Ferda Kürün: Tesettürde moda olmaz
Ferda Kürün: Düne kadar yasaklanan tesettür, bugün özenilir oldu. Bir meziyet, bir erdem olarak öğretiliyor fakat aynı zamanda moda sektörüyle beraber o ‘takva örtüsü’ kimliğini de yitirmek üzere maalesef. Tesettür- moda- magazin dergilerinin çıkması bunun bir göstergesi. Şu an iki tane var sanıyorum. Bu tesettür moda dergilerinin çıkması bir yozlaşmanın işaretidir.
Nida dergisinde Ferda Kürün Hanımefendiyle röportajımızın ikinci bölümünde mahremiyet, modernizm ve modayı sorduk.
Modernizmle Müslümanların ilişkisi nasıl sizce? Çok mu samimiler, yoksa nasıl yaklaşıyorlar?
Müslümanlar olarak eşyayla ilişkimizin sağlıklı bir zemine oturmadığını düşünüyorum. Neden? Mesela benim gençlik ve çocukluk zamanlarımda çok sık duyduğumuz ‘bir lokma, bir hırka’ edebiyatı yapılırdı. Müslümanlara; zenginlikle imtihan olmak fakirlikle imtihan olmaktan daha zordur, diyerek fakirlik özendirilirdi. ‘Ne kadar az malınız varsa o kadar iyi, faziletlisiniz’, ‘Zengin, hesabını verene kadar fakir, çoktan cennete gider’ gibi doğruluğu tartışılmamış tespitlerle Müslümanlar hep eşyayla olan ilişkilerinde pasif davrandılar, eşyaya uzak kaldılar. Daha sonra Müslümanlar birtakım imkânlara sahip olmaya başladı. Önemli makamlara, mevkilere geldiler ve alım gücü artmaya başladı. Bu sefer de, dünün çok mütevazi hayatından, birdenbire nimetlere kavuşmanın şokuyla ilişkilerini düzgün kur(a)mamaya başladılar. Bir uçtan başka bir uca… Necip Fazıl’ın söylediği gibi: ‘dokuz kişiye bir pul, bir kişiye dokuz pul, bu taksimi kurtlar yapmaz kuzulara şah olsa’… Bugünkü dünyada böyle bir dengesizlik var. Bazı insanların sofralarındaki şölenin haddi hesabı yokken öte taraftaki insanlar yiyecek ekmek bulamıyorlar belki. Bu da adil bir sistemin Müslümanlar tarafından algılanamamasından kaynaklanıyor ve şunu söylüyorlar, eşyayla ilişkilerini düzgün kurmadıkları için: “Biz zekatımızı veriyoruz.” Ama İslam’ın zekâtın ötesinde öğütlediği, infak, karz-ı hasen gibi salih amelleri görmezlikten gelebiliyorlar. Şu anda eşya ve makam ile iletişimin şoku içerisinde yaşanılan bir dünyadayız.
Adapte olmakta zorluk mu yaşıyoruz acaba? Nerde durulacağına karar veremiyoruz belki?
Şimdiye kadar tenkit ettiğimiz o müreffeh hayatın, biz de Müslümancasını yaşamaya çalışıyoruz. Bayramlarımızı da, bizim için belirlenmiş o lüks otellerde ifâ etmeye çalışıyoruz. Ramazanlar, iftarlar yine lüks otellerde geçirilmeye başlanıyor. Yani ‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ dedirtecek cinsten.
O iftarları yapanlar da kendilerini belki de eleştiriyorlar ama uzak duramıyorlar sanki?
