Hızır YILDIRIM

05 Eylül 2020

GÜL YAPRAĞI OLABİLMEK

Bir zamanlar bilginler ve şairler, ‘suskunlar meclisi’ adında bir topluluk oluşturmuşlardı. Üye sayısı kırk kişiydi ve bunu hiçbir şekilde artırmıyorlardı. Üyeliğin ilk şartı çok düşünmek ve çok az konuşmaktı. O zamanlar, meşhur şair ve bilgin Molla Cami, bu meclisin üyeleri arasında olmayı arzuluyordu.

Günün birinde, suskunlar meclisinin bir üyesinin öldüğünü duyunca, onun yerine aday olmak için bilginlerin bulunduğu köşke geldi. Kendisini karşılayan kapıcıya bir şey söylemeden, ismini bir kâğıda yazarak o sırada toplantı halinde bulunan suskunlar meclisine gönderdi.

Meclis üyeleri bu teklifi görünce biraz üzüldüler. Çünkü Molla Cami oraya layık bir bilgindi, ancak ölen üyenin yerine başka birini almışlardı. Yeni bir üye için yer yoktu. Meclisin başkanı, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Cami’ye gönderdi. Zeki ve bilgin bir insan olan Molla Cami durumu kavramıştı.

“Bir damla daha olsa bardak taşacaktı.”
Bunun üzerine o da hemen oracıktaki bir gülden küçük bir yaprak koparıp, nazikçe suyun üstüne koyuverdi. Bardak taşmamıştı. Bunu içeri gönderdi. Meclistekiler bu kibar cevabın manasını anlamışlardı:
“Zarif insanların yeri başkaydı.”
Üyeler, bu değerli bilgini de aralarına almaya karar verdi. Başkan listeye Molla Cami’nin adını da ekledi. Kırk sayısının sonuna bir sıfır koyarak “400” yazdı. Bununla, Molla Cami sayesinde “meclisin değerinin on misli arttığını” belirtiyordu.

Listenin son şekli Molla Cami ‘ye gelince, meseleyi anladı. Ancak sayının büyük gösterilmesinden hoşlanmadı. Sağdaki sıfırlardan birini silerek kırk sayısının soluna koydu.

Yani “040” yazdı. Alçak gönüllü Molla Cami, böylece kendisini solda sıfır sayıyor, bardağı taşırmadığı gibi, o meclisin yapısını da etkilemeyeceğini söylemek istiyordu.

************

Gül yaprağı olmak, kolay değil. Evde, işte, sosyal çevrede geçim ehli olmanın, gül gibi geçinmenin yolu, gül yaprağı olmaktan geçiyor. Yük olmayıp yük almak, gül yaprağı güzelliğine kavuşmak…

Kendimizle, ailemizle ve sosyal çevremizle uyumlu olmak, ebedi güzellikler yolunda yürümenin müjdecisidir. Gül yaprağı sırrına erenler, sağdaki sıfır gibi bulundukları topluma güç katarlar ,hem de bire on, ama “soldaki sıfır” gibi davranıp kimseye yük olmamak şartıyla.

Hayat yolculuğunda gül yaprağı olabilmek ve kalabilmek duasıyla…

************

Beşer insan=Esfel mi? – Eşref mi?
Şerefli mahlûkat, yani Ahsen-i Takvim olarak yaratılan insan, enfüsi ve afakî anlamda, fıtratında güzellikler barındırdığı kadar, o fıtratta Esfel-e safilin, yani aşağıların aşağısı olma potansiyelini de taşımaktadır.

“Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da (kendi tercihi neticesinde) onu aşağıların aşağısına attık. (Tin süresi 4-5)

Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar hayvanlardan da aşağıdırlar. (Furkan süresi 44)

Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık. (İsra süresi 70)

İnsan benliğinde iki çocuk besler ve bu iki çocuk birbirleri ile sürekli kavgalıdır. Biri yaramazlığı (fücuru), diğeri de usluluğu (takvayı) temsil eder. Hangisini çok beslersen, benliğine o sahip olur ve seni yönetmeye başlar.

Seçimin takvaya yönelik olursa ki, bu fıtrattandır ve bu fıtrat sana çok şeyler kazandırır. Yok, eğer fücuru tercih edersen, fıtrata aykırıdır ve seni felakete sürükler.

***********

Yaşlı Kızılderili reisi, torunu ile kulübesinin önünde oturmuş, az ötede boğuşan iki köpeği birlikte izliyorlardı. Yaşlı reisin sürekli göz önünde tuttuğu köpeklerden biri beyaz, diğeri ise siyahtı.

Çocuk, köpeklerin kulübeyi korumak için var olduğunu düşünüyordu. Ancak bir köpeğin bu iş için yeterli olacağını, öyleyse diğerine gerek olmadığını düşündü bir an. Hem, köpeklerin renklerinin birinin siyah, diğerinin beyaz olduğu sorusu da kafasına takılmıştı. Merakını gidermek için aklına takılan soruları dedesine bir bir sordu.

Yaşlı reis: “Onlar benim için iki simgedir evlat; “birisi iyiliğin, diğeri ise kötülüğün simgesi.” Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük de, içimizde sürekli mücadele edip dururlar” diye cevapladı.

Çocuk dedesinin bu açıklaması üzerine merakla bir soru daha sordu: “Peki sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?“
Bilge reis derin bir gülümsemeyle baktı torununa. “Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem, o” dedi.

************

İnsanlık kurulduğu günden bu güne, insanların büyük çoğunluğu maalesef hep fücuru tercih etmiş ve sonsuz ziyana uğramıştır. “Niye” diye soracak olursak? İçi boş ve fani dünyanın “gözle görülür” debdebesi ve şaşası, bunun yanında “gözle görünmeyen” ahiretin sanki hiç gelmeyecekmiş gibi çok uzak görülmesi, nasıl olsa Allah affeder düşüncesi, boş vermişlik, uzun soluklu ibadetin ağır gelmesi, cennet nimetlerinin ve cehennem azabının tam idrak edilememesi.

Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. (Şems süresi 9-10)

Maaşla çalışan bir insana, patronu, “sabaha kadar benim için çalış, sana ikramiye vereceğim” dese, kişi sabahlara kadar pür dikkat çalışır. Sonunda tükenecek para için kendini de tüketir. Allah (cc) bizden böyle bir çalışma istemiyor, sadece haramlardan uzak durmamızı ve günün belirli bölümlerinde ibadet istiyor.

Daha da önemlisi, karşılık beklemeden hayatımızı bize bahşeden Rabbimiz azze ve celle, “takvayı kuşanan kuluna, gözlerin göremeyeceği ve gönüllerin idrak edemeyeceği cennet ve nimetlerini vaat ediyor.

O yüzden, ahireti çok uzak görme, dünyanın albenisine kapılma, zevkin, lüksün, şeytanın ve fücurun seni esir almasına fırsat verme kardeşim! Seni, ahiret hayatına nazaran “1 gün” dahi olmayan dünya ile kandırmak istiyorlar, kanma! Fıtratına aykırı senin cehenneme girmeni istiyorlar, aldanma!
Fücur şeytanla işbirliği yapar. Kişi günah işleyeceği zaman, fücur harekete geçer ve şeytana zarf atar. Şeytan da seve seve gelir, kişiyi yoldan çıkarır. Kişi günah işlediği zaman, takvası güçlü değilse, işlediği günahın küçük veya büyüklüğünü önemsemez ve bir zaman sonra günaha alışır. Ve artık bir noktadan sonra, şeytanın dahi şerrinden Allah’a sığındığı bir insan modeli haline gelir. Böylece Allah’tan ümidini keser, tövbe etmeye yanaşmaz ve cehenneme yakıt olur. Hâlbuki insan takvayı güçlü tutsa, günah işlese dahi hemen tövbe etse, o zaman Allah’tan asla ümit kesmez.
Onun için ölüm gelinceye kadar “takvayı kuşandım” diye rehavete kapılmamak lazım. Günahlarımıza tövbe etmeye ve kulluğa devam. İmtihan dünyasında olduğumuzu unutmamalıyız. Unutursak dünyaya dalar, mal biriktirme hırsına kapılır, ölümü ve ahireti unuturuz.

Şu insan ne garip değil mi? Öleceğini bilir de, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. Cenneti bilir de, cenneti hak etmek için çaba göstermez. Cehennemi bilir de, günahlardan uzak durmak için mücadele etmez. Malın ve mülkün bir faydası olmayacağını bilir de, cimrilik eder, infak etmez ve biriktirir durur. Haramı bilir de, yine de bilerek haram işler. Gerçekten garip bu insanoğlu!

İlahi kitap geldiği halde çağımızda “kitapsız” yaşayan, yığınlarla dolu insan var. Neredeyse her evde “Allah’ın anayasa kitabı Kur’an” varken, nerdeyse hiçbir evde “T.C’nin anayasa kitabı” yokken, insanların evinde T.C’nin anayasası geçerli. Ne enteresan değil mi? Kur’an, evlerde sadece duvarları süslemektedir. Ramazan ve ölüm olunca duvardan iner ve anlamadan okunur. Okuyan kişi ve dinleyenler psikolojik olarak rahatlar, böylece Kur’an’a karşı vazifelerini yerine getirdiklerini düşünür ve sevap kazandıklarını zannederler. Ancak bilmezler ki hayatlarına müdahale etmeyen bir kitabı okumanın kendilerine fayda sağlamayacağını. İnsanoğlunun, tıp okumadan doktor olunamayacağını bildiği halde, mühendislik fakültesini bitirmeden mühendis olunamayacağını bildiği halde, Kur’an’ı anlamadan ve hayatına inzal etmeden cennete girmeyi hedeflemesi, ne yalın bir çelişki değil mi?

Hadi biz Kur’an’ı anlamadık, ama ana dili Arapça olanlar da anlamadı veya işlerine gelmediği için anlamak istemedi. Bugün İslam coğrafyası olarak Kur’an’ı mehcur (terk edilmiş) bıraktığımız için zillet hayatı yaşıyoruz. Oysaki sapasağlam elimizde Kur’an anayasası olduğu halde hayatımıza uygulayamadık. Evimiz bile şeriat’a uygun değil ki, sokaklar şeriat’a uygun olsun. En büyük nedeni ise dünyevileşme hastalığıdır.
Bu hastalıktan ancak Kur’an’a sımsıkı sarılarak kurtulabiliriz.

Peki ya Yahudi ve Hristiyanlara ne demeli? Güvendikleri tek şey silah ve para. Emperyalizm tek dayanakları. Güçlerini fitne ve fesat uğrunda kullanıyorlar. Bir tane papaları var, tamam. Kendilerine şefaat edecek algısına sahipler. Sözde cennetleri garanti. Kendilerinden olmayan peygamberleri öldüren ve olmadık eziyetler eden Yahudi zihniyeti ise, kendileri üstün ırk zannediyor. Şeytan bile şaşıyordur bunların yaptıklarına. Anlaşılmayan bir din ile cennete gitmek. Nasılsa atalarını dinlediler, atalar hiç yalan söyler mi?

“Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde, “Hayır, atalarımızdan gördüğümüze uyarız” dediler. Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş, doğru yolu bulamamışlarsa!” (Bakara 170)
Budistler ise, yüksek yerlere, gösterişli, ihtişamlı bol bol put inşa ettiler. Aciz olan bu putları şefaatçi edindiler. Büyük rant elde ettiler, para kazandıran bu putlar ile gelir seviyelerini yükselttiler. Hep dünyaya için çalıştılar ve yenidünyanın hamalı oldular. Budist rahipler insanların bir nevi sözde kurtarıcıları oldular. Kuyruğundan tut ve cennete git. Budizm’de sınır yok, yürüyen her hayvana taparlar. Hintlilerin meşhur tanrısıdır inek. Haksız da sayılmazlar hani, inek fabrika gibi hayvan. Ancak kendilerini ve de taptıkları ineği yaratan gerçek sanatkâr Allah’ı unuttular. Ahirette Allah da onları unutacak.

Çinliler yürüyen her canlıyı yediler, yeryüzünü ifsat ettiler. 1,5 milyar nüfusa sahipler. Çin’de en değersiz şey insandır. Gözle gördükleri insana saygıları yok ki, görmedikleri Allah’a saygıları olsun.

Maalesef şu insan, akıl nimeti ile Allah’ın, ne indirdiği kitabını anladı, ne de “bu putlar cansız varlıklar, kendisine dahi faydası yok ki bana olsun” diyebildi. Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Ne yazık ki! İnsan “Esfel” olmayı seçti, sonsuz ve ebedi kalacağı yurdu heba etti. İnsanoğlu birçok teknolojiye, Allah’ın vermiş olduğu akıl nimeti ile imza attı, ancak o akıl nimeti sayesinde cenneti bulamadı. Şaşkın insan, ahmak insan! Ne diyeyim ki sana ey insan, layıktır sana o azap sana layık.

Rabbimiz bize vermiş olduğun bu güzel akıl nimetini kitabın istikametinde kullanıp Resulünün güzel ahlâkıyla ahlaklanmayı bizlere nasip eyle. Bizleri Müslüman olarak yaşat ve Müslüman olarak canımızı al.