Fatma KILIÇLI
FİLDİŞİ KULESİNDE ''YOKSULU DOYURMAK''!
Geçmişten beri hep tartışılagelen bir soru vardır: ''Neden bilim adamları, aydınlar, alimler, yazarlar, kısacası havas, halkın anlayacağı dili kullanmaktan imtina edip, fildişi kulelerinden bir türlü inmez?''
Cevabı oldukça uzun olan bu soruya din adamlığı (!) hususunda ihtisas yapanları dahil etmeyeceğim. Çünkü din, bir hayat biçimi / ideolojidir. İhtisas yapılıp, yüzeysel içerikli (günah-sevap) bir dökümana indirgenemez. Ayrıca ''din'' kelimesini ''fildişi kulesi'' deyimiyle aynı cümlede kullanmak ''din''e zulümdür, ''din''in hakkıyla anlaşılmadığının göstergesidir.
Aydınlarımız fildişi kulelerinden iner mi inmez mi bilinmez ama, bir gerçek var ki, bizler de sessiz-sedasız kendi kulelerimizi inşa ettik/ediyoruz!..
İlahi Söz'e muhatap olan bizler, salih amelsiz imanın olamayacağını anladık ve yetimi itip-kakmadık, yoksulu gözetip kolladık. Hatta işi o kadar profesyonel hale getirdik ki, birçok hayır kurumu, vakıf, dernek v.b. kurduk...
Artık her şey yolundaydı. Her ay bankaya yatırdığımız muayyen meblağ ile bir fakirin geçimine katkıda bulunuyor, bir yetimin iaşesini sağlıyorduk. Hayır kurumumuzdan da oldukça memnunduk. Zira en güvenilir kuruma emanet etmiştik hayırlarımızı. Yerinde tespitler yapıp, ülkenin, hatta dünyanın en ücra köşesine dahi ulaşabiliyor olmaları da cabasıydı.
Bizlerse, kuş sütü eksik sofralarımızda (özellikle iftarda), akraba, eş-dost gönüllüyorduk.Yoksula, yetime hiç açılmayan evimizin kapıları, sonuna kadar açılıyordu uzun zamandır görmediğimiz(?) dostlarımıza... Kendimize hiç sorma gereği duymuyorduk ''Yetimin karnı doydu mu'' diye. Neticesinde, bu işi en iyi organize eden kuruluşa göndermiştik periyodik bağışımızı...
Elbette dinin gereğiydi fakiri, düşkünü kollayıp gözetmek.Ama fildişi kulesinde de doyurulmazdı ki! Herkes yerini bilmeliydi canım! Hem ne zorluklarla yenilemiştik evin eşyalarını. Oturup-kalkmasından, hijyenden bihaber yoksulla aynı sofrada olmak da neydi? Şimdi kim temizleyecekti kullanmaya kıyamadığımız kaşığı-tabağı, oturmaya kıyamadığımız koltukları!..
Ne kulelerimizi yıkabildik, ne biz onlara gidebildik, ne de ''kalplerimiz kaynaştı, O'nun(Allah'ın) sayesinde kardeş olabildik” (Bkz: 3 / 103)
Onlar hep ''öteki'' olarak kaldı. Karınlarını doyurduk belki ama, gözlerindeki o masumluğu, o mahrumluğu görebildik mi? İtilmişlik hissini bir an olsun unutturabildik mi? Peki, onların yerine koyabildik mi kendimizi?
Belki de biz ''İnsanları küçümseme, yeryüzünde büyüklenerek dolaşma.Çünkü Allah, kendini beğenen ve övünen hiç kimseyi sevmez" (31/18) ayetini unuttuk, yada bilincine varmamıştık zaten...
Bırakın aydınlarımız bildiklerini Tv, gazete, dergi v.s.'den anlatmaya devam etsin. Biz daha az bilsek de daha çok yaşayalım, yaşatalım bu dini. Gelin, iftar sofralarımızı gerçek ihtiyaç sahipleriyle donatalım. Gerçek İslam kardeşliğinin temellerini bu ramazanda atalım!
Hayırlı Ramazanlar...