Durmamamızın sebebi, duracağımız yeri belirlemekte zorlanıyor oluşumuz. Yani bir taraftan tenkit ederken bir taraftan da özenti var. Hani yıllarca ‘yeşil sermaye’ denildi ya, sanki mevcudun içindekini biz de yapmak istiyoruz ama ‘yeşil’ini yapacağız gibi bir algı… Hayır, öykünülmüş bir hayat bize göre bir hayat değildir. Biz, kendi dinamiklerimiz üzerinde bir hayat oluşturmak zorundayız. Hani İkbal diyor ya; ‘toprağında ara sana ne gerekse, başkalarının ateşinden sana ne’ Biz, bugün eğer kendimize ait bir hayat yaşamak istiyorsak bunu kendi köklerimizde aramamız gerekiyor. Reel hayat içerisinde; ‘ben de bunun Müslümancasını yaparım’ telaşına düştüğümüz zaman bir dengesizlik ortaya çıkıyor.
İnternetten kaçma, kontrol et
İnternet şu an hayatımızın her tarafında. Özellikle çok küçük yaştaki çocuklar internetle tek başına çok sık bir arada kalıyorlar. Çocuk tek başına ve her türlü kötülük onu bekliyor. Sosyal medyada, Facebook- Twitter gibi mecralarda ön plana çıkmaya çalışıyor fakat normal hayatta bu sosyalliği yakalayamıyor. Bu durumu yorumlayabilir misiniz?
Bu bir vakıa. Bahsettiğin bu internet, Facebook, Twitter birer vakıa. Bu vakıanın içerisinde fikir adamları yok mu? Onlar da kendi tartışmalarını onun üzerinden yapmıyorlar mı? Bu vakıayı görmezlikten gelemeyiz. Öyleyse içerisinde bulunduğumuz bu vakıayı nasıl kontrol edebiliriz/ yönlendirebiliriz? Bence bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor.
Mesela çocuklarımız interneti çok güzel kullanabilirken anne-baba kullanamıyorsa bu bir problemdir. Sanal alemdesiniz ve karşınızdakini tanımıyorsunuz, bir isim koyuyor, konuşuyor sizinle ve arkadaş oluyorsunuz. Komik şeyler de var bununla ilgili: iki insan internette konuşuyorlar, tanışıyorlar ve buluştuklarında aynı aileden olduklarını görüyorlar, böyle komik hadiseler çıkabiliyor ortaya. Bunları anlatmıştım ben hanımlara. Bir anne çocuğuyla Facebook’tan arkadaş olabilir, takip etmek zorundasın çocuğunu. Bugün bir insanı tanımak istiyorsan Facebook’ta insanların neyi beğendiği, hangi müziği dinlediği, hangi videoyu izlediği yer alır; bunlara bakarsın ipucu olarak. Bunu siz görmezlikten gelerek yasak koyduğunuz zaman bu yasak insanları başka bir arayışa götürecektir. Ebu Hanife’ye atfedilen çok güzel bir söz var ya: “Helallerin kapısını kapatırsanız haramların kapısını açarsınız”. Bugün internet yahut Facebook dediğimiz şey haram değil. Ama kullanış amacı şekli insanı harama götürebilir. Öyleyse biz bunu çok faydalı bir hâle dönüştürebiliriz, kontrol altına alabiliriz, anne baba- eğitimci olarak onlarla birlikte bunu kullanmanın yöntemlerini deneyebiliriz. Mesela ders yaptığım çocuklara “Bak biz bu ayeti bugün burada okuduk, çok faydalandık isterseniz bugün Facebook’ta bu ayetinizi paylaşın” diyorum. O nasıl olsa bir şeyleri paylaşıyor. Var olan gerçeği görmezlikten gelmek değil, var olanla bir şeyler yapmanın teşebbüslerinde bulunmamız lâzım.
Artık kendimizle konuşmaktan ziyade başkalarının nasıl bakacağını düşünerek hareket etmeye başladık. ‘Arkadaşlarım beğenir mi, bu fotoğraf kaç beğeni alır’ gibi endişelerle dertleniyoruz. Bu bir hastalık hâline geldi.
Resim çekilirken Facebook’a koyulması için çekiliyor. Yan profil, ön profil… Kendini beğendirme duygusu.
Facebook'tan tebliğ olmaz
Bu tehlikeli değil mi sizce?
Tehlikeli tabii. Özenti, içerisinde fikir ve ilmi bir kaygı yoksa malayani, boş iştir. Boş işten kim fayda görmüş ki, zarardan gayrı.
İnsan kendini unutuyor…
Çünkü insanı ilmî çalışmalardan da koparıyor. Diyelim ki ciddi bir konuyu konuşuyorsunuz Facebook’ta ama bir disiplin olmadığı için oradaki ciddi sözler bile tükeniyor. Yani orası ancak bir iletişim aracı olarak kalmalı. İlmin paylaşım alanı olmamalı. Böyle olduğu takdirde ilim tükeniyor. Söz tükeniyor, sözün değeri tükeniyor. Biz oradan faydalı şeyler anlatırız diye düşünüyoruz ama hayır, iletişimin aracı olmalı. Telefonda nasıl ki ‘alo şuraya gelebilir misin’ diyorsak, öyle olmalı. Ama uzun vadede mesela tebliğ aracı gibi kullanmanın etkili olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla görsellik ön plana çıktığı zaman içsellik de maalesef yok oluyor.
Sizin takip ettiğiniz site var mı?
Mevcut bazı siteler var. Çok fazla internetle haşır neşir olamıyorum dersler ve okumalar itibariyle. Ancak bir mail göndermem yahut birkaç yazıya bakmam gerektiğinde başına oturabiliyorum. Dolayısıyla birkaç haber sitesi ve program sitesi var, bakıyorum.
Bunların da ilmî çalışmalar yapmak anlamında büyük zararları olduğunu düşünüyorum (internet sitelerinin). Araştırma yapmadan, bir konuyla ilgili bilgiye ihtiyacınız varsa, oradan yapıyorsunuz. Geçenlerde yaşadığım bir vakıayı anlatmak istiyorum: Bir sahnede birisi Şair Nâbi’den alıntılar yapmıştı. Ondan sonra onu şerheden bir paragraf okudu, o kadar tehlikeli bir şey söyledi ki… Cümle şuydu: “Ravzayı nebi (peygamberin ravzası), Cenabı Hakkın arşından daha üstündür.” dayanamadım tabii ki böylesi bir cümle karşısında sessiz kalmaya. Gittim, o sunucu kardeşi kenara çağırdım ve elindeki metne bakmak için izin istedim. Biraz endişelenip nedenini sordu. Ben de anlattım. Sonra o, okurken farkına vardığını söyledi ve ekledi: “Ama ben bunu İslamî bir siteden aldım.” O İslamî siteye güvendiğinden dolayı, belki de çok fazla ilmi olmayan bu kardeşimiz, kopyalıyor- yapıştırıyor ve onu seslendiriyor. Seslendirirken nasıl bir cürme ortak olabileceğinin farkına bile varmıyor. Yıllar önce okuduğum bir yerde “Din dergilerden, ilmihal kitaplarından vs. fikir kitaplarından öğrenilmez. Din Kur’an-ı Kerim’den öğrenilir.” Siz kalkar da dini İslamî bir siteden öğrenmeye çalışırsanız böyle telafisi zor hataların içerisine düşebilirsiniz. Bu anlamda internet siteleri önemli bir iş yapmakla beraber önemli bir sıkıntıyı da beraberinde taşıyıveriyorlar. Dolayısıyla biz ilmî çalışmalarımızda ondan faydalanalım ama kopyalama- yapıştırma usulüyle onları seslendirenlerden olmayalım diye düşünüyorum.
Tesettür moda olamaz!
Tesettüre değinelim mi biraz da? Gençler hakkını verebiliyor mu tesettürün? Hassasiyeti yeterli mi? Kıyafetten öteye geçiyor mu?
Gittikçe yozlaşıyor. Düne kadar yasaklanan tesettür, bugün özenilir oldu. Bir meziyet, bir erdem olarak öğretiliyor fakat aynı zamanda moda sektörüyle beraber o ‘takva örtüsü’ kimliğini de yitirmek üzere maalesef. Tesettür- moda- magazin dergilerinin çıkması bunun bir göstergesi. Şu an iki tane var sanıyorum. Bu tesettür moda dergilerinin çıkması bir yozlaşmanın işaretidir. Çünkü Allah-u Teala bizim iç kıyafetimizle ilgili bir düzenleme yapmazken mü’min kadınlara ‘dışarıya çıktığınızda dış örtülerinizi giyin’ der. Bu, dış örtüde bir sadeliğin, vakarın ve bir takva örtüsünün olması gerektiğini gösterir. Ama bugün dış kıyafetler, iç kıyafetlerden daha süslü/cazibeli hâle getirilmiş durumda. Bu da tesettürün, Kur’an’ın- İslam’ın istediği tesettür olmadığı izlenimini bırakıyor bizde. Ama buna nasıl karşı çıkılır, nasıl dur denilir bilemiyorum. Ancak gayretlerin, ilginin ve alakanın ilme yönlendirilmesiyle olacak. Facebook’taki görsellik telaşından bahsettik ya, işte bu tesettürümüzü etkiliyor ister istemez. Resim için, oraya koymak için şık kıyafetler, şık renkli başörtülerle orada olmak durumunda bir telaş var.
İfşa olma olayı da göz ardı ediliyor. Artık herkes rahatlıkla bir şeylerini ifşa edebiliyor.
Mahremiyet kalmadı. Cihan Aktaş’ın ‘Mahremiyetin Tükenişi’ adlı kitabı çağrışım yapıyor adıyla bile. Mahremiyet tükendi. Ramazan’da eskiden insanlar oruç tutmasa bile onu saklarlardı, hürmeten. Fakat bugün Türkiye öyle bir hâle geldi ki, o artık onun bir mahremiyeti bile yok. Tutmuyorsam tutmuyorum havası var ve bu açıkça ifade ediliyor. “Allah’ın bildiğini kuldan mı saklayacağım?” deniliyor. Evet, bazen Allah’ın bildiği çok şeyi kuldan saklıyoruz. Niye? Çünkü Allah’la aramızda kaldığı zaman affedilme imkânı daha yüksektir. Ama ifşa edilmiş bir şeyin topluma yansıması sonucu oluşacak tahrifatı önlemek çok zor. Benle sınırlı kalsa, daha kolay tamir edilebilir. Hastalık sepicidir, sağlık değil biliyorsunuz.
Sadece kadınlardan bahsetmeyelim, Müslüman erkekler de artık eskisi gibi efendi giymiyorlar. Yani onlar da o eski vakarı koruyamıyorlar. Bunun böyle olmasının tek nedeni, belki bizim Müslümanların tekstil sektörüyle yeteri kadar ilgilenmememiz. Yani vitrini bizim oluşturmamız gerekecek. Başkalarının oluşturduğu vitrinden giyinmeye çalışınca mecburen onların bize sunduğu kıyafetleri giyiyoruz.
Müzik dinliyor musunuz?
Dinliyorum. Yazı yazarken bile mutlaka yanımda bir müzik oluyor. ‘Müzik ruhun gıdasıdır’ gibi klasik bir sözü söylemek istemiyorum tabi. Ama müzik de yemek- içmek gibi hayatta var olan bir realite. Fakat yıllardır bizim bununla olan ilişkimizi de haram üzerinden kurdurmaya çalıştıkları için bugün de bunun yanlış uygulamalarına şahit oluyoruz. Yani ifrat tefriti, tefrit ifratı getiriyor beraberinde. Yıllarca tartışıldı. Aykut Kuşkaya ile Malatya’ya geldiğinde bir söyleşi yapmıştık. “Müslüman olduğumda ilk yaptığım şey gitarımı parçalamak oldu” demişti o zaman. Yusuf İslam’da buna benzer bir ‘yok etme’ işlemine girdiğini yazmıştı. Yanlışlıklarımızı düzeltmek istiyorsak ilmihalimizi tashih etmemiz gerekiyor. ‘Müzik haramdır’ dediler geçmişte, bugün de müziğin haram olmadığını düşünüyoruz fakat onu da sağlıklı bir zemine oturtmazsak bu sefer yanlış bir şeyin içerisine giriyoruz. Mesela artık Müslüman bir bayanın sunum yaptığı müzik programları olmaya başlıyor. Konser verebiliyorlar ya da. Tefritten sonra meydana gelen ifrat, sıkıntı oluşturuyor.
Müziği seviyorum ben. Özellikle dinlendirici müzikler insanın ruhuna sükûnet veriyor ve size bir ritim oluşturuyor. Müziğin ritminin işlerimize etkisi bilimsel olarak da ispatlanmış durumda.
Ezgiler heyecanı diri tutar!
Ne dinlersiniz daha çok?
Ezgileri dinliyorum daha fazla, özellikle ruhumda atalet hissettiğim zamanlar. Ezgiler bana bir heyecan katıyor. Sanat müziğinden de sözleri maksadını aşmayanları dinliyorum. Bazı türküler de türkü tadında hani.
Televizyonla aranız nasıl? Vakit ayırıyor musunuz?
Hiç izlemiyorum diyebilirim. Evimizde televizyon yok.
Kaybınız var mı sizce?
Yok sanırım. Çünkü her zaman bir bilinç üzereydi televizyonla olan iletişimim. Biz televizyon izlerken üzerinde etkimiz olamayacağı, edilgen kalacağımız haberleri izlemek durumunda kalıyoruz. Üzerinde etkili olamayacağımız tartışmaları izlemek zorunda kalıyoruz.
Evimizde olmaması benim için büyük bir avantaj. Olsa dâhi, yoğunluk sebebiyle, izleyebilme şansım olmazdı. Ki bunu biliyoruz, televizyon yapımcıları bile izleyemediklerini söylüyorlar. İzleyen insan, iş üretemez.
Çalışmalarınızı Malatya’da yürütüyorsunuz. Burada ne gibi etkinlikler yapıyorsunuz gençleri toparlama açısından?
Ben daha çok eğitimle ilgileniyorum. Haftanın her gününe ait, beraber olduğum gençler var. Kızlar, çocuklar ve delikanlılar… Onlarla beraber Kur’an’ı anlamaya çalışıyoruz. Şu anda şematik Kur’an çalışması yapıyoruz. Bir ayeti önümüze alıp dosya kâğıdına bu ayette geçen fiilleri, sıfatları, yapmamız gereken emirleri yazıyoruz ve ayeti öylece anlamaya çalışıyoruz.
Kitap okuma programları yapıyoruz. Şu anda “gençlik seminerleri” başladık liseli gençlerle. Onlarla farklı şehirlere gidip o seminerlerimizi sunuyoruz. Bunun çok büyük hayrını ve bereketini gördük. Çünkü gittiğimiz şehirdeki gençlerle ve büyük gençlerle de tanışmış oluyoruz. Onların (büyük gençlerin) durmuş heyecanları da harekete geçiyor. En azından şehirler arasında bir fikir alışverişinde bulunmuş oluyoruz. Bu tür çalışmalarımız var. Allah’a teşekkür ediyorum bu imkanlar için. Çünkü çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bugün kalabalıklara hitap etmektense genç simalara seslenmenin daha kalıcı olacağına inanıyorum.
Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim, böylesi güzel şeylere vesile olduğunuz için. Sizin gibi gençleri daim eylesin başımızda, yanımızda. Muttakilersiniz inşallah. Takva odur ki günah dolu ortamlara rağmen ayakta kalabilmektir.
(Söyleşi: Esad Eseoğlu / Dünya Bizim)