Güzel hayatların yaşanabileceğine dair bir tanıklık
Ercümend ve Mukaddes Özkan ikilisinin hayatları aile yapıları, çocukluk ve gençlik yılları itibariyle içimizden biridir. Yaşam tarzları, mücadeleleri, azim ve kararlılıkları itibariyle ise sıra dışı bir hayattır. Mukaddes Hanımın, hayatı emniyette, gözaltı odalarında, hapishane koğuşlarında geçen bir adamın hanımı olmaktan şikayetçi olduğu duyulmamış, “ben bu oyunda yokum” dememiştir. Bilakis bu hayatı eşiyle birlikte omuzlamış, eşinin en yakın destekçisi olmuştur.
Mukaddes Özkan Hatıratı
Mehmed Durmuş / İktibasdergisi.com
Mukaddes Özkan ablamız nihayet hatıralarını yayınladı. Kendisi yazma konusunda son derece titiz olduğu için, kitabı yazarken çok yorulduğunu tahmin etmek zor değil. Ama baştan söylemem gerekirse, maşallah gıpta ettim, çocukluk günlerinden başlayarak kendi hayatını ve lise yıllarından başlamak üzere eşi Ercümend Özkan’ın hayatını ve mücadelelerini anlatmada oldukça başarılı. ‘Başarı’ kelimesi bilhassa Ercümend ağabeyin fırtına gibi esen hayatını yazması bakımından daha bir yerine oturmaktadır. Mukaddes Hanımın hatıratını değerli kılan bir husus da, Özkan’ın İslam anlayışına ışık tutan kayda değer değerlendirmeler yapmış olmasıdır.
Ercümend ağabeyin akidesi, akideye istinat eden siyasi metodolojisi, mücadelesi, Allah’ın dinini anlama, hayatına tatbik etme ve önüne gelen herkese anlatma, ayrıca hiçbir zaman davasında yalpalamadan, hiçbir beşere eyvallah etmeden, sadece Allah’ı razı etmeyi ilke edinerek inandığı doğrular uğrunda dimdik duruşunu gösteren hatıraları, İktibas’ı az da olsa okumuş, E. Özkan’ı az çok tanıyan herkesin bildiği hususlardır. Dolayısıyla hatıratın bu boyutu üzerinde fazla durmak istemiyorum. Daha ziyade, kalitenin yoğunlaştığı bazı ayrıntılara dikkat çekmek istiyorum.
Mukaddes ablanın (abla diyorsam da kendisi annemin yaşıtıdır) hatıratı doğal olarak kendi hayatıyla başlamaktadır. 1940’lı, 50’li yıllar. Baba hâkimdir. Sık sık yer değiştirmek memuriyetin cilvesidir. Savur, Van, Ahlat, Özalp, Isparta, Kırşehir vb. Ceremesini ise ailece çekmek durumundadırlar. Hakim beyin Van’ın Özalp ilçesinde bir süre görev yapması gerektiği günlerde, evin annesi üç çocuğu ile birlikte soğuk mevsimde derme çatma barakada yalnızlığa gömülür; aynı zamanda hasta yatmaktadır. Babanın yolu gözlenir; gelecek de evi ısıtacak, hasta hanımına derman olacak. Dokuz yaşındaki Mukaddes ve kardeşleriyle birlikte biz de üşüyoruz. Babası kısa bir ziyarete geldiğinde, hasta yatağındaki annenin sevk ve idaresi ile aileye yemek pişirmektedir. Kısacası sadece kışın değil, hayatın bütün zemherisi Mukaddes Taner ve ailesini yoğurmaktadır.
Ercümend ağabeyin hayatı da bir başka ilginç. Öncelikle o yıllardaki (E. Özkan 1938 doğumlu) Anadolu insanının kahir ekseriyeti gibi onun ailesi de, hiç bitmeyen bir fakirlik sınavındadır. Buradan alınacak çok önemli bir ibret var tabi ki: Bahse konu yıllar henüz yokluk, açlık ve parasızlığın, çocukların ve gençlerin psikolojisini bozmadığı bir zamana tekabül etmektedir; tıpkı Ercümend Özkan’la, Mukaddes Taner örneğinde olduğu gibi. Her ikisi de hayatla barışık olmayı ömürleri boyunca sürdürmüşler, hayata ve hiç kimseye küsmemişler.
Önce Kırşehir, sonra Ankara. A.Ü. Dil Tarih Coğrafya fakültesi bu iki genç insanın hayatlarının kesiştiği mekandır. Ercümend Özkan —Ömer Nasuhi Bilmen’in “senden iyi avukat olur” şeklindeki, başından savma niyetiyle söylediği ‘yönlendirmesine’ rağmen(!)— Hukuk fakültesini terk etmiş, DTCF’nin Şark Dilleri ve Arapça bölümüne kaydolmuştur.
Ercümend Özkan ve Mukaddes Hanım evlenirler ama bu, başlarını sokacak bir evleri olmayan bir ‘ev’liliktir. Parasızlık denilen misafir onlarla artık aile dostu olmuştur. Bu ‘dostluk’ Mukaddes Hanıma, eşinin çok sevdiği, pahalı pardesüsünü kendisi evde yokken sattırmıştır.
Bu arada kabına sığmayan, sürekli arayış içinde olan Ercümend Özkan Hizbuttahrir’le tanışmıştır. Tanışmıştır ama artık hiç bitmeyecek olan polis takipleri, ev baskınları, evin gözetlenmesi, yıldırma, sindirme süreci de başlamıştır. Mukaddes Hanımın hayatının olmazsa olmazı olan zorlu günler yeni başlamıştır. Genç çiftin evinde mutfağın kaynaması lazım ama neyle? Evin reisi evinde, hanımının, çocuklarının başında geçiremiyor ki günlerini. Polisle adeta kovalamaca oynamaktadır. Nasıl oynamasınlar ki, İsmet İnönü Türkiye’yi yeniden İslamlaştıracak büyük bir örgütle karşı karşıya olduğu zehabına kapılmıştır. 1967’nin 10 Nisan—4 Ağustos tarihleri arasında yani dört ay kaçaktır. Kaçaklık dönemi Ankara Ulucanlar cezaeviyle sonlanır. Özkan’ın deyimiyle ‘mapushane’ yılları.
Ulucanlar cezaevi… Genç Hanım her hafta yollarda ve yalnız. Dört yaşındaki kızı Ayşe için anneanne iyi bir sığınak. İki yaşındaki oğlu Ömer’i ise her seferinde babasına götürmeye çalışıyor. Hiçbir ziyaret gününü kaçırmadım diyor. Bu yıllar hala her hatırladığında herhalde Mukaddes Hanımın boğazına bir şeyler düğümlenmeden geçilemez. Ömer her hafta annenin kollarında babasına koşsa da, yine de yaşadığı şartlar onu, “Çabuk gidelim bakkaldan her gün eve elen bir baba alalım!” demekten alıkoyamamıştır.
Bütün bu sıkıntılara, Mukaddes Hanımın kendi kardeşi Tandoğan ve Ercümend ağabeyin kardeşi Erol beylerin tutuklanmaları da eklenecekti. Mukaddes Hanımın yeni görevi, öz ve kayın biraderin hayatından haber almaktır. Emniyet binalarında, mahkeme kapılarında Mukaddes Hanıma kim bilgi verirdi? ‘İslamcı feminist’ varlıkların akılları bu hikayelere ulaşmamaktadır.
13 ay süren mahkemenin sonunda eşinin tahliye olacağı umuduyla mahkemeye koşan Mukaddes Hanım ve yakınları, mahkemenin ‘sürpriz’ kararına da dayanmak, metanetlerini yitirmemek zorundaydılar. Allah’ın imtihanı devam ediyordu çünkü. Mahkeme Ercümend Özkan’a dört yıl ağır hapis, ömür boyu kamu hizmetlerinden men, yurt dışına çıkma yasağı, iki yıl Bingöl’de zorunlu ikamet cezası takdir eder. Takdir ‘yüce mahkeme’nindir. Ama Ercümend Özkan’ın mahkeme heyetine söylediği söz çok daha yüceydi, gerçek yüce: “Bana yüz yıl ceza verseniz, yüzbir yıl da ömrüm olsa o bir yılı gene bu dava için çalışarak geçireceğim!” Sözünde sahiden durmuştu.
Ercümend ağabey Ulucanlar’dan Ankara’nın Çamlıdere, oradan kendi memleketi Mucur, Mucur’dan da Adana cezaevlerine nakledilir. En sonunda da “iyi hali” görülmüş mahkumlara uygulanan bir gelenek gereği İmroz cezaevine gönderilir. Ulucanlar’da Mihri Belli’nin söylediği şey olmuştu: İmanlı adama hapis yılları kolay geçmişti… ‘Yata yata bitirdiği mahpus’ günleri neticesinde 4 Nisan 1970 tarihinde Gökçeada (İmroz) cezaevinden çıkar.
Ercümend Özkan cezaevinden çıktıktan sonra bazı dava arkadaşlarındaki savrulmalara şahit olur ve bunları hanımıyla şöyle paylaşır: “Onca emek, onca çalışma, onca umut boşa gitti. Güvendiğim dağlara karlar yağdı. Herkes bir yana savruldu. Bu nasıl bir şey, insanlar nasıl bu kadar çabuk pes edebiliyorlar, anlayamıyorum doğrusu.” [Bu sözlerin bundan tam elli yıl önce söylendiğine dikkat edelim.] (Bu serzeniş Ercümend Özkan’ın, ayağı ayağıma denk bir dost bulamadım şikayetinin de açıklamasıdır).
Ercümend Ağabey—Mukaddes Hanım ikilisinin bundan sonraki hayatları artık Basın Haber Ajansının işlerinin yoluna konulması, ajansın İstanbul’da şube açması gibi işlerle geçmeye başlar. İslami faaliyetlerde ise asla duraksama yoktur. 1981 yılının Ocak ayında, 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden henüz dört ay bile geçmemişken, altıncı çocuğum dediği İktibas’ı yayınlamaya başlar. Mapushane sonrası işler kısmen yoluna girse de, bu altıncı çocuk yan giderleri ha bire artırır. İktibas’la birlikte emniyetin ve savcılığın gözü yeniden Özkan üzerine çevrilir. 1983 yılı Ocak ayında Isparta’da bazı Müslümanlar tutuklanırlar. Ercümend Özkan da Ankara’dan alınır, iki aylık bir ‘misafirlik’ için Isparta kapalı cezaevine derdest edilir. Mahkemede yaptığı bir buçuk saatlik, İslam’ın tebliği sadedindeki savunma, oradaki Müslümanlar tarafından çok beğenilmiştir. 1985 Ekim’inde yine İktibas, yine Isparta. Mehmet Çoban’ın dergideki bir yazısından dolayı, 105. sayı toplatılır, yazı sahibi ve Özkan gözaltına alınırlar. Yeni cezası altı yıl üç aydır fakat derginin sorumlu yazı işleri müdürü olması sebebiyle Özkan’ın cezası para cezasına çevrilir.
Artık Ercümend ağabey İktibas vasıtasıyla, büyük yankı uyandıracak, yoğun bir mücadeleye girişmiştir. O günlerde bazı tarikat, cemaat ve partilerden gelen saldırı ve hakaretler resmî mercilerin tacizini gölgede bırakmıştır. Kur’an’daki İslam’dan rahatsızlık duyanlar adeta bir linç girişimi başlatırlar. Özkan ise dişli çıkmıştır, diş geçirememişlerdir. 1995 yılı başlarına kadar böyle dolu dolu bir mücadele devam eder. Artık sağlığı bozulmuş, hafif felçle başlayan sıkıntılar kalp krizleriyle devam etmiştir. En sonunda 1995 yılı Ocak ayının 24. günü ölüm meleği gelmiş, emaneti Rabbine teslim etmiştir.
Ercümend ve Mukaddes Özkan ikilisinin hayatları aile yapıları, çocukluk ve gençlik yılları itibariyle içimizden biridir. Yaşam tarzları, mücadeleleri, azim ve kararlılıkları itibariyle ise sıra dışı bir hayattır. Mukaddes Hanımın, hayatı emniyette, gözaltı odalarında, hapishane koğuşlarında geçen bir adamın hanımı olmaktan şikayetçi olduğu duyulmamış, “ben bu oyunda yokum” dememiştir. Bilakis bu hayatı eşiyle birlikte omuzlamış, eşinin en yakın destekçisi olmuştur.
Ercümend Özkan ise eşi Mukaddes Hanıma lüks evler, pahalı arabalar, varlıklı yaşam standardı sunamamışsa da, başlarını hep dik tutacak şerefli bir hayata birlikte imza atmışlar, nebilerden intikal etmiş aziz bir davayı birlikte omuzlamışlardır. Allah rızasını kazanmayı birlikte dert edinmişlerdir. Onların hayatları Necip Fazıl’ın şiirinde ifade ettiği üzere gerçekten bir “zehirle pişmiş bir aş” hikayesiydi. Onların bu hikayeyle böbürlendiklerine şahit olmadık, davanın ecrini Allah’tan başka kimseden beklediklerini de işitmedik. Rablerine şükrettiler. Bizlere de, o güzel hikaye ile avunmak ve bunu bir söylem haline getirmek yerine, kendimizi onunla tartmak, kusurlarımızı görmek ve her birimizin neden bu davanın yükünü taşıyabilecek sağlam omuzlarımızın olmadığını sorgulamak düşmektedir.
Ercümend—Mukaddes Özkan çiftinin mücadelesi yaşanabilir, güzel bir örnekliktir. Kalbini İslam’a açan