Gültekin: Yaşanan sorunların temelinde, sosyal politikaların odağına aile yerine kadının yerleştirilmesi yatıyor
Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Mücahit Gültekin’le, mevcut aile ve kadın politikaları üzerine söyleşi gerçekleştirdik. Gültekin, “Aile politik bir mesele ve iktidarla ilişkili; iktidar kendisine anne-babayı şerik olarak görmek istemiyor. Hem ulusal, hem de küresel patronlar çocuğu doğrudan kontrol etmek ve anne-babayı devreden çıkarmak istiyor” tesbitinde bulunuyor.
Emperyalist batının yeni yayılma, kontrol ve tahakküm aracı olan neo-liberalizm ve bu bağlamda Türkiye’de özellikle 2011'de İstanbul Sözleşmesi'nin imzalanmasıyla birlikte daha da kapsamlı hale getirilen “toplumsal cinsiyet eşitliği” politikaları konusundaki çalışmaları ve eleştirel yaklaşımlarıyla tanınan, Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Mücahit Gültekin’le, mevcut aile ve kadın politikaları üzerine söyleşi gerçekleştirdik. Gültekin, “Aile politik bir mesele ve iktidarla ilişkili; iktidar kendisine anne-babayı şerik olarak görmek istemiyor. Hem ulusal, hem de küresel patronlar çocuğu doğrudan kontrol etmek ve anne-babayı devreden çıkarmak istiyor” tesbitinde bulunuyor.
Türkiye'de özellikle 2000'li yılların başından itibaren, AB uyum süreci çerçevesinde "toplumsal cinsiyet eşitliği" politikalarının hızlı bir şekilde uygulanmaya başlandığını kaydeden Mücahit Gültekin:
Yaşanan sorunların temelinde, sosyal politikaların odağına aile yerine kadının yerleştirilmesi yatıyor
Son yıllarda Türkiye’de aile kurumunun ciddi bir çatırdama yaşadığına tanıklık ediyoruz. Evlilikler azalıyor, boşanmalar artıyor, aile içi şiddet artıyor. Bu durumu postmodern dönemin kaçınılmaz bir sonucu olarak mı görmek gerekir, yoksa uygulanan kadın, aile ve sosyal politikaların payı var mıdır bu durumun ortaya çıkmasında.
Şüphesiz boşanmaların pek çok sebebi var, bu sadece günümüze has bir olgu değil. Örneğin Kazım Karabekir, 1939 yılında şunları söylemiş: “Memlekette aileyi kalkındırmak lâzımdır. Çünkü aile kalkınmadıkça ve çoğalmadıkça ahlakı kurtarmaya imkan yoktur. Her sene memlekette 500 aile azalmaktadır. 32-36 senesi arasında 200 aile azalmıştır. Evlenme azalıyor, boşanma çoğalıyor.” 1942 yılında da CHP grubunda yaptığı buna benzer bir konuşma var. Bu konuşma yapıldığı sıralarda yıllık boşanma hızı binde 23 civarındaymış. Boşanmaların ilk kez istatistiğinin tutulduğu 1930 yılında bu oran binde 15 civarındaymış. Fakat 2009 yılına gelindiğinde Türkiye'de boşanan çift sayısı ilk defa bir yıl içinde 100 binin üzerine çıktı ve 114 bin 162 olarak ilan edildi; kaba boşanma hızı ise binde 1,59 idi. Yani 80 yıl öncesine göre "oransal" olarak 10 kat daha fazla boşanma gerçekleşiyor.
Sözünü ettiğim dönem ile bugün arasındaki en temel fark "evlilik, boşanma ve aile" kurumuna bakış açısının değişmesi ve uygulanan politikaların odağına "aile"nin değil, "kadının" yerleştirilmesidir. Türkiye'de özellikle 2000'li yılların başından itibaren, "toplumsal cinsiyet eşitliği" politikaları hızlı bir şekilde uygulanmaya başlandı ve buna bağlı olarak Türk Medeni Kanununda ve Türk Ceza Kanununda bazı değişiklikler yapıldı. Bu politikaların arkasında AB uyum süreci vardı. Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı (sonrasında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, şimdi ise Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı) toplumsal cinsiyet eşitliği merkezli eylem planları hazırladı ve uygulamaya geçirdi. Devlet bütün kurumlarını "toplumsal cinsiyet eşitliği"ne duyarlı olarak yeniden yapılandırdı. Bu politikaların en temel özelliği "aile"yi riskli/tehdit içeren bir kurum olarak görmesidir. Örneğin, Kazım Karabekir de boşanmalardan şikayetçidir ama "aileyi" kalkındırmaktan bahseder. Halbuki 2009 yılında Aile Bakanlığı'nın logosunun bulunduğu bir araştırmada ailenin kadınlar için "güvenli bir ortam" olmadığından bahsedilir. Dolayısıyla, Türkiye'nin bugün bir "aile" politikası değil, "kadın" politikası uygulandığından bahsedebiliriz. Bu politikanın merkezinde de "kayıtlı kadın çalışan istihdamının" arttırılması gibi bir motivasyon var. Çünkü çalışan kadın sayısının arttırılması AB uyum sürecinin makro göstergeleri arasında yer alıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği teorisi ise kadın ve erkeği birbirine rakip olarak gören ve ikisi arasında çatışma ve husumet üreten bir perspektife sahiptir.
Onbeş-yirmi yıl öncesine kadar geniş aile-çekirdek aile konularını konuşuyorduk. Şimdi ise ailenin çöküşü gibi bir kâbustan söz ediyoruz. Bu durumda gelecekte nasıl bir tablo öngörüyorsunuz?
Çocuğun eğitimi çok eskiden beri bazı düşünür ve siyasetçiler tarafından iktidarla ilişkili, politik bir mesele olarak görülmüş. Platon'da görüyoruz bunu. Örneğin Fransız Devrimi'nden sonra Meclis'te ulusal delege olan Marquis de Sade çocuğun iyi bir cumhuriyetçi olabilmesi için ailesinden ayrılması gerektiğini savunur. Hatta çocukların babaları konusunda herhangi bir bilgiye sahip olmamaları gerektiğini söyler. Neden? Aile "iktidarla" ilişkili politik bir kurum; yani çocuğun eğitilmesi, biçimlendirilmesiyle ilgili. Fakat aile evrensel bir kurum; toplumun aile merkezli örgütlenmenin dışına çıkarılabilmesi hemen yapılabilecek bir şey değil. Devletin otoritesinin en zayıfladığı yerdir aile; iktidarın göremediği, içinde ne olup bittiğini denetleyemediği bir yer.
Diğer taraftan modern/seküler iktidarın zayıfladığı bir yer olmasına rağmen, din aile kurumunda etkisini devam ettirir. Bu açıdan aile çok uzun zamandan beri başlı başına "problem"dir. İzlenen politikalara, çıkarılan kanunlara, yaslanılan teorilere ve bunlarla eş zamanlı ortaya konulan bilimsel gelişmelere baktığımızda ailenin "biyolojik, sosyal ve psikolojik" işlevlerinin giderek azalacağını görebiliriz. Bu küresel bir proje... Kadının ve erkeğin biyolojik ihtiyaçlarını karşılaması için artık evlenmelerine gerek yok; kanunlar bu konuda sorun çıkarmıyor. Çocuk sahibi olmak için de artık illa evlenmenize gerek yok; sperm ve yumurta bankaları yaygınlaşıyor.
Dahası, evliğin kendisi bizatihi sorunlu bir şey; nafaka meselesi, velayet mevzusu, mal rejimi vb. gibi problemler evliliği bir yük haline getiriyor. Bu noktada aileye alternatif bir toplumsalın nasıl kurulacağına ilişkin çalışmalar yapılıyor. Peki bütün bunlar niçin oluyor? Çünkü başta da belirttiğim gibi bu politik bir mesele ve iktidarla ilişkili; iktidar kendisine anne-babayı şerik olarak görmek istemiyor. Hem ulusal, hem de küresel patronlar çocuğu doğrudan kontrol etmek ve anne-babayı devreden çıkarmak istiyor. Şimdilik bu konuda yeterli alt yapı kurulabilmiş değil. Ama hukuk, üreme teknolojileri, sosyal bilimler alanlarındaki gelişmelere dikkatli bakarsak bu alt yapının hazırlığının yapıldığını görebiliriz.
Kendilerini bireysel kimlik düzeyinde de olsa dindar olarak tanımlayan bir kadronun yönetiminde kadın ve aile politikalarında feminist karakterin ağır basıyor oluşunu nasıl yorumlamak gerekir?
Kanaatime göre bunun 1990'lı yıllara dayanan bir zihinsel alt yapısı ve farklı sebepleri var. Birincisi Türkiye'nin geleneksel Batı Bloku'na dahil olma politikasıyla ilişkili. Burada özellikle Sovyetlerin dağılması, soğuk savaş döneminin bitmesiyle birlikte değişen bir Batı söz konusu. Özellikle sol çevreler "sınıf" temelli antikapitalist mücadeleden, yavaş yavaş "kültürel" temelli mikro muhalefet alanlarına kaydırıldı; etnisite, kadın hakları, çevre meseleleri, hayvan hakları vb. gibi. Bunun da postmodernizm, postyapısalcılık mevzularının tartışıldığı 1960'lara kadar giden bir arka planı var.
İkincisi, bununla ilişkili olarak, Türkiye'deki İslami çevreler de 1990'larda bu tartışmalara dahil oldu. Özellikle postmodernizmin açtığı alanda kendilerine bir yer bulabiliyorlardı. 1990'lardaki sivil toplum, çok kültürlülük tartışmalarını hatırlayabiliriz. Giderek "ideolojik" temelli bir muhalefet yerini "kültürel" sorunların daha öne çıktığı tartışmalara bıraktı. 1990'lardaki bu atmosfer bugünlere gelen yolun taşlarını döşedi. Örneğin başörtüsü sorunu "siyasal" bir mesele olarak değil, "inanç özgürlüğü" sorunu olarak ele alındı. Bu bağlamda başörtüsü mücadelesinin bu şekilde kavramsallaştırılması bile, çok da farkında olunmadan "postmodern" muhalefet etme biçiminin zihinsel zeminini hazırladı. AK Parti 2002 yılında iktidara geldiğinde dindar muhafazakar kitlenin "başörtüsü", "İHL'ler", "katsayı", "vakıflar", "Kur'an kursları" gibi sorunları vardı ve bu sorunlar AB uyum süreciyle birlikte çözüldü. Daha açık bir şekilde söylersek, İslami kesim 28 Şubat'ta elinden alınmış hakları "liberal referanslara" dayanarak yeniden elde etti. Ancak dindarların okullara "başörtüsüyle" girmesine imkan tanıyan liberal referanslar, aynı hakları farklı cinsel yönelimlere de tanıyordu örneğin. Bu bir "liberal takas" idi ve küresel statükonun gözetiminde yapıldı.
Bugün sonuçlarını gördüğümüz yasal, yapısal düzenlemelerin neredeyse tamamı Ak Parti'nin ilk ve ikinci döneminde yapıldı. Bunlara ek olarak, İslami kesimin kendi içindeki "kadın" algısına ilişkin sorunlar söz konusuydu. Bu sorunlar liberal takası kolaylaştıran bir etkendi. Fakat bu takasın orantısızlığı umursanmadı; zihniyet ve şekil arasında yapılan bir takastı bu. Zihniyeti neo-liberal kavramlar belirliyor, dindar-muhafazakarlara ise şekil kalıyordu. O da zamanla zaten zihniyete uygun bir şekilde dönüştü.
2011 tarihli İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasanın son yıllarda ciddi bir tepkiye ve iptalleri noktasında taleplere muhatap olmasına rağmen, iktidarca ısrarla yürürlükte tutulmasını neye bağlamalıyız? İçselleştirilen bir feminizm mi, yoksa batının dayatmalarına boyun eğmiş olma hali mi?
Bence her ikisinin de etkisi var. İstanbul Sözleşmesi'nin imzalanma tarihi 2011'dir; AK Parti'nin ikinci döneminin son ayları. 6284 ise İstanbul Sözleşmesi'ne dayanarak, 2012'nin ilk icraatlarından biri olarak çıkmıştır. Bu sözleşme ve yasalar, AB uyum paketinin içinde gelmiştir; yani neo-liberal politikaların bir eklentisidir bunlar, müstakil/münferit politikalar değil. Aile konusu müstakil olarak düşünülebilecek bir konu değil iktidar için. Ekonomik politikalara entegre edilmiş bir aile politikası var. Ulusal ve küresel şirketlerin hepsinin hararetli bir "toplumsal cinsiyet eşitliği" savunucusu olmasının sebebi budur. Dolayısıyla mevcut aile politikalarından dönüş yapmanın "ekonomik" sonuçlarını da düşünüyorlar. Ama diğer taraftan "aile" gibi muhafazakarlığın en önemli argümanı da çöküş içinde. İşte bu nokta iktidarın açmazını ifade ediyor; aile ve mevcut ekonomi politikaları arasında tercih yapmanız gerekiyor. İktidar bu noktada bana göre ne yapacağını bilmez bir halde. Cumhurbaşkanı'nın konuşmalarına bakarsanız, "aile" merkezli açıklamalar yapıyor ama yasa, yönetmelik, eylem planları tam gaz toplumsal cinsiyet eşitliği merkezli gidiyor.
Dindar kesim ise bu daha önce yapılmış "liberal takas"tan çok haberdar değil; sadece sonuçlardan rahatsız. Ama bu sonuçların değişmesinin bedelini de ödemek istemiyor. Burada da bir açmaz var.
Feminizmin içselleştirilmesi etkenine şerh koyarak katılıyorum. Dindarların feminizmin söylemlerinden etkilenmesi ayrı bir şey, feminizmi içselleştirmeleri ayrı bir şey. Feminizm kadınlığı, erkekliği ve toplumsalı yeniden kuran bir ideoloji. Bu ideolojide din temelli hiçbir yoruma yer yoktur. O yüzden bugün bazı dindar kadınların kendilerini "feminist" olarak tanımlamaları çok da karşılığı olan bir şey değil feminizm açısından. Çünkü başınızdaki örtü erkek egemen dinlerin kadın bedenini denetlediğini gösterir bir işarettir feminist algıya göre. Bunun bugün için feministler tarafından kabul edilebilir olması ise daha çok "stratejik" bir şeydir. Bir de feministlerin de liberal-kapitalistlerle girdikleri işbirliğinin bir sonucu olarak terbiye edildiklerini görüyoruz. Artık onlardan kapılarını herkese açmaları isteniyor. "Kadın" gibi sabit bir kimliğe işaret eden bir söylemi bırakmaları isteniyor. Daha doğrusu, queer denilen yeni bir çerçevenin içine girmeleri isteniyor ve onlar da buna razı olmuş durumdalar. 8 Mart yürüyüşlerindeki taşınan dövizler, atılan sloganlar bunun bir göstergesidir. Bu da zaten bazı eski tüfek feministler tarafından itiraz görüyor ama günün sonunda boyun eğiyorlar.
KADEM’i ve AB tarafından fonlanan bu kuruluşun iktidar üzerindeki güçlü etkisini nasıl yorumlarsınız?
KADEM'in iktidar üzerinde pek bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. KADEM'in 2013 yılında, toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının acı sonuçlarının görülmesiyle birlikte, yukarıda bahsettiğim açmazların bir sonucu olarak kurulduğunu düşünüyorum. "Kadının güçlenmesi" argümanının olabildiği kadar dindar bir formunun nasıl üretilebileceğiyle ilgili bir sorundan doğduğunu tahmin ediyorum. Nitekim KADEM'in de iktidardaki söylem değişikliğine bağlı olarak söylemini yeniden düzenlediğini görüyoruz. Örneğin ETCEP'e gösterilen tepkiler ve MEB'in geri adımından sonra "toplumsal cinsiyet eşitliği" söylemine karşı çıkan bir açıklama yaptı dernek.
Toplumsal cinsiyet eşitliği tanımı ve sapkın eğilimlerin “farklı cinsel tercih” veya “farklı ahlaki tercih” gibi meşrulaştırıcı ifadelerle tanımlanmaya çalışılması konusundaki yorumunuzu alabilir miyiz.
Cinsel yönelim (eşcinsellik) mevzusunun "toplumsal cinsiyet" tartışmalarından farklı bir bağlamı var. Klasik feminizmin asıl gündemi "kadın" kimliği ve ataerkil güç ilişkileridir. Fakat ikinci dalga feminizmle birlikte "cinsel yönelim" meselesinin de yavaş yavaş feminizme eklemlendiğini görüyoruz. Bugün artık feminizm LGBT hareketlerle birlikte olmak zorunda. Buna karşı çıkan feministler dışlanıyor, fonları kesiliyor vs. LGBT mevzusunun bir dayatma olduğunda kuşku yok. Normalleştirilme sürecinin başlangıç tarihi bile bunu açıkça ortaya koyar. 1973 yılına kadar eşcinsellik "hastalık" olarak kabul ediliyordu. Ama eşcinsel örgütler o yıl yapılan psikiyatri kongresini basıyor ve eşcinselliği "zorla" hastalık olmaktan çıkarttırıyorlar. Amerikan Psikiyatri Derneği'nin o yıllarda bu zorlama ve tehditlere karşı yapılmış açıklamaları var. Bugün bu zorlama ve tehdit daha yapısal ve kurumsal şekilde devam ettiriliyor. Eşcinsellik veya diğer “tercihlerle” ilişkili negatif bir şey söylemeniz akreditasyonunuzun iptal edilmesi ve "homofobi" sopasıyla terbiye edilmeniz için yeter sebeptir. O yüzden kimse bu konuyla ilgili farklı bir şey söylemeye cesaret edemiyor. Bilim camiası bu konuda adeta esir alınmış durumda. Dolayısıyla konunun objektif bir şekilde tartışılmasının zemini yok. Dediğim gibi, kelimenin tam anlamıyla bir dayatma söz konusu.
İslami duyarlılık sahibi çevrelere, “son kale” ailenin maruz kaldığı bu çözülüş süreci karşısında ne gibi sorumluluklar düşmektedir?
Benim görebildiğim kadarıyla İslami kesim aile konusunu yanlış bir şekilde kavramsallaştırıyor. Aileyi kültürel/folklorik bir konu olarak ele alıyor. Bugün İslami kesim içinden "feminizmsi" itirazların da kaynağı bu yanlış kavramsallaştırma diye düşünüyorum. Halbuki aile politik yönü olan bir kurumdur ve feminizm kadın-erkek-aile mevzularına tam da bu perspektiften bakar. O yüzden aile, liberal-kapitalist statüko tarafından toplumun yeniden inşa edileceği, yeni bir cinsiyet rejiminin kurulacağı politik bir kavram olarak ele alınır.
Her şeyden önce bu bakış açısının değişmesi gerektiğine inanıyorum. Bu bakış açısı değişmeden "kadın-erkek" ilişkilerindeki sorunlara dair yaptığımız eleştiri ve tartışmalar, mevzuyu politik şekilde değerlendiren küresel statüko tarafından çok kolay bir şekilde araçsallaştırılabiliyor.
Örneğin bugün İslami çevrelerin gelenekten ya da dinî literatürden kaynaklanan yanlış kadın algılarına ilişkin yaptıkları tartışmalar hızlı bir şekilde toplumsal cinsiyet eşitliği tartışmalarına eklemlenebiliyor. Konuyu ele alış biçimleri geleneksel algının değişmesinde ciddi bir etkiye yol açmadığı gibi, gösterilen görece değişim de toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları tarafından emilip, seküler bir mecraya ait kılınıyor. Feminizmsi itirazların bu noktaya çok dikkat etmediklerini düşünüyorum. Sürekli geleneksel kadın algısının değişmesinden bahsediyorlar ama var ettikleri görece zihinsel değişimin politik denetimini yapamıyorlar. Politik denetim bu noktada neredeyse bütün mekanizmalarını oluşturmuş neo-liberal kapitalist kurumlar tarafından yapılıyor.
İslam'da cinsiyetin asli bir değeri yoktur; ırkların ve dillerin olmadığı gibi. Bu tür "doğal farklılıklar" her zaman için bir istismar aracı olabilir, olmuştur da. Bize düşen bu doğal farklılıkları "kulluk" temelinde değerlendirmek ve bir tarafın bir tarafa "üstünlük" aracı olarak görmemektir.
Somut olarak önceliğimiz ne olmalıdır, konusuna gelecek olursak, ilk olarak İstanbul Sözleşmesi'nin iptal edilmesi için çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Egemenlerin aile üzerindeki tek yönlü denetimini (ki bu denetim en mahrem alanları da kapsayacak şekilde genişlemiştir bugün) kırmak önceliklidir. Bununla birlikte İslam'ın ahlaki değerleri, aile kurumunun sağlamlaştırılması için yeterli bir temel sunmaktadır. Buna rağmen çeşitli sorunların çıkması mümkündür ama İslam bu sorunları "güzellikle" ve "bağları" koruyarak çözmeyi tavsiye eder.
Son olarak Yeni Zelanda’da camilere yönelik haçlı karakterli terör saldırılarına dair değerlendirmenizi rica edebilir miyiz.
Saldırıya baktığımızda genel anlamda "ırkçı" dinamiklere dayandığını görüyoruz. Fakat bazıları bu saldırının Avrupa'da 1990'lı yıllardan itibaren yükselişe geçen "aşırı sağ" partilerle ilişkili olduğunu ifade ediyor. Ama bu açıklama çok yeterli görünmüyor. Çünkü, ırkçılık Batılı seçkinlerin kolektif hafızasının yabancısı olduğu bir şey değil. Rönesans ve Aydınlanma gibi, "insan hakları, özgürlük, adalet, kardeşlik" gibi sloganların dillendirildiği dönemlerde bile "ırkçılık", "sömürgecilik" ve "kölelik" gibi unsurlar Batılı seçkinlerce dışlanmadı. O sloganlar Avrupa aklının üç sacayağı olan bu unsurlarla birlikte atıldı. Dolayısıyla sorunun daha derinlerde olduğunu söyleyebiliriz.
Avrupa merkezci anlayış, dünyanın geri kalanını koca bir Öteki olarak görüyor. Bu bazen daha rafine bir şiddet olarak karşımıza çıkıyor, bazen de son saldırılarda olduğu gibi daha kanlı bir şekilde. Asıl sorun Batılı seçkinlerin kendini merkeze koyan, "standart koyucu", "kural belirleyici" bakış açısıdır. Böyle olunca Öteki'ne nasıl davranılacağı konjonktürel ve stratejik bir tercih haline geliyor. Daha açık bir ifadeyle Öteki'ne nasıl muamele edileceğiyle ilgili "yöntem" sorunu var. Bazıları Trump'ın "duvar örme" örneğinde olduğu gibi daha radikal yöntemlerden yana. Bazıları ise, Öteki'nin Batı'yı içselleştirmesinden yana. Sonuçta her ikisi de "müstekbir" bir tutumu yansıtıyor. Bu tutumun/zihniyetin, her zaman "şiddete, teröre, savaşa" yatkın bir yönü var. Dolayısıyla biz seküler tahakkümün farklı biçimleriyle karşı karşıyayız ve bunların hepsini eş zamanlı olarak yaşıyoruz.
(Söyleşi: Şükrü Hüseyinoğlu / İktibas Dergisi - Nisan 2019)