine tevdi edilen görevi (dünyayı yönetme) için olgunlaşabilecektir." 650,000 Iraklının öldüğünün açığa çıktığı zamanlarda başkan Bush: "Bu gün medenileşmiş dünya özgürlüklerimizi savunmamız için bizimle beraberdir, teröristleri yenilgiye uğratmak için beraberiz ve gelecek nesiller için barışı garantilemek için beraber çalışıyoruz." Hakikaten faşistler yıkma ve bozma çağrılarını yumuşak argümanların arkasında saklıyorlar.

 

Yanlış Farkındalık Haftasına Cevap

 

Her iki dönem arasındaki bu benzerlikler açıktır ve bu komik bir sorun değildir. Önceki faşizm savaşının sonucu olarak ortaya çıkan şey gülünç değildi, şimdikinin olmadığı gibi. Kim 20 milyonunun sadece Rus olduğu 55 milyon insanın ölümüne gülebilir. Ve aslında kim bir ırkın yok edilmesi girişimine gülebilir? Fakat günümüzde çok kaygı verici olan şey savaş için çağrıda bulunan insanların--asıl faşistlerle tam olarak kolayca karşılaştırılabilecek olanların--başkalarını faşizm ile karşılaştırmalarıdır.

Yukarıda anlattıklarımıza karşın ve Amerikan organizasyonları için Müslümanları faşist olarak suçlamak çok uygunsuz görünmesine karşın "İslamofaşizm Farkındalık Haftası"nın Amerika'da propagandası yapılıyor. Yine de suçlamayı gözardı etmek yanlış olacaktır. Gerçeği bulmak için samimi araştırma yapan birinin ihtiyaç duyacağı şey büyük suçlamaları ciddiye aldıktan sonra onların neden yalan gibi göründüklerini araştırmasıdır. Böyle davranma gereğinin nedenlerinden biri her zaman için suçlamanın aslında haklı olabileceği gerçeğidir. Eğer suçlama aslında haklıysa onu izlemek gerekir fakat kimse suçlamayı ciddiye alıp üzerinde çalışmadan bunu bilemez. Diğer neden ise tabi ki şudur; eğer suçlama ciddiyetle ele alınmazsa onun yanlış olduğunu ispat etme olasılığı asla olmayacaktır.

 

Bu gerçeğin ışığında özellikle de suçlamanın ağırlığını göz önüne aldığımızda "İslamofaşizm Farkındalık Haftası"nın ardından bir tepkinin verilmesi gerektiği çok daha görünür olmaktadır. Bunu yapmak için "İslamofaşizm Farkındalık Haftası"yla neyin oturtulmaya çalışıldığını etraflı bir şekilde anlamaya ihtiyaç vardır. Veya başka bir deyişle "İslamofaşizm" diye bağıranların aslında söylemek istedikleri nedir? Bundan sonra İslam'ın gerçeği, suçlamanın içeriğiyle çapraz bir okumaya tabi tutulmalıdır. Böylelikle şüpheye mahal bırakmayacak şekilde suçlamadaki şeylerin bir gerçekliğe sahip olup olmadıkları veya tamamen yanlış oldukları açıklığa kavuşabilir.

 

Beni ne ile adlandırdın?

 

Faşizm özellikle İtalyan filozof Emilio Gentile tarafından propagandası yapılmış politik ve ekonomik bir teoridir. Genellikle Benito Mussolini'ye atfedilen bir alıntıda Gentile faşist ideolojiyi aşağıdaki şekilde tarif etmektedir: "Faşizm daha çok ortakçılık olarak adlandırılmalıdır çünkü o devletin birleşmesi ve gücün ortaklığıdır." Bunun anlamı şudur; faşizme göre devlet, toplumu "ortaklıklar" olarak bilinen gruplar üzerinden organize etmelidir. Toplumun her kesimi üyelerinin söz konusu mahaldeki önemli ve etkili kişilerinden seçildiği böyle bir ortaklık tarafından yönetilmeli ve organize edilmelidir. Bunu bir örnekle açıklarsak faşist devlet, ülkenin önemli endüstriyelcilerini devlet yönetiminin parçası olmaya davet ederek ekonomiyi yönetecektir. Başka bir deyişle faşizmin göre güç, toplumdaki önemli oyuncuların devlete entegre edilmesiyle devlet içinde merkezileştirilmelidir.

 

Fakat bir insan veya bir şeyi tanımlamak için faşist kelimesi kullanıldığında insanların çoğunun aklına bu faşist felsefe gelmez. Açık tartışmalarda bunun bir problem teşkil etmemesinin nedeni "faşist" kelimesini bir suçlama olarak kullananların da kafalarında faşist felsefeye dair bir şeyin bulunmamasıdır.

 

Nerdeyse istisnasız "faşist" suçlaması yapıldığında etkili bir şekilde gönderme yapılan şey faşist felsefe değildir. Felsefeden daha önemli olan şey II. Dünya Savaşı'ndan dolayı faşizmin belirli bazı özelliklerle iç içe geçmesidir. Nerdeyse istisnasız bir şekilde biri veya bir şey faşist olarak nitelendirildiğinde gönderme yapılan--Emilio Gentile'nin faşist felsefesinden doğabilecek veya doğmayabilecek--bu özelliklerdir. Faşizmin bu "özellikleri" bu yüzden faşist olarak adlandırıldıktan sonra kişinin kendisiyle düşünüleceği şeylerdir çünkü bu kişinin kendisiyle etkili bir şekilde suçlandığı şeydir. Başka bir deyişle faşizmin realitesi ilgi alanındadır.

 

Faşizmin karakteristiklerinin kendileri başlı başına tartışma konusu edilebilir fakat aslında genel olarak faşizmin unsuru ve bölümleri olarak kabul gören bir kaç şey var: Irkçılıkla karışık aşırı ulusalcılık, özellikle 20. yüzyılda her iki faşist devlet ulusalcılığı ve/veya ırkçılığı vatandaşlarını birleştirmek için kullandığından, faşizmin karakteristiklerinden biri olarak düşünülüyor. Onların halkı, ulus keskin bir şekilde tanımlanırken sadakatin ulusa gösterilmesi gerektiğini düşünüyordu ve bu sadakat başka hiç bir şey tarafından yerinden edilmemeliydi. Devlete sadakat mutlak olmalıydı.

 

Korku tesirindeki bir toplum yaygın bir şekilde faşizmin bir diğer karakteristiği olarak görülüyor. Tarihi faşizm için tipik olan şey bir düşman yaratarak toplumda korkuyu tahrik etme ve insanların devlete mutlak, sorgusuz itaatini istemek için bu korkunun kullanımıdır. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi faşist devletin liderliği tarafından, başka bir devlet veya başka bir toplum hiç farketmez, bir düşman yaratılacak ve insanlara bu düşmanın kararlı ve öldürücü olduğu tekrar tekrar söylenecek. Bu yolla faşist liderlik kendisini insanlarında arkasında birleştiği bir şeye dönüştürdü. Faşist liderlik kendisini düşmanın ve onun yok etme tutkusunun önündeki tek engel olarak sunacaktı. Faşist liderliğin onları koruduğu söyleniyordu insanlara fakat bunu sadece insanlar itaatkâr ve onun hareketlerini sorgulamadıkları zaman yapıyordu.

Böylelikle faşist devletler tamamen, gücün bütün unsurlarının faşist liderliğin elinde etkili bir şekilde toplandığı diktatörlüklere dönüştüler. Diktatörlüğün bu faşist tarzına has olan şey, kendini zorla insanlara kabul ettirmedi. Daha çok insanların gelişmesini istedikleri bir şeydi. Bu yüzden faşist diktatörlük "konsensüsle oluşmuş diktatörlük" olarak tanımlanabilir.

 

Bununla birlikte bu özel diktatörlük türü bir kez kuruldu mu yaygın diktatörlüğün bütün hususiyetlerini edinmektedir. Faşist liderliğe muhalif olan bütün seslerin susturulmasında totaliterleşmekti. Bunu; medyaya engelleyici girişle--kaba kuvvetle değil daha çok medyanın çok ince bir şekilde "kooperatifleştirilmesi" üzerinden--hapsederek veya suikast gerçekleştirerek yapıyordu. Devlet güvenlik tertibatı ve ordu takviye edilip hükümetin kaynaklarının ana yönü haline geleceklerdi. Bu, düşmanı işaret ederek toplumda korku yayıp meşrulaştırılacaktı. Fakat gerçekte ise bu daha ileri bir düzeyde kontrol altına almak için kullanıldı. Aynı zamanda okullar ve popüler kültür insanları yeniden eğitmek ve erkek ve kadında övülecek olan yani değerlerin öğretilmesi için kullanıldı. Erkekte istenen şeyler onu devlet ordusunda bir lidere bir kahraman dönüştürecek bütün özelliklerdi. Kahramanlık hayatın nihai hedefiydi ve kahraman; güçle ve kararlılıkla düşmanlarını yenen kişiydi: "hareket", "düşünmeye" tercih ediliyordu; irade, sezgi ve gönüllülük büyük bir liderin temel özellikleri olarak teşvik ediliyordu; bu yüzden hedeflere ulaşmak için şiddet tercihli metottu ve savaş bu yüzden teşvik ediliyordu. Askerlik; savaşçı karakter geliştiren ve güçlüleri zayıflardan ayıran mekanizma olarak idealleştirilmişti. Veya öyle mantıklılaştırılıyordu. Öte yandan eş ve anne olan kadın dünyaya yeni savaşçılar getirip onlara bakmakla sorumluydu. Devlete itaatkâr olduğu kadar kocasına itaat edecekti.

 

Bu; toplumda entellektüelizm için bir küçümsemenin geliştiği anlamına gelmekteydi. Bu küçümseme, entellektüelizmin farklı fikirlere ve tartışmaya açıklığı gerektirmesinden ve eleştirel düşüncenin siyah ve beyazdan başka ayrımlar yapmak için sorgulamaya eğilim duymasındandı. Bu meziyetler zayıflığın işaretleri ve keyif vermeyen meşguliyet kaynakları olarak sunuldular.

Faşizmin burada sözü edilmeye değer son karakteristiği, temelde devleti kooperatif dünyasıyla birleştiren ekonomiyi yönetme tarzıdır. Bazen düşünüldüğü gibi faşizm kapitalizmin özüne karşı değildir. Aslında onun komünizmin can düşmanı olduğu hatırlanmaya değerdir. Gerçekten de komünistler faşizmi, kapitalistlerin komünizmin ortaya çıkışına verdikleri cevap olarak düşünürler. Faşizm anlamıyla kapitalizm toplumun kooperatifçi organizasyonu, iş adamları liderliğinin devletin liderliği ile entegrasyonudur. Böylelikle iş dünyası ile devlet arasındaki her türlü fark ortadan kalkacaktır. Faşist uluslarda iş adamları devlete, devlet de iş adamlarına hizmet edecektir, bu hayatın bütün meselelerinin büyük iş adamlarının çıkarlarına göre düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Böylelikle insanlar farketsin veya etmesin onların çıkarları devletin çıkarlarına tabi kılındığı zaman onlar etkili bir şekilde büyük iş çevrelerinin çıkarlarına tabi kılınmış olurlar. Özgür olduklarını düşünürlerken insanlar kölelere dönüşürler.

 

İslam'ın özü

 

Bu nedenle "faşist" suçlamasının anlamı bu özelliklere bağlıdır. Bu suçlamaya cevap vermek için İslam'ın gerçekten bu özellikleri faşizm ile paylaşıp paylaşmadığı üzerinde çalışmaya ihtiyaç vardır. Yani özünde İslam nedir? 

Bu sorunun cevabı, insanoğlunun bu hayatta kendisini yönlendiren ihtiyaç ve tutkuları bildiğinin fark edilmesiyle başlıyor. İnsanın ihtiyaç ve tutkuları, insanda onları tatmin etme adına yol ve araç araması için bir güdü oluşturduklarından hareketi başlatırlar. Sonradan beyin bu ihtiyaç ve tutkuların teminini, bunu temin gerekli olan yöntem ve araçları tam olarak nasıl sağlayacağı ile ilgili düşünce geliştirir.

 

İslam, ihtiyaçlar ve arzuları tatmin etmek için yöntem ve araçlar hakkında düşünmek için İslam'ı kullanmadan önce ilkin varlığın gerçekliği üzerine tefekkür etmesi için zihnine izin vermesi için insana çağrıda bulunuyor. İslam'ın bu yaklaşımından dolayı zihin hayat hakkında çok önemli gerçeklerden birini fark edecektir. İhtiyaç ve tutkuların tatmini için yapılan araştırmayla çok önemli bir bağlantıya sahip olan bir gerçek. Bu gerçek bu hayattan sorumlu olan bir yaratıcının varlığıdır. İslam'ın argümanı şudur; neyin sezilebileceği üzerine düşünen bir insan varlığı olan her şeyin bir gün bir sonunun mutlaka olacağı gerçeğini fark edecektir. Başka bir deyişle her şey sonludur. Geçici varlığı son bulacak her şey eşit oranda sonlu ve bağımlı olan başka şeylere bağımlıdır. Bunun anlamı aslında hiç bir şeyin bağımsız olmadığıdır. Ve son olarak her şeyin ihtiyacının gerçekten karşılandığı bir sistem var. Bir kısmı var olan hiç bir şeyin kaçınamayacağı tabiat kuralları olan ve düzen meydana getiren bir sitem. Var olan hiç bir şey tabiat kurallarına etkide bulunamazken bu tabiat kuralları var olan her şeyi etkiler. Bu gerçekler zihin için, varlığın sonsuzluğu düşüncesini kabul etmesini, veya eşit oran da varlığın kendisinin varlığından sorumlu olacağı varlığın bağımsızlığını düşünmesini imkansız kılar. Gerçekten de bu varlık için muhtemel üç açıklamanın varlığını--varlık hep vardı ve hep olacak, varlık kendini yarattı veya onu başka bir şey yarattı--bu gerçeklerin ışığında düşündüğümüzde zihnin kabul edebileceği bir tek açıklama vardır: Varlığın nedeni olan bir yaratıcı olmalıdır. Yaratıcı, Onun varlığı olmadan hiç bir şey olmayacağı için gereklidir.

 

Eğer insan, varlığı olan diğer her şeyin yaratılmış olduğu gibi kendisinin de yaratıldığını farkederse bu, ihtiyaç ve arzuların tatmini ile ilgili geliştirdiği düşüncesini etkileyecektir. Bir yaratıcı gerçekliğinin farkedilmesiyle birlikte "niçin Onun tarafından yaratıldım?" gibi sorular ortaya çıkacaktır. İslam kendisini, bu Yaratıcının bu tarz sorulara cevap olarak gönderdiği mesaj olduğunu iddia ediyor. İslam'ın bu varoluşsal sorulara verdiği cevap; insanoğlunun göklerin ve yerin gücü her şeye yeten Yaratıcısına kulluk etmesi için yaratıldığıdır. İslam aynı zamanda yaratılanların bu kulluğu tam olarak nasıl yapılacağını da açıklamaktadır. Bu, ihtiyaç ve arzuların tatminiyle ilgili araştırmada Onun emir ve yasaklarını izlemek ve Yaratıcının İsteğine teslim olmaktır.

 

Son olarak, İslam insanoğlunun böyle yapmasını motive etmek için iki argüman ileri sürüyor. İlk argüman, bütün dinlerin insanoğlunu kendilerini takip etmelerini teşvik etmek için ileri sürdükleri bir argümandır. Bu argüman, insanoğlunun emir ve yasaklara ne kadar uyup uymadığının sorgulanacağı, ceza veya ödül alacağı Hesap Günü argümanıdır. İslam'ın ikinci argümanı kendisine hastır: İnsanoğlu sadece Yaratıcının emir ve yasaklarına uyarak uygun bir şekilde ihtiyaç ve arzularının tatminini gerçekleştirebilir. Veya başka bir deyişle gerçek tatmin sadece bir Müslüman olarak yaşamakla sağlanabilir.

 

Bu İslam'ın özüdür. Dünyadaki diğer dinlerden farklı olan İslam hayatın bütünlüklü tarzıdır. İnsanoğlunun ihtiyaç ve arzularını tatmin ve bu tatmini gerçekleştirirken kulandığı araçların kendileri üzerinden tanımlandığı tarzlar yapılandırdığı için İslam klasik anlamda anlaşılan bir dinden fazlasıdır o bir ideolojidir. Bu mesaja inanan İslam'ın takipçileri bu yüzden hayat boyunca dikkatli yaşarlar, yaklaşmakta olan Hesap Günü'nden korkarak, bu hayatta ve öteki hayatta gerçek mutluluğun başka yolunun olmadığını bilerek İslam tarafından açıklanmış emir ve yasaklarla uygun olmayan hareketten kaçınma gereğinin çok iyi farkında olacaktır. Dolayısıyla İslam'da zihnin rolü öncelikle üzerine bütün müteakip düşüncenin inşa edileceği zemin üzerine yani Yaratıcının olup olmadığı sorusu üzerine düşünmesidir. İslam'ın Yaratıcı gerçekten var ve Kuran Onun Sözüdür iddialarının gerçekliğini kabul etmenin ardından zihnin rolü, bu vahyin içinden insanoğlunun ihtiyaç ve arzuları problemine cevap bulmaya dönüşür. Bu, İslam "hukuku"nun nasıllığıdır.

Bu yüzden burada da hayata bakış açılarında İslam ve faşizm arasında önemli bir farklılık vardır. Faşizmin bakış açısı insan zihninin problemleri çözeceği şeklindedir. Faşizm sekülerdir ve bundan dolayı zihin, ihtiyaç ve tutkuların tatminiyle ilgili düşünce geliştirmek zorundadır. Fakat İslam zihnin bunu yapmasını yasaklamıştır. İslam'da zihin bu çözümleri İslam'da araştırmak ve bulmak zorundadır.

 

Tabi ki iki şeyin özü zıt olduğu zaman onların karakterlerinin aynı olması olası değildir, dahası tahayyül bile edilemez. Hayattaki farklı bakış açılarından dolayı bütün sorulara, bütün meselelere, bütün problemlere yaklaşım farklı olacaktır. Bu temel temel farklılıkla birlikte İslam ve faşizmin sorulara, sorun ve problemlere cevaplarının aynı olacağı ile ilgili teorik bir şans hala vardır. Yani İslam, faşizm ile ortak herhangi bir şeye sahip görünmemesine karşın "faşist" suçlamasına kapsamlı cevap verebilmek için İslam medeniyetinin detaylarıyla çalışılması zarureti varlığını korumaktadır.

 

İslam Medeniyeti ("burada faşist yok…")

 

Dünyanın büyük bir bölümü uzun bir dönem için sorunlarını çözmek için İslam'dan yararlandı. Bu makalenin amacıyla en fazla ilgili olan dönem, tabi ki Hz. Peygamber'in (sav)  bir İslam Devleti olarak İslam'ın emir ve yasakları üzerinden Medine şehrini yönettiği dönemdir.

Arap yarımadasındaki İslam öncesi Arap toplumunu tanımlayan en tanınmış özellik "kabilecilik"tir. İslam öncesi Arabistan kabileciliğinde mümkün bir sosyal örgütlenme olarak üstün ve aşağı kabile temeline oturan ırkçı bir sistemdi. Bütün kabilelerin güç ve statü için birbiriyle yarışmasıyla birlikte bu, yarımadada sürekli savaşların nedeni haline geldi. İslam geldiğinde ırkçı konseptlere ve Arap toplumunda bu kabilecilikten kaynaklanan davranış kodlarına meydan okudu. İslam ırkçı olma yerine ırkları renkleri ve dilleri aşan evrensel bir mesajdır. En iyi İslam Peygamberi tarafından şöyle buyurduğu son hutbesinde tarif edilmiş bir gerçek:

 

"Arap'ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur, Arap olmayanında Arap'a üstünlüğü yoktur; aynı zamanda beyazın siyaha üstünlüğü yoktur, siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvada ve iyi işlerdedir."

 

Bu yüzden herhangi biri, önyargı ve ayrımcılık olmadan ve birbirlerini kardeş olarak adlandırıp Medine'de hep bir arada yaşayan farklı kabilelerden Arapları, Romalı Süheyb bin Sinan'ı, Farisi Salman'ı ve Etiyopyalı köle Bilal bin Rabah'ı görebilecekti. İslam bu insanların arasındaki sınırları etkili bir şekilde kırdı ve bir Cuma namazı esnasında herhangi bir metropolitan ABD şehrinde bir camiye yapılacak ziyaret hala bunu yapmakta olduğunu gösterecektir. Bu ziyareti gerçekleştiren biri Afrikalı, Kafkasyalı, Arap, Hispanik, Doğu Asyalı Müslümanların yan yana, omuz omuza durup beraber namaz kıldıklarını görebilecektir. Bu yüzden açıkça ırkçılıkla ilgili İslam'ın pratik realitesi, faşizm realitesi ile tam bir karşıtlık içindedir.

 

Faşist liderlik için otorite kurmada bir düşman yaratma üzerinden giriştiği toplumda korku geliştirme ile ilgili faşist özelliği düşündüğümüzde, pek çok insan İslam Peygamberi'nin zamanında Medine'deki toplumun ne ırki olarak nede dini olarak tekdüze olmadığını unutuyor. Farklı Arap kabilelerinden pek çok kişiye ek olarak Medine'de ve etrafında politeistler ve pek çok Yahudi kabilesi vardı. Bunların yanı sıra Hıristiyanlar ve ateistlerde vardı. Yine faşizmle açık bir farklılık gösterirken İslam'ın bu gerçeğe muamelesi çok ilginçtir.

İslam Peygamberi Medine'ye varır varmaz yaptığı ilk işlerden biri çeşitli dinlerin müntesiplerinden oluşan Medine toplumunun üzerine inşa edileceği bir yapı geliştirmesidir. Bunu, İslami Devlet'in temel kanun ve düzenlemelerini ortaya koymayı amaçlayan günümüz anayasaları benzeri bir tarzda işleyişe sahip olmasına niyet edilen Medine Sözleşmesi üzerinden gerçekleştirdi. Medine Sözleşmesi birçok şeyin arasından şunları vurgulamaktadır:

 

Bu yazı Peygamber Muhammet tarafından Kureyşli ve Medineli müminler, Müslümanlar, bunlara tabi olanlara sonradan iltihak edenler ve onlarla beraber cihat edenler içindir. İşte bunlar, bir ümmet oluştururlar. İnananlara tabi olan Yahudilere yardım edilecek ve kendilerine eşitlikle davranılacaktır. Bir Yahudi, Yahudi olduğu için mağdur edilmeyecektir. Bize tabi olan Yahudi düşmanlarına yardım edilmeyecektir. Beni Avf kabilesinin Yahudilerine Müminlerle birlikte olan bir topluluk gibi davranılacaktır. Yahudilerin kendi dini vardır (Müslümanların kendi dinleri olduğu gibi).  Aynı şartlar Beni Neccar'ın, Beni Haris'in, Beni Saide'nin, Beni Cuşem'in, Beni Evs'in, Thaalbe ve Jaffna'nın ve Beni Şuteybe'nin bütün Yahudileri içinde geçerlidir. Bu sözleşmenin tarafı olan birilerine herhangi biri saldırırsa diğerleri onun yardımına gidecek. Onlar (sözleşmenin tarafları) karşılıklı nasihat ve danışma arayışında olmalılardır. Mağdur olan herhangi birine yardım edilmelidir. Sorunla sonuçlanabilecek herhangi bir tartışma veya ihtilaf, Allah ve Muhammed'e havale edilmelidir. Allah'ın Peygamberi dindarlık ve iyilik meydana getirmesi için hazırlanan bu belgedeki her şeyi kabul edecektir.

 

İslam'ın diğer inançları yanlış olarak gördüğü ve doktrinini ve kendisinden doğan sistemleri, hayat meselelerini organize etmenin tek gerçek yolları olarak gördüğü doğrudur. Fakat daha önce de söylendiği ve Medine Sözleşmesi'nin açıkça gösterdiği gibi İslam aynı zamanda faşistlerin yaptığı gibi insanlar arasındaki farklılıkları devlet liderliğinin çıkarı için istismar edilmesi gereken bir şey olarak düşünmüyor. Bu günün batı dünyasında çok sık düşünüldüğü gibi İslam, hayat görüşlerindeki farklılığı uyum içinde yaşamanın önünde bir engel olarak görmüyor. İslam farklı ırkların, dinlerin, ve ideolojilerin bir arada uyumlu yaşayabileceğinin mümkün olduğuna inanıyor. Bunu başarmak, kendisi içinde, İslam Devleti için bir amaç olarak değerlendiriliyor. İslam, bunu başarmanın yolunun bütün insanlara son derece saygılı davranmak olduğunu düşünüyor. Bunun anlamı; İslam Devleti'nde ırklarına ve dinlerine bakılmaksızın bütün insanlar eşit vatandaşlardır. Bütün insanlar inançları ile birlikte saygı görmelidir ve farklı hayat görüşüne sahip olanlara baskı uygulanmaması Kuran'da açıkça vurgulanmıştır:

 

"Dinde zorlama yoktur: Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır." (Bakara, 256)

 

Bu yüzden İslam Devleti'nde, İslam dışındaki dinlerin ve inançların bağlılarına kendi inançları ve değer sistemleriyle uyum içerisinde hayatlarını anlamlandırmalarına, kendi ibadet ritüellerini gerçekleştirmelerine ve evlilikle, aileyle, yiyecek, içecek ve kendilerinin uygun gördükleri giyecekle ilgili her türlü meseleyi çözmelerine izin verecektir. Devlet, İslam'ın diğer bütün kurallarını uyguladığı gibi bu sorunlarla ilgili kuralları da uygulayacaktır fakat bu meselelerde İslam hukukunu sadece Müslümanlara uygulayacaktır. İslam Devleti'nin, Müslüman olmayan vatandaşlarına bu meseleleri kişisel inançlarına göre çözmelerine izin verme saygısını göstermenin kendisi İslam'da bir kanundur. Pratik olarak bunun anlamı; örneğin İslam Devleti erkelerin, altın ve ipek giymeyi onlara yasaklayan kanuna riayet etmelerini temin edecektir. Aynısı domuz eti yeme, şarap içme v.b için de geçerlidir. Bu insanların kendilerini toplumun parçası olarak nasıl hissedeceğinin yoludur çünkü onlar oldukları gibi tamamen saygı göreceklerdir inançları ve ideolojileri ile birlikte.

Aynı zamanda bütün vatandaşlar; şiddet üzerinden fiziksel, hırsızlık üzerinden mal zararlarından olduğu gibi iftira ve aşağılama üzerinden verilebilecek olan psikolojik zararlardan da Devlet tarafından korunur. Faşistlerin sonradan yapacağı gibi devletin tanımladığından farklı olanlardan bir düşman yaratarak insanlar arasındaki kaçınılmaz farklılıkları istismar etme yerine İslam vatandaşları ile muamelelerinde farklılıklara en üst düzeyde saygı duyarak farklı insanları bir araya getirmeyi hedeflemiştir. Yani burada da faşizm ve İslam arasında bir benzerlik mümkün değildir.

 

Entellektüelizmi küçümsemeyle ilgili faşist karaktere gelince İslam Devleti ondan bir zerre bir şeye sahip değildir. Bunu açıklayabilmek için İslam'ın "görece gerçek" düşüncesini kabul etmediğini yeterince açık hale getirmek gerekiyor. Açıkçası sonuç olarak bir şeyin başarılabileceği ve kesin gerçeğe ulaşılabileceği ile ilgili örnekler var. İnsan zihni bir insanın pratik dünya ile ilgili algılamalar geliştirmesini mümkün kılar. Ve pratik realiteyi gözlemeye harcanan çabanın oranına ve ilgili sezişler üzerine düşünmeye harcanan çabanın oranına bağlı olarak realite ile algılama arasındaki tutarsızlık azaltılabilir ve bazı durumlarda tamamen yok edilebilir. Bir kez algı pratik realiteye böylece tamamen özdeş kılındığında kesin bir gerçek bulunur. Bu nedenle daha önce de anlatıldığı gibi İslam, insanların, varlığın ve Kuran'ın gerçekliği üzerinde çalışmaları ve düşünmeleri için meydan okuyarak çağrıda bulunuyor. İslam varlığın gerçekliğini Allah'ın varlığının delilinin ölçüsü olarak kullanıyor ve Kuran'ın gerçekliği onun yaratıcının sözü olduğunun delili olacaktır. Açıkçası bu yüzden faşizmden farklı olarak İslam insan zihni üzerine baskı uygulamıyor ve ihtiyaç duyulmadığını düşünerek hayatta İslam'dan başka bir bakış açısının değer ölçüsü olmasına izin vermiyor. Daha çok farklı  hayat görüşlerini masaya koyan insanları, görüşlerini İslam ile tartışmaları için davet ediyor böylelikle gerçek parıltılı bir ışık şeklinde parlayabilir. Aslında entellektüelizmin bu büyük statüsü, İslam'ın başarısının arkasındaki nedenlerden biridir. Ortadoğu'daki, Kuzey Afrika'daki, Orta ve Güney Asya'daki ve Güney Avrupa'daki milyonlar İslam onlara tanıtılıp açıklandıktan sonra ona katıldılar ve sadece bir kaç yıl içinde bu insanlar onu gönülden kabul ederek ve onun doğruluğuna tam ikna olmuş bir şekilde İslam'la tanımlanır hale geldiler.

 

Son olarak, faşist devletleri karakterize eden ekonomik sistemi düşündüğümüzde fark ortaya çıkıyor. Belki de insanlar farkında olmaksızın faşistler toplumu büyük endüstriyelcilerin kullanması için bir araca dönüştürdüler. Bir yandan toplumda korkunun teşviki üzerinden diktatör ve totaliter bir devletin gelişiminin, öte yandan devlet liderliği ile iş dünyasının birleşmesinin etkisiyle insanlar sanki modern zamanların köleleriymiş gibi etkili bir şekilde yönetildiler. İnsanlar büyük kooperatiflerin karlarını garantilemek için, rollerinin çok çalışmak ve az şikayet etmek olduğu bir sistemin parçasına dönüştüler böylelikle iş çevresi de devlet liderliğini destekleyebilecekti. Ücretler düşük tutuldu, grev yasaktı aynısı işçilerin gücüne karşı koymanın bir yolu olarak işçi organizasyonları için de geçerliydi. Az para için uzun çalışma esnasında çok çalışmaya karşı açıkça konuşacak olanlar karşılarında (Nazi Almanya'sındaki rezil Gestapo) kendilerini toplama kampı hapsiyle veya daha kötüsüyle tehdit eden güvenlik unsurlarını buluyorlardı. Başka bir deyişle faşizmde "iş adamı olmak iyiydi" ve bu nedenden dolayı Musolini İtalyası ve Nazi Almanyası uzun bir süre Amerikan şirketleri için gözde duraklar oldular.

İnsanoğlunun problemlerini çözmek için bir ideoloji olarak İslam'ın hayatın ekonomik yanına yaklaşımları tamamen farklı bir tarzdadır. Tarihte faşist rejimlerin ekonomi politikalarında olduğu gibi endüstrinin karını garantilemek için toplumdaki insanların rolü sınırlandığında kölelik dışında hiç bir şey üretilemedi. Fakat İslam Devleti'nde endüstri üzerinden üretilen zenginlik bütün toplumun karı olmak zorundadır. Bu yüzden İslam Devleti, örneğin, zenginlik biriktirmeye izin vermez. Zenginler zenginliklerini diğerleri ile işbirliği içinde iş kurarak veya iş kurmak için fon arayanlara faizsiz borç para vererek toplumda yatırıma dönüştüreceklerdir veya devlet birikmiş zenginliği sahibinin yararına toplumda yatırım için kullanacaktır. Zenginliğin, zenginlerin elleri arasında dönüp dolaşması yasaklanmıştır çünkü bütün toplum bu zenginlikten faydalanmak zorundadır.

 

Aynı zamanda faşizmde olduğundan--veya bütün batı dünyasında olduğundan--farklı olarak İslam Devleti'nde zenginlik vergilendirildiğinde öncelikli bir konum elde etmez. İslam Devleti'nde şirketler sadece karları üzerinden veya geliri üzerinden vergilendirilen ortalama vatandaşın yüzdesinden daha düşük bir yüzde üzerinden vergilendirilmezler. Zekat üzerinden ihtiyaçlar giderildikten sonra gelir olarak kalan insanların birikimleri %2.5 üzerinden vergilendirilir. Bu oran insanların kazançlarını kendi işlerinden veya sözleşmeli işlerden elde etmiş olmalarına göre değişmez. Bu yolla serbest bırakılan para devlet tarafından vatandaşlarına karşı zorunlu görevlerini yerine getirmek için kullanılır bunun anlamı; toplumdaki her bireyin yeme, içme ve barınma olarak tanımlanan temel ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Hem iş imkânları oluşturarak hem de kredileri kamu için ulaşılabilir kılarak. Eğer zekât gelirleri devletin bu görevini yerine getirmesi için yeterli değilse devlet, fakirlere değil, toplumun zenginlerine gerekli harcamalar yapılacak kadar sınırlı bir vergi koymak zorundadır.

 

Gerçek faşistlerin ortaya çıkarılması

 

Bu yüzden İslam'ın hiç bir şekilde faşizmle karşılaştırılamayacağı gösterilmelidir. İkisinin üzerine hayat inşa ettikleri bakış açıları kıyaslanamaz, bu bakış açılarından kaynaklanan düşünce ve tasavvurlarda hiç bir benzerlik yoktur. Bunların bu kadar açık ve bu kadar kolay açıklanması beraberinde birilerinin yine de neden İslam'ı faşizmin özellikleri ile ortak yapmak için bir ulus çapında bir kampanyaya giriştikleri sorusunu getirecektir.

Bu sorunun cevabı yukarıdaki İslam'ın sağladıkları, açıklamasında saklıdır. İslam kapsamlı bir hayat tarzı olması hasebiyle dünyadaki diğer dinlerden farklıdır. Aynı zamanda İslam dünyadaki diğer bütün ideolojilerden de farklıdır. Hem kapitalizm hem de komünizm farklıdır. İnsanlığın problemlerini çözmek için varlığın yaratıcısının emir ve yasaklarını takip temelinde oluşmuştur. Bundan dolayı İslam alternatif bir toplum örgütlenmesi öneriyor. Potansiyel çözümleri belirlemek için aklını kullanmanın yerine hayatın yaratıcısının kastettiği yönde yaşandığını garantiye almak için hepsi İslami akideden doğan kanunlar ve sistemler üzerinden insanlık problemlerini çözmeyi öneriyor.

Son yıllar, Müslümanların problemlerine çözümler için araştırmalarında tamamen İslam'a tekrar dönmeleriyle bu temel üzerinde İslam'a çağrının yeniden doğuşuna şahitlik etti. Bu, onların problemlerinin çözümlerini İslam'da değil de kapitalizm, komünizm ve sosyalist (Arap) milliyetçiliğinde aramaları esnasında geçen yıllardan sonra gerçekleşti. Başka bir deyişle İslam hâlihazırdaki kapitalizm hegemonyasına meydan okuyarak gerçekten olduğu ideoloji olarak geri döndü. Bu İslam'ı yine ışıkların altına ve gücü elinde bulunduranların radar ekranlarına itti. Bu, alçakça Teröre Karşı Savaş olarak adlandırılan şeyin ortaya çıkmasının nedenidir. Bu savaş, normal bir insanın İslam ve Müslümanları her şeyleriyle iyi olarak gördüğü şeyle eşitlemesinin başlangıcıydı. Örneğin başkan bu savaştaki düşmanı kastederek "onlar İslam'ın, hoşgörüyü reddeden, bütün muhalifleri yok eden ve politik güç elde etmek için masum erkeklerin, kadınların ve çocukların katlini haklılaştıran radikal ve sapkın bir yorumuna göre hareket ediyorlar. Onlar Ortadoğu boyunca, hilafet olarak adlandırdıkları, menfur ideolojilerine göre hükmedecekleri sert bir politik bir ütopya kurmayı umuyorlar. Bu hilafet Avrupa'dan Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güneydoğu Asya'ya uzanan müslümanların şimdiki ve eski topraklarını kapsayan totaliter İslami bir imparatorluk olacaktır" dedi.

 

"İslamofaşizm Farkındalık Haftası", "suçlama"sının tam olarak "cihatçı-Müslümanlar" olarak adlandırdıklarına yönelik olduğunu ve bu yüzden suçlamasının adil ve haklı olduğunu iddia etmektedir. Bu Teröre Karşı Savaş'ın ortaya çıkmasıyla birlikte gelen "radikal Müslümanlar"a karşı "ılımlı Müslümanlar" retoriğinin devamından başka bir şey değildir. Fakat sadece bir bütün olarak dünyadaki 1,5 milyar Müslümanı yabancılaştırmaktan ve hareketlerin arkasındaki gerçek niyetlerin ortaya çıkışından kaçınmak için onlara göre "radikaller" bu çözümlerin uygulanması için çağrıda bulunanlarken, "ılımlılar"ın, İslam'ın sosyal problemlerin çözümü için masaya getirdiği çözümleri göz ardı eden veya unutanlar olduğu bu farklılaştırma yapıldı. Bütün müslümanlar toplum problemleri için İslam'ın çözümlerine inanırken bu farklılaştırma gerçekten anlamsızdır. Çünkü İslam'ın getirdiği çözümlere inanma, İslam'a inanma anlamına gelir.

 

Dolayısıyla teröre karşı savaş retoriğinin ve "İslamofaşizm Farkındalık Haftası"nın doğrudan İslam'a ve bütün Müslümanlara yöneltildiği açıktır. Epey yıldan beridir devlet ve medya arasındaki ortak bir çabanın ürünü olarak, İslam ve Müslümanlarla bağlantı kurmada korku konseptlerini güçlendirmeyi amaçlamaktadırlar. İslam ve Müslümanlar için toplumda korkuyu teşvik etmenin amacı; dünyayı fakirlik ve adaletsizliğin pençesinde tutan meselelerin hâlihazırdaki durumunu kabul etmeyen herhangi birilerinin baskı altında tutulmasını ve adli kovuşturmasını haklılaştırmaktır. Özellikle de bu hal için İslam'ı bir alternatif olarak sunmaya "cesaret" eden Müslümanlara yaptıklarını haklılaştırmak. aynı zamanda bununla (neo-)kolonyalizm ve şu an güç sahibi olanların öyle kalmasını ve dünyayı sömürmekten karlar elde etmeye devam etmelerini sağlayan dış fetih savaşlarını haklılaştırmakta hedeflenmektedir.

Bu yüzden "İslamofaşizm Farkındalık Haftası" bugünün gerçek faşist politikasının devamından ne fazla, ne az bir şeydir: Teröre Karşı Küresel Savaş(!)

 

*Muhammed İmadüddin: ABD'li Müslüman bir yazardır.

*Abdullah es Sıdık: Hollandalı bir aktivisttir.

 

(Kaynak: Dünya Bülteni)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !