Şükrü HÜSEYİNOĞLU

19 Haziran 2018

GÜNCELE VE SÂBİTELERE DAİR

İnternetteki paylaşım sayfamda son bir ay içerisindeki çeşitli güncel gelişmeler ve sâbitelerimize dair yorumlarımı dikkatlerinize sunuyorum:
SP Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, İngiliz The Guardian gazetesine verdiği mülakatta, "Partisinin vizyonunun dinle devletin barışçıl şekilde bir arada yaşadığı İngiltere tarzı laiklik olduğunu" söylemiş. Kısacası bâtıl Batıya olan imanını tazelemiş.

İmdi, bu açıklamayla SP açık şekilde; özel, tüzel, kamusal tüm alanlarda Allah'ın ahkâmının egemenliğinin esas olduğu İslami bir devlet tasavvuru yerine, Anglo-Sakson laikliği esas alan seküler bir devlet akidesine sahip olduğunu deklare etmiş bulunuyor. Ki daha önce Erbakan'ın da laiklikle ilgili benzer açıklamaları söz konusu olmuştu.

Bu meselenin akidevi boyutu. Bir de meselenin güncel politik boyutu var ki, bu açıklamasıyla SP Genel Başkanı ciddi bir çelişkiye düşmüş bulunuyor.

Şöyle ki; Türkiye siyasetinde Anglo-Sakson laikliği/sekülerizmi temsil eden parti mevcut iktidar partisi AKP'dir. 16 yıldır uyguladığı politikalar da zaten, İslam'a bireysel ve toplumsal alanlarda görece alan açan ve fakat kamusal yani hukuk, ekonomi gibi hükümranlık alanlarında laikliği belirleyici kılan İngiliz ve Amerikan tarzı laikliğe dayalıdır.

SP ise, "Millet İttifakı" adı altında "Eski Türkiye"nin jakoben laik partileriyle birlikte hareket etmektedir. Oysa son açıklaması gereği, kendileri gibi Anglo-Sakson laikliğe/sekülerizme iman etmiş ve onu fiilen de uygulayan AKP ile birlikte hareket etmesi gerekirdi.

...

 

İman ve Allah korkusu, Doğu Türkistan'ın zalim Çin'in işgali altında olduğunu ifade edip, orada her türlü zulmü yapan Çin'in işgalinden kurtarılması için taraf olmayı gerektirir.

Reel politika ise, Başbakan Binali Yıldırım'ın yaptığı gibi Çin'in toprak bütünlüğü ve egemenliğini savunmayı, bağımsızlık isteyen Doğu Türkistanlıları ise terörist olarak yaftalamayı gerektirir.

Tercihini imandan ve dolayısıyla ayırt etmeden mazlumlardan yana yapanlara selam olsun.

...

Kendi merkezi coğrafyasını bile kâfir İngiliz emperyalizminin adlandırdığı biçimiyle "Ortadoğu" olarak bilen ve o şekilde zikretmeye devam eden Müslümanların, her şeyden önce bu kavram bağımlılığı ve tüketiciliğinden kurtulmadıkça emperyalist kuşatma ve tahakkümü aşmamız mümkün değil.
Mesela İslam coğrafyasının siyonist işgali altındaki bir parçası olan El Culan bölgesini de bizler siyonist ve emperyalistlerin adlandırdığı şekilde "Golan tepeleri" olarak biliyoruz. Güya Müslümanlara hitap eden medya organları dahi coğrafyamıza dair kendi tanım ve isimlendirmelerimiz yerine, siyonist ve emperyalistlerin tanım ve dilini kullanıyor.
Bayramlarımızın gerçek bayram olması ve bunun için de İslam coğrafyasından kâfir siyonist ve emperyalistleri söküp atacağımız günleri görmek istiyorsak, işe öncelikle maruz bırakıldığımız zihinsel sömürü ve esaretten kurtulmakla başlamamız gerekir ki, bunun da ilk adımı o kâfir siyonist ve emperyalistlerin tanım ve kavramlarını kökünden reddetmektir

Tevhid akidesinin ve dolayısıyla Mü'min/Müslim olmanın öncelikle tüm tuğyan odaklarından kesin olarak teberri etmekle mümkün olduğunun bilincine varmış ve epey bir süre bu gerçeğin dâvasını gütmüş koca koca insanların,
Şimdilerde, İslam'a dair algı ve ufukları Afganistan'da işgalci kâfir NATO'nun üssünde câmi açmak seviyesinde olan, laiklik, kapitalizm, nasyonalizm (milliyetçilik), liberalizm ve hatta aile ve kadın politikalarında görüldüğü üzere feminizm gibi bâtıl Batının tüm küfür ve tuğyan ideolojilerini içselleştirmiş insanların ardı sıra gitmesi gerçek anlamda bir akıl tutulması, akide tutulmasıdır.

Yenikapı'da şu kadar insan vardı... M.İnce'nin filan yerdeki mitingi kalabalıktı...

"Çokluk yarışı sizi oyaladı,
Ta ki kabirlere kadar." (Tekâsur, 1-2)

Oniki yaşındaki oğlumla dün aramızda geçen bir diyalog:
- Baba öf ya, eve gidelim artık.
- Oğlum biliyorsun Rabbimiz anne-babaya öf bile demeyin buyuruyor.
- O yaşlı anne-babalar için.

Kısacası bizimki, ayetin (İsrâ 23) salt lafzını esas almış ve "öf bile demeyin" emri ilahisinin sadece yaşlı anne-babalarla ilgili olduğunu düşünüyor.
Oniki yaşındaki bir çocukla böylesine doğal bir Kur'ani sohbet çok hoşuma gitti.
Hidayet rehberimiz Kur'an'ı bize lütfeden ve onu çevremize tanıtma cihadını nasib eden Rabbimize hamd u senâlar olsun.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Kılıçdaroğlu'dan alacağım tazminatları fakir-fukaraya dağıtacağız" sözü ilk bakışta kulağa hoş geliyor.
Gerçekte ise bu açıklamaya şu itirazı yapmamız gerekiyor: 16 yıldır Türkiye'yi yöneten bir kadro olarak halen fakir-fukaraya bağıştan söz edecek yerde, ülkenin zenginliklerini adil şekilde dağıtarak fakirliğe-fukaralığa son vermeniz gerekmiyor muydu?

Muharrem İnce'nin ne Türkiye'ye ne de CHP'ye başkan olacağı filan yok. Şu seçim döneminde yapabileceği tek şey; camiye ve namaza yavaş yavaş ayağı alışmışken bu işlere devam etmesi ve işi ciddiye döküp hidayet bularak ahiretini kurtarması. Ha gayret.

Suriye'de ve Irak'ta döktüğü mazlum kanlarıyla bilinen İranlı general Kasım Süleymani demişmiş ki "Bir kaç saat içerisinde sırf İran teknolojisiyle, Hayfa ve Telaviv’i komple sürmeye hazırız."
Madem öyle elini tutan mı var ey zalim. Yıllardır Suriye'nin mazlumlarına bomba, kan, gözyaşı yağdırıyorsun, siyonist işgal rejimine ise kuru tehdit yaparak tribünlere oynuyorsun.

İşgalci Rusya ve onun aşağılık lideri Piton, Çeçenya'da ve Suriye'de yüzbinlerce mazlumun kanına girmiş, beldelerimizi necis işgalci postallarıyla kirletmiş, Müslümanların tüm dokunulmazlarına necis elini uzatmış, boşverin tüm bunları.
Yaslanın koltuğunuza, Rusya'nın döktüğü mazlum kanları üzerinde organize ettiği dünya kupası maçlarını keyifle izlemeye bakın.
Rusya İdlib'de geçen hafta yaptığı gibi yeni bir katliam yaptığında biraz vicdan kasarsınız, lânet okursunuz olur biter. Şimdi geçin televizyon başına keyfinize bakın.

Rabbimizin bildirdiği İslam, insanlardan hevalarını vahye tâbi kılmalarını istemektedir.
Emevilerin peydahladığı saray dininde ise vahyin insan hevasına tâbi kılınması esastır. 
Bugün akaid kitaplarında yer alan amelsiz imanın makbuliyetine dair öğretiler hep bu saray dini mantığının eseridir.

Rabbimizin insanlığa hidayet rehberi olarak inzal buyurduğu Kur'an'ın, Rasulullah'ın (a.s.) ve öncü sahabilerin (r.a.) vefatı sonrası Arap cahiliyesinin birçok alanda rivayet kültürü üzerinden yeniden diriltilmesi ile birlikte en çok yanlış anlaşılan ve istismar edilen ayet gruplarından biri de onun insanlar için şifa olduğunu beyan eden İsra 82, Yunus 57 ve Fussilet 44. ayetleri olmuştur.
Bu ayetlerde Kur'an'ın kalplerdeki ve dolayısıyla zihin ve amellerdeki hastalıklara (şirk, fısk, fücur, nifak, hased, kin vs) şifa olduğuna vurgu yapıldığı halde, üretilen rivayetler üzerinde diriltilen Arap cahiliyesinin rukye kültürünün etkisiyle Kur'an'ın tıbbi şifa kitabı olduğu anlayışı yaygınlaştırılmış ve böylece Kur'an inzal gayesinden koparılarak bir üfürükçü nesnesine dönüştürülmüştür.
Ha, Kur'an bu anlamda da şifadır tabi ki. Ancak onun şifa oluşunu doğru kavramak şartıyla. O bize emaneti ehline vermemizi, her şeyi yerli yerinde algılamamızı ve olması gereken yerde aramamızı, sapla samanı birbirine karıştırmamamızı öğretmektedir. Kur'an bu anlamda bir reçetedir. Reçete ilacın adresini ve nasıl kulkanılacağını gösterir. Siz reçeteyi suya okuyup şifa olsun diye o suyu içiyorsanız hastalığınıza çare bulamayacağınız gibi bu akıl dışı işinizden dolayı bir de akıl doktoruna görünmeniz icap edecektir.

İslam hakla bâtılın arasını ayırmayı amaçlar. Tevhid akidesinin özü-esası budur.
Muhafazakâr demokrasi ise hakla bâtılın sentezine dayanır, eklektik bir ideoloji olarak doğası gereği hakla bâtılı alabildiğine birbirine karıştırır.
Çoğu Müslümanların bugün bu yalın gerçeği bile görememeleri üzücüdür.

- Haydi namazımızı kılıp dünya kupası maçını izlemeye gidelim.

- Peki namazımız ne der bu işe?

- Nasıl yani, namazımız ne diyecek ve nasıl diyecek? Dili mi var namazın, iyi misin sen?

- Anlayana, kavrayana, onu kılıp aradan çıkarana değil fakat ikame edene öyle sarih bir dili, net-açık mesajı var ki namazın.

- Tamam da bunun dünya kupası maçı izlemekle ne ilgisi var arkadaş?

- Doğrudan, birebir alakası var. Namaz, hayatı ve hayatın her anını Allah'a adamanın sembolik ifadesi, talimidir. Namazdan çıkıp, emperyalist müstekbirlerin halkların afyonu olarak kullandığı, sömürü ve kumar aracı olan, putubol bir sektör olan profesyonel futbol dininin haccı mesabesindeki dünya kupası maçı izlemek, namazı da İslam'ı da hiç anlamamış olmak demektir.

- Hocam bir binanın enkazı üzerine, hafriyat alınmadan, eski temeli kaldırıp yerine yeni temel kurmadan bina yapmaya kalkışmak doğru mudur?

- Hiç öyle şey olur mu, bu nasıl bir soru?

- Anladım hocam. Biz de yıllardır insanlara bunu anlatmaya çalışıyoruz fakat anlatamıyoruz işte.

Kimse boş yere gaza gelmesin.
Nasıl ki Ali Şen de başkan olsa, Aziz Yıldırım veya Ali Koç da olsa neticedeki slogan "Fenerbahçe şampiyon" idiyse,
Aynı şekilde Erdoğan da başkan olsa, İnce veya bir başkası da olsa nihayetinde asıl slogan "Laik-Kemalist düzen şampiyon" olacaktır.

Hangi alanda olursa olsun, verili olanlara taraf ve râzı olmak yerine, Rabbimizin öngörüp çerçevesini apaçık ölçülerle çizdiğine tâlip olmaktır Müslümanca yaklaşım.
Ne pahasına olursa olsun Rabbimizin râzı olduğundan başkasına râzı ve taraf olmamaktır, ki Rabbimiz neye râzı olup neye olmadığını her konuda bildirmiş bulunmaktadır.
Mü'min olmak Allah'a güvenmekse eğer, ki tastamam öyledir, kendisini türlü illüzyonlarla, Allah'ın râzı olduğundan başka işleyiş, yaklaşım ve pratiklere taraftar kılmaya çalışanlara zırnık prim vermeyecektir bir Mü'min.
Aksi durum; Allah'a, O'nun va'd ve vaidine gerçek anlamda iman etmemiş/güvenmemiş olmanın göstergesidir.

Bir ülkede kapitalist yağma ve yığmacılar (Bankalar, Holdingler) ekonomi politikalarından memnun ise ve Müslüman olduğunu söyleyenlerin çoğu da ibâdetlerimizi rahatça yapıyoruz, başörtümüzle okula gidebiliyoruz deyip mevzuyu kapatıyorsa orada İslam nedir, ibâdet nedir hiç anlaşılamamış demektir.

A Haber kanalının muhabiri (muhabir mi parti militanı mı o da çok belli değil ya) CHP'li olduğunu söyleyen bir kadınla seçim söyleşisi yapıyor.
Soru sorarken şöyle başlıyor: "Hepimiz Atatürkçüyüz."
Yavaş ol ve kendi adına konuş, muhabirsen de muhabirliğini bil.
Bu ülkede Atatürkçülük denilen irtidat, tuğyan ve zulüm ideolojisine karşı Müslümanca duruşunu, CHP'nin zorla benimsetme politikalarına olduğu gibi AKP'nin uzlaşmacı, bâtılı ve zulmü sevimli gösterme politikalarına karşı da devam ettiren, tuğyana karşı sözünü ve duruşunu asla değiştirmeyen Müslümanlar var ve hep olacak Rabbimizin inayetiyle.


Cahiliye inanç ve âdetlerini yeniden diriltmek ve Müslümanlar arasında yaymak gayesiyle hadis uydurma yoluna gidenler, dikkatli bakanlar açısından kolaylıkla fark edilecek acemilikler yapmışlardır, Allah Rasulü (a.s.)'ın İslam inkılabıyla yerle yeksan ettiği şirklerini hadis rivayeti adı altında yeniden diriltmeye çalışırken.
Vesile şirkini Müslümanlara bulaştırmak için uydurulan ve gelenekçiler tarafından bu şirki meşrulaştırmak için sıkça kullanılan, Hz. Ömer'in bir kıtlık sırasında yağmur duası için Rasulullah (a.s.)'ın amcası Abbas b. Abdulmuttalib ile tevessülde bulunduğuna dair rivayet bunun bir örneğidir.
Hangi cahil uydurduysa bu rivayeti, şirki yayayım derken üstüne bir de cahiliye asabiyeti sosu eklemiş!
Şayet duada tevessül diye bir şey olsaydı, kendisiyle tevessülde bulunulmaya lâyık olacak olan, sırf Rasulullah'ın amcası olduğu için Abbas b. Abdulmuttalib değil Hz. Ömer veya bir başka öncü sahabi olurdu. 
Ki İslam'da dua ve ibadette vesile/tevessül hiçbir şekilde yoktur. Her çeşidi şirktir. Mekkeli müşriklerin yaptıkları da zaten tevessüle yönelmekten başka bir şey değildi. (Bkz: Zümer 3; Yunus 18)

Bir yanda resmi kutlama günlerinde Kemalist putperest görünme yarışına giren dinidarlar,
Diğer tarafta seçim dönemlerinde câmi ve namazı keşfeden Kemalistler.
Bu ülkede Ebubekirler, Ömerler, Aliler (r.a.) ve karşılarında da Ebu Cehiller, Velid b. Muğireler ve onların "senin dinin sana benim dinim bana" açıklığı ve dürüstlüğüne dayalı mücadelesi yerine,
Niçin varsa yoksa her tarafta Abdullah b. Ubeyy tıynetli insanlar ortalığı kaplamış durumda?

Bu coğrafyada miting meydanlarında Kur'an çok öpülüp başüstüne konuldu, seçim konuşmalarında ayetler havada uçuştu.
Tabi bu toplum Kur'an'ı ölüler kitabı ve kolay sevap kazanma makinası olarak algılamaya ve anlama gayesi gütmeden bu iki sebeple okumaya devam ettiği için politikacıların Kur'an mushafı öpüp başüstüne koyması, ondan ayetler okuması azami derecede mutlu ve ikna etti ve ediyor bu toplumu.
Nitekim "Morrison Süleyman" diye namlanan Demirel'in 1991'de Konya mitinginde İnşirah Suresi 5-6. ayetleri okuyup "Şüphesiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır" şeklindeki mealini de verdikten sonra "İşte o kolaylık Doğruyol Partisidir" diye bağlama çekmesi meydandakileri mest etmişti.
Oysa bu halk Kur'an'la tanışsa tüm bu politikacılara Nisa Suresi 105. ayeti hatırlatır ve der ki: "Hilekâr Muaviye'nin savaş meydanında Kur'an'la şov yaptığı gibi siz de seçim meydanında onunla şov yapmayın. O kendisiyle hükmedilsin diye inzal edilmiştir. Ya onun gereğini yapın, ya da dillerinizle onu şov malzemesi yapmayı bırakın."

Daha birkaç gün önce İdlib'de 44 kardeşimizi hunharca katleden alçak Piton Türkiye'yi "Suriye’de terörle mücadelede emeği geçen ülkeler" arasında zikretmiş, muhafazakâr medya organları da sevindirik olmuş.
Tabi Putin'in terör dediği, Suriye halkının haklı direnişi ve bu direnişin parçası olan mücahid gruplar.
Allah sizi Piton'la haşretsin, ki zaten kişi ve topluluklar sevdikleriyle beraber olacaktır Hesap Günü.

Allah Rasulü (a.s.) ve arkadaşları Kadir gecesi kutlaması yapmıyordu, onların tüm gündemi hayatlarını Kadir gecesinde inzal olunan Kitab-ı Kerime tâbi kılmaktı.

"Lailahe illallah" akdinin gereği olarak dünya hayatında, Allah'ın ölçü ve hükümlerine boyun eğmeyen tağutlardan, karunlardan ve samirilerden teberri etmeyen insanlar Hesap Günü çok acı bir ders yaşayacaklardır.
Nedir o acı ders? O tağutlar, karunlar, samiriler o gün onlardan teberri edeceklerdir. Bakara Suresi 166-167. ayetlerde Rabbimiz bu durumu çok veciz ifadelerle haber vermektedir.
Bunun daha da ötesi acı ders ise, kovulmuş şeytanın da o gün bu insanlardan teberri edecek olmasıdır. Haşr Suresi 16. ayet de bu durumu ifade etmektedir.

1960'lardan 2000'li yılların başına kadar Türkiyeli Müslümanlar laik-batıcı düzenden akidevi olarak ayrışma ve özgün İslami duruş inşa etme konusunda çok irtifa kaydetmişti.
Son 16 yılda ise maalesef çok irtifa kaybetti.
"Ey iman edenler! İman edin..." (Nisâ, 136)

28 Şubat sonrası karşılarına çıkan ilk limana (AKP limanı), niteliğine bakmadan sığınıveren Müslümanların durumu,
Uzak bir coğrafyayı keşfe çıkan ve fakat yakalandığı ilk fırtına karşısında pes edip en yakın limana dalan kaptanın haline benzemektedir.
Oysa imanımız-akidemiz gereği yola, yeryüzünde fitnenin (tuğyanın, zulmün, sömürünün) yok edilip, Rabbimizin sözünün/ahkâmının hâkim kılınması gibi uzun soluklu bir mücâdele için, sabır-sebat gerektiren büyük bir iddia ile çıkmıştık.
Türkiyeli Müslümanların önemli bir kısmı, 28 Şubat fırtınasını görünce bu imani iddiaları arka plana atıp veya bu iddialardan vazgeçip, neticede cahiliye düzeninin bir parçası ve onu restore ederek "muasır medeniyet" düzeyine kavuşturma davası güden AKP limanına demir atmakla, maalesef akidevi konumlarını terk etmiş oldu.

Rabbimizin bizim için önder ve örnek kıldığı Peygamberler (a.s.) hep Kitabın ortasından konuştular.
Bu sebeple de genellikle insanların çoğunu memnun edemediler. Zira insanlar başkalarının putlarına söz söyleyenlerden rahatsız olmasa da, bizatihi kendi putlarına (tağutundan cibtine, endadından evsanına, makam-mevkiinden mal-mülküne, kariyerinden nefsani arzularına...) söz edenlerden pek hoşlanmazlar.
Kitabı insanlara göre değil, insanları Kitaba göre konumlandıran ve Kitabın mesajlarını güncel boyutlarıyla gündemleştirenleri radikal ve marjinal diye etiketlemeyi severler.
Bu sebeple birçok kişi Kitabı bildiği halde insanları karşısına almamak için Kitabın ortasından konuşmaya yanaşmaz. Onun yerine, Kitabın ana mesajından kopararak anlam kaybına uğrattığı füruata boğulur ve insanların gündemini de onlarla teslim alır.
Kitabın ortasından konuşmak, Kur'an'ın apaçık beyanlarıyla bâtılı bâtıl olarak, hakkı da hak olarak açık ve net olarak ortaya koymak ve insanları bâtıldan teberri edip hakka ittiba etmeye çağırmaktır.

AmeriKAN emperyalizminin savaş, darbe, işgal ve katliam örgütü NATO, Katar'ın üyelik isteğine red cevabı verdi.
Bu utanç Katar'ı yönetenlere yeter. Bu, dünyadaki utançları, asıl utanç ve pişmanlığı ise âhirette yaşamaları kaçınılmaz NATO kafa NATO mermer bu zihniyetle.

Rol modelleri Türkiye olunca kaçınılmaz sonuç bu:

"Katar Savunma Bakanı Halid bin Muhammed el-Atiyye 'Biz NATO dışında baş müttefikiz. NATO ortaklıkları gelişmesi durumunda tam üyeliği arzu ediyoruz. Bu konudaki görüşümüz açıktır' dedi."

Herhangi bir kitap için "okudum" ifadesi kullanılabilir. Ancak Kur'an-ı Kerim için asla. Zira Kur'an, okunup bitirilecek bir kitap değildir. Okundukça eskiyen değil yenilenen, okuyana yeni şeyler söyleyen bir kitaptır. 
Zamanın asla eskitemediği ve eskitemeyeceği, kıyamete kadar zamanları eskitecek Rabbani hayat rehberidir. 
Bu sebeple Kur'an söz konusu olduğunda "okudum" diyenlerden değil, "okuyorum" diyenlerden ve onun yol gösterici mesajlarını daima bilincinde taze tutanlardan olmalıyız.

Genel başkanlarının laiklik açıklamalarından sonra, Hüda-Par'a başından beri Hurda-Par tanımı yapanların haklılığı tescillenmiş oldu.
Devlet her dine eşit mesafede olmalıymış! Her dine eşit mesafede olmak demek, hakla bâtıla, tevhidle şirke, zekatla faize eşit bakmak demektir.

Şayet politikacılar ayetlere göre hareket etselerdi, Rabbimizin tüm insanlar için var ettiği zenginliği halka adil şekilde dağıtacak İslami bir ekonomi düzeni kurup yönetirlerdi.
Oysa ayetlere göre değil anketlere göre hareket ettikleri için, var olan zenginlikten halka ciddi paylar ayırmak ancak seçim dönemlerinde akıllarına gelmekte.
Seçim dönemleri dışında ise, bankalar ve holdingler yüzde 200'lerde kârlar açıklarken, emeklinin, işçinin, memurun geliri enflasyon karşısında her geçen yıl daha da erimekte.
Kimse de kalkıp politikacılara şunu sormayı akıl etmiyor: Madem ki seçim öncesi anketler sinyal verince kesenin ağzını bu kadar açacak imkânlar vardı, niçin bu imkânları bunca yıldır halktan esirgediniz?

"İslam toplum bazında en iyi Türkiye'de yaşanıyor" şeklinde bu toplumda adeta icma haline gelmiş bir kabul var.
Değil mi ki bu ülkede Kur'an, bunca yıldır yapılan onca bilinçlendirme gayretlerine rağmen ısrarla halen diriler yerine ölüler için okunmakta ve insanlara yaşarken değil öldüklerinde mezarları başında telkin/tebliğ (!) yapılmakta. Bundan daha iyi İslami hayat (!) algısı mı olurmuş.

Diyanet'in faizin haramlığını ilk defa bir hutbede söz konusu etmesi kendileri açısından bir mesafedir.
Bununla birlikte, faizin haramlığını dile getirmenin doğurduğu tabii bir yükümlülük vardır, o da Rabbimizin Bakara Suresi 279. ayette vurguladığı üzere Allah ve Rasulü ile savaş üzere olan faizcilerden akidevi olarak teberri etmek ve onlara karşı Kur'an'la büyük dâvet cihadı vermek.
Türkiye'deki en büyük faizci de birçok bankası bulunan ve diğer bankaların da faaliyet iznini veren devlet olduğuna göre, Diyanet'in devletten akidevi olarak teberri ettiğini ilan etmesi, devletin faize dayalı ekonomi düzeniyle Allah ve Rasulü ile savaş halinde olduğu gerçeğini açıkça dile getirmesi gerekir.
Diyanet devletin bir kurumu ve üstelik 6 bakanlığa denk bütçesiyle en gözde kurumlarından biri olduğuna göre böyle bir şey söz konusu bile olmayacağından, faiz hutbesi son dönemde politikacıların kimi söylemleriyle de paralel konjonktürel bir çıkış olmaktan öte anlam taşımamaktadır.

İsmailağa tarikati Erdoğan'a destek açıklama yapmış. Açıklamanın sonunda deniyor ki "Allah bizi ve Türkiye'yi yönetenleri istikametten ayırmasın."
Yani, Halidiye Nakşileri olarak kendilerinin ve laik devletin muhafazakâr-demokrat yöneticilerinin istikamet üzere, sırat-ı mustakim üzere olduklarını söylemiş oluyorlar.
Keşke Hesap Günü ile karşılaşmadan kendilerinin Rabıta ve istimdad başta olmak üzere nice şirk akide ve amelleriyle dolu bir Hint batağında,
Türkiye'yi yönetenlerin ise laik-demokrat bir bâtıl Batı batağında olduğunu anlayabilseler.

"Lâ'sız İslam" ve "Münkerle barışık Müslümanlık" nasıl olurmuş görmek isteyenlerin, Türkiye'deki hâkim din algısı ve pratiğine bakmaları yeterli.
Kur'an ve takva ayı Ramazan'dayız ve iftarlarıyla, sahurlarıyla, teravihleriyle toplumun büyük bölümünün iştirak ettiği canlı bir Ramazan görüntüsü var.
Diğer taraftan ise, konut satışındaki daralmayı ortadan kaldırmak için bankaların faizleri indirmesiyle birlikte iki haftada 3 milyar lira kredi kullanıldığı ve aşırı talep dolayısıyla başvuranların ancak 10'da 1'ine kredi verilebildiği haberlerini okuyoruz.
Milyonlarca insanın iftar ile sahur arasını kahvehanelerde kumar oyunlarıyla geçirdiği bir ülkede, Ramazan'da iktidar-bankalar-vatandaş üçgeninde bir faiz şöleni (!) yaşanması maalesef şaşırtıcı gelmiyor. 
Bu toplumda çok ciddi bir "imansal dönüşüme" ihtiyaç var ve bunu yapacak olanlar da dâvet yükümlülüğünü omuzlarında hisseden Müslümanlardan başkası değil.

Tevhidi istikametten sapmanın ve siyasi hırsların insanı nerelere savurduğu acı gerçeğini Mehmet Bekaroğlu, Abdullatif Şener gibi isimlere bakıp gözlemlemek mümkün.
80'li yılların sonu-90'lı yılların başında Ankara'daki tevhid halkalarının muvahhid şahsiyetleri olmaktan,
Daha sonrasında Milli Görüş üzerinden maslahat adına sistem içi politikaya bulaşarak adım adım, merhale merhale gelinen nokta:
İslam ve halk düşmanı, tektipçi-jakoben, darbeci CHP'nin yöneticiliği ve aynı niteliklere sahip Perinçek'in yandaşlığı.
Rabbimizin Kur'an'da istikamete ve ondan hiçbir koşulda ve gaye ile milim ayrılmamaya niçin bu kadar vurgu yaptığını, bu adamların içine düştüğü hale bakıp bir kez daha anlayabiliriz.
(Not: Söz konusu tevhid halkalarında bulunup da, bugün ılımlı laik, liberal-kapitalist bir parti olan Ak Parti'nin yönetici kadrosundaki birçok isim de bu ibretlik halin misalleridir.)

Yeni Şafak'ta Faruk Aksoy adlı köşe yazarı bugünkü yazısında diyor ki "Türkiye'de herkes herkesle anlaşmış, dayatılan Batıcılıktan damıtılan Batıcılığa gönüllü geçiş tamamlanmıştır." Kendisi de bu durumu olumlamaktadır.
Ben kendi adıma ve tevhid akidesini güncel boyutuyla paylaştığımız muvahhidler adına bu tesbite itiraz ediyorum ve bu "herkes"in içinde bizim olmadığımızı ifade etmek istiyorum.
Biz başından beri CHP'nin dayatmacı/jakoben Batıcılığına da, AKP'nin ılımlı/anglo-sakson Batıcılığına da (Ki Batıcılık denilen şeyin düz Türkçesi gâvurlaşmaktır) LÂ dedik ve demeye devam ediyoruz elhamdulilliah.

Şaka değil gerçek. Bugünün gündeminden bir haber:

"BM Güvenlik Konseyi, ABD'nin talebi üzerine, Gazze'den İsrail'e havan saldırıları olduğu gerekçesiyle toplandı."

İslam'ı şahsi, siyasi veya hizipsel hedefleri için manivale olarak kullanmaya yeltenenler ile,
Allah'ın dininin yücelmesi için gerektiğinde işlerinden, aşlarından, ünvanlarından, mallarından, canlarından vazgeçen, dünyevi bir beklentiye girmeden cehdü gayret edenleri muhakkak Rabbimiz bu dünyada da, ahirette de açığa çıkaracak ve layık oldukları neticeye ulaştıracaktır.

Asıl fetih nedir biliyor musunuz? Rabbimizin bize hayat rehberi olarak lütfettiği Kitab-ı Keriminden okuyalım:

"Rablerinden sakınanlar ise bölük bölük cennete iletilirler. Nihayet oraya gelip kapıları açıldığında (futihat ebvabuha), cennetin bekçileri onlara şöyle derler: Size selâm olsun. Hoş ve temiz geldiniz. İçinde sonsuza kadar kalmak üzere girin oraya.
(Cennetlikler de) şöyle derler: Bize verdiği sözünü yerine getiren ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamdolsun, ki cennetten dilediğimiz yere konaklayabiliyoruz. Çalışanların ecirleri ne güzelmiş." (Zumer, 73-74)

Tesettürlü bir teyzemiz, Hükümetin icraatlarını soran muhabire şöyle cevap veriyor: "Her yeri Paris gibi yaptılar daha ne isteyelim."
Teyzemizin kastının şehirlerin ulaşım, çevre temizliği, su, elektrik gibi konularda geliştirilmesi olduğunu biliyorum. 
Fakat teyzemiz kastetmese ve muhtemelen farkında olmasa da diğer yönüyle de, yani yaşayış biçimi, giyim-kuşam, insan ilişkileri konusunda da maalesef Paris oldu her yer. Fahşa ve münker artık sokaklardan taşıyor.
Ve bunda, maddi hizmetleriyle şehirleri geliştiren AKP'nin, neo-liberal politikalarının, başta aile ve kadın konuları olmak üzere ifsad edici sosyal politikalarının büyük etkisi olmuştur.

Kur'an'ın mucizliği belağatında ve fesahatında olduğundan daha çok, yaptığı tesbitlerin, verdiği mesajların ve insana gösterdiği istikametin mükemmelliği ve zaman ve mekan üstü evrensel niteliğinden kaynaklanmaktadır.
İnternet ortamında dolaşan iki fotoğraf var; birinde Nepal'deki bir deprem sonrası Budistlerin Buda heykelini enkazdan çıkarıp taşımaları, diğeri ise Türkiye'de epey müntesibi bulunan yaşlı bir tarikat şeyhinin tekerlekli arabada götürülürken merdiven gibi engellere gelindiğinde müridlerince zorlukla taşındığı görüntüler.
Oysa Budistler halen Buda'nın önüne geçip tazim ve tapınmada bulunuyor ve ondan yardım diliyor, söz konusu ettiğimiz tarikatın mensupları da başta Rabıta denilen tapınma biçimi olmak üzere söz konusu şeyhlerine ibadet formunda tazimde bulunuyor, onun kalplerden geçenleri bildiğine ve tasarruf sahibi olduğuna inanıp ondan istimdad dilemeye devam ediyorlar.

İşte bu durumla ilgili Kur'an'ın muciz mesajı:

"Yardım görürler umuduyla Allah'tan başka ilâhlar edindiler.
Onlar, kendilerine yardımda bulunmaya güç yetiremezler. Aksine kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir." (Yâsîn, 74-75)

Hani cahiliye devri Arapları yolculuğa çıkarken yolda tapınmak için helvadan put yapar, acıkınca da bir güzel yerlermiş ya putlarını.
Kemalizmin jakoben devlet dayatmalarına karşı halka görece nefes aldırdıkları düşüncesine dayalı "milletin adamları" argümanının başına seçim sürecinde gelen de bundan başkası değildir.
AKP, kendi icadı olan "milletin adamları" listesine jakoben devletin "ebedi şef"ini ekleyerek kendi putunu yemiş, Kemalizme teslimiyet bayrağını sembolik plandada çekmiştir.
Artık AKP'den beklediğimiz son adım, D.Perinçek'i de bu listeye ekleyerek listeye son şeklini vermesidir.
Bu arada söz konusu listeye Cumhur İttifakı kontenjanından girdiği anlaşılan Türkeş'in, Menderes'i deviren ve idama götüren 27 Mayıs darbesinin radyo bildirisini okuyan bir albay olması da, helvadan put yapıp sonra onu yemenin başka bir boyutunu teşkil etmektedir.

Bugüne kadar "milletin adamları" Menderes, Özal ve Erdoğan'dı.
Bu seçim öncesi birden bire buna da zam yapıldı.
A Haber kanalı "milletin adamları" listesine hem de ilk sıradan M.Kemal'i de ekledi.
İnönü'nün nesi eksik, onu da ekleseydiniz bari.

Allah'ın hükmüyle değil de cahiliye hükümleriyle toplumları yönetenlerle ilgili Rabbimizin Kitab-ı Kerimindeki hükmü açık ve nettir.
Mâide Sûresi 44, 45 ve 47. ayetler ve Allah'ın indirdikleriyle hükmedilip cahillerin hevalarına uymamayı emreden onca ayet bu konuda son sözü söylemiştir.
Hal böyle iken, kişileri bu ayetlere göre değerlendirip, bu ayetlerin tanımlarına giren kişileri Allah için açıkça uyarmak yerine, ayetleri kişilerin hatırına göre eğip bükmek, bâtıl te'villere tâbi tutmak Samiriliktir.

İslam için Türklere,

İslam için Kürtlere,

İslam için Araplara EVET.

Türkler için İslam'a,

Kürtler için İslam'a,

Araplar için İslam'a HAYIR.

İslam hiçbir kavim, toplum veya otoritenin ihtiyaç duyduğunda kavramlarından faydalanacağı, kendi işleyişi için araçsallaştıracağı bir mabed dini değildir. İslam bütüncül hayat nizamıdır, herhangi bir toplum veya otorite ya ona tâbi ve teslim olur, ya da ondan elini çekmesi gerekir.

İslam'ın hayat menbaı öğretisinin tarihsel süreçte nasıl alt üst edildiğini, Yâsîn Sûresinin, 21. ve 70. ayetlerine rağmen ücret karşılığı ve ölülerin ruhuna okunan bir ölüler ve mezarlıklar sûresi haline getirilmiş olmasından anlamak mümkündür.

Bahçelievler'de bir AVM'nin Ramazan (!) etkinlik afişi.
İki ölçek pop yıldızı, bir ölçek de Hacivat-Karagöz. Üstüne de bir tutam Nihat Hatipoğlu.
Bir de utanmadan "Bu yıl da Ramazanı ruhuna uygun yaşamaya niyetliyiz" yazmışlar. 
Oysa yaptıkları, Ramazanın ruhunu/anlamını katletmekten başka bir şey değil.

Ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek "Piyasa ekonomisinden geri adım atmayacağız" demiş. 
Piyasa ekonomisi dediği ne peki? Alımlı ismine bakarak serbest rekabet ve reel alış-verişe dayalı olarak oluşan bir ekonomiden söz edildiğini kimse zannetmesin.
"Piyasa ekonomisi" olarak ambalajlanıp insanlığa dayatılan şey, bildiğimiz rant ekonomisi, sermaye ekonomisi, yani kapitalizm.
Kısacası para babalarının, faiz baronlarının, holdingler ve bankaların piyasaları diledikleri gibi yönlendirdiği, manipüle ettikleri ve söğüşledikleri yağma ve yığma ekonomisi.
İşçinin, memurun, esnafın, emeklinin geliri her geçen gün erirken, bankaların, holdinglerin yüzde 200'lerde, 300'lerde kârlar açıkladığı talan ekonomisi.
İşte AKP bu ekonomiden geri adım atmayacakmış. Atacağız deseydiniz şaşırırdık zaten.

Halkın, Kemalizm karanlığına karşı ışık kaynağı olarak gördüğü ampüle sarılması anlaşılabilir bir durumdur,
Fakat gerçek ışık kaynağından haberdar olanların, o ışık kaynağını da karanlıkla uzlaştırmaya çalışarak ifsad etme rolü üstlenen ampüle râm olması büyük bir aldanıştır, apaçık bir dalâlettir.

Bu reklamı yapanların da, yayınlayanların da Allah belasını versin. Alçak kapitalistler, bari İslam'dan, Ramazan'dan çekin o pis ellerinizi.
Bonus kart denilen kapitalist sömürü enstrümanının "Harca Büşra harca. Ramazan'da daha çok harca, sürekli harca. Bonus puan veriyormuş durma harca" şeklindeki alçakça reklamından söz ediyorum.

Canlardan ve mallardan eksiltme ile imtihan olunacaklarına ve Cennet nimetinin Mü'minlere canları ve mallarını Allah yoluna vakfetmeleri karşılığında bahşedileceğine dair ayetleri okuyan,
Bununla birlikte, bu anlamda hiçbir bedel de gerektirmeyen İslami eğitim çalışmalarına (ders halkalarına) haftada bir veya birkaç defa katılmakta bile zaaf gösteren, türlü gerekçelerle bu asgari mücadele zeminlerinde dahi istikrar göstermeyen insanların,
Yeri gelince, hurma hasat mevsimine denk geldiği için Tebuk gazvesine katılmayan (Uhud'da ciddi yaralar alan bir gâzi olduğu halde Tebuk seferi sırasında zaaf göstererek dünya ekinini önceleyen) Kab b. Malik ve diğer iki sahabinin ibretlik hikayesinden söz etmeleri ne kadar da trajiktir!
O Tebuk gazvesi ki o günün büyük şeytanlarından Doğu Roma ordusuyla karşı karşıya gelmek için bir aydan fazla bir mesafede, yazın ortasında çölleri aşmak demekti. Kısacası canları, malları ve her türlü rahatlığı Allah için ortaya koymanın adı idi.

Maalesef Mürcie'den bu yana İslam somut olandan ziyade soyut kavramlar ve kabuller üzerinden algılanmaya başlandığı için, Kur'an'ın doğrudan pratiğe dayalı birçok öğretisinin, dâva sahibi Müslümanlar arasında bile güncel hayatla, fertlerin kendi hayatlarıyla bağı kurulamaz olmuştur.
Bu konuda Rabbimizin Kur'an'da ifade buyurduğu dünyevileşmeyle, dünya hayatını âhirete tercihle ilgili beyanlarını örnek verebiliriz.
Biz Müslümanlar, konuyla ilgili ayetleri nedense hiç kendimizle ilgili okumayız! Okuduğumuzda, ayetlerde eleştirilen insan tipine en azından acır, hatta içimizden yuhalarız.
Öyle ya, âhiret gibi Rabbimizin ikramı, sonsuz bir mutluluk yurdu bırakılıp da geçici dünya hayatına dalıp gitmek, ona râzı olmak, onu âhiret bağlamından kopararak tercih etmek, yatırımları ona yapmak akıl kârı değildir!
Lâkin pratikte birçok Müslümanın, teoride karşı çıktıkları dünyevileşmeyi bizatihi hayat biçimi edindiklerini görürsünüz.
Hep verdiğim bir misaldir: Hiçbir Müslüman, bugün keyfim yerinde değil, biraz başım ağrıyor, misafirim var gibi gerekçelerle işine gitmekten geri durmazken, bu ve benzeri gerekçelerle (!) ders halkalarına gitmemek sıradan işler durumundadır Müslümanlar için.
Bunları bıraktık, daha önemli gerekçeler olsa bile işine gitmek zorunda olduğunu bilen, zira işverenle, alacağı ücret karşılığı yaptığı akitleşmenin gereğini yapmak zorunda olduğunu bilen bir Müslüman, diğer yanda Allah için bir araya geldiği ve hep birlikte âhiret ekini umdukları bir çaba içine girdikleri dâva arkadaşlarıyla yaptığı en azından bir ders akdini keyfi olarak kolayca çiğneyebilmektedir.
Dünya ekinini kaybetmeyi göze alamayan ve fakat âhiret ekini konusunda keyfi davranıp hiçbir bağlayıcılık gözetmeyen bir Müslümanın bu durumu dünyevileşmek ve dünyayı âhirete tercih etmek değilse nedir?

Kapitalizm eken, eninde sonunda kriz biçmeye mahkûmdur.

Dolar ve euro üzerinden operasyon yaparak Hükümeti devirmeye çalışan küresel odaklar ve yerli işbirlikçilerinin bu tür operasyonları, kapitalist işleyiş içinde zengin kesimler daha da zenginleşirken, zaten her geçen gün geliri eriyen ve yoksullaşan halka ciddi zararlar vermekte, buna karşılık Hükümeti ise daha da motive etmekte ve "dış mihraklar" söylemine zemin kazandırarak seçimlerde elini güçlendirmektedir.
Kısacası olan her defasında halka olmaktadır.

Sistem içi kimi iyileştirmelere râm olan kesimlerle bizim farkımız, onların işin dekoratif kısmıyla, bizim ise temeliyle ilgilenmemizden kaynaklanıyor.
Şunu anlamıyorlar: Yanlış/bâtıl temeller üzerine kurulan bir binaya yapılacak dış cephe giydirmesi ve dekoratif güzelleştirmeler o binanın temelindeki çarpıklığı, çürüklüğü unutturacak ve sağlam bir bina olduğu algısına yol açarak o binanın yıkılıp yerine temelinden sağlam bina kurulması ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.
AKP süreci ile birlikte, mevcut laik-kemalist sistemle ilgili "İslami kesimlerde" yaygın olarak yaşanan aldanış budur.