Fatma KILIÇLI

16 Eylül 2008

FİLDİŞİ KULESİNDE ''YOKSULU DOYURMAK''!

Geçmişten beri  hep tartışılagelen bir  soru  vardır: ''Neden bilim adamları, aydınlar, alimler, yazarlar, kısacası havas, halkın anlayacağı  dili  kullanmaktan  imtina  edip, fildişi  kulelerinden  bir  türlü  inmez?''

           

Cevabı  oldukça  uzun  olan bu  soruya din  adamlığı (!)  hususunda ihtisas  yapanları  dahil  etmeyeceğim. Çünkü din, bir hayat biçimi / ideolojidir. İhtisas  yapılıp, yüzeysel içerikli (günah-sevap) bir dökümana  indirgenemez. Ayrıca ''din''  kelimesini ''fildişi kulesi'' deyimiyle  aynı  cümlede kullanmak ''din''e zulümdür, ''din''in  hakkıyla anlaşılmadığının göstergesidir.

              

Aydınlarımız fildişi kulelerinden iner mi inmez mi bilinmez  ama, bir  gerçek  var ki, bizler  de  sessiz-sedasız kendi  kulelerimizi  inşa  ettik/ediyoruz!..

İlahi Söz'e muhatap olan bizler, salih amelsiz imanın olamayacağını  anladık  ve  yetimi  itip-kakmadık, yoksulu gözetip  kolladık. Hatta  işi  o  kadar  profesyonel  hale  getirdik  ki, birçok hayır kurumu, vakıf, dernek v.b. kurduk...

 

Artık  her şey  yolundaydı. Her ay bankaya yatırdığımız  muayyen  meblağ  ile bir fakirin  geçimine  katkıda  bulunuyor, bir  yetimin  iaşesini  sağlıyorduk. Hayır kurumumuzdan da oldukça memnunduk. Zira en güvenilir  kuruma emanet  etmiştik hayırlarımızı. Yerinde tespitler yapıp, ülkenin, hatta dünyanın en ücra  köşesine dahi ulaşabiliyor olmaları da cabasıydı.

 

Bizlerse, kuş  sütü eksik sofralarımızda (özellikle iftarda),  akraba, eş-dost gönüllüyorduk.Yoksula, yetime hiç açılmayan evimizin kapıları, sonuna kadar  açılıyordu uzun zamandır  görmediğimiz(?) dostlarımıza... Kendimize  hiç sorma  gereği duymuyorduk ''Yetimin karnı  doydu  mu'' diye. Neticesinde, bu  işi en iyi organize eden  kuruluşa  göndermiştik periyodik bağışımızı...

               

Elbette dinin gereğiydi fakiri, düşkünü kollayıp  gözetmek.Ama fildişi kulesinde  de doyurulmazdı ki! Herkes yerini bilmeliydi canım! Hem ne zorluklarla yenilemiştik evin eşyalarını. Oturup-kalkmasından, hijyenden bihaber yoksulla  aynı sofrada olmak da neydi? Şimdi kim  temizleyecekti kullanmaya  kıyamadığımız kaşığı-tabağı, oturmaya kıyamadığımız koltukları!..
             

Ne kulelerimizi  yıkabildik, ne biz onlara gidebildik, ne de ''kalplerimiz kaynaştı, O'nun(Allah'ın)  sayesinde kardeş olabildik” (Bkz: 3 / 103)

           

Onlar hep ''öteki'' olarak kaldı. Karınlarını doyurduk belki ama, gözlerindeki o masumluğu, o mahrumluğu görebildik  mi? İtilmişlik  hissini bir an olsun unutturabildik mi? Peki, onların  yerine koyabildik mi kendimizi?

           

Belki de biz ''İnsanları küçümseme, yeryüzünde büyüklenerek  dolaşma.Çünkü Allah, kendini beğenen ve övünen hiç kimseyi  sevmez" (31/18)  ayetini unuttuk, yada bilincine varmamıştık zaten...

           

Bırakın aydınlarımız bildiklerini  Tv, gazete, dergi v.s.'den anlatmaya devam etsin. Biz daha az bilsek de daha çok yaşayalım, yaşatalım bu dini. Gelin, iftar sofralarımızı gerçek ihtiyaç sahipleriyle donatalım. Gerçek İslam kardeşliğinin temellerini bu ramazanda atalım!

           

Hayırlı Ramazanlar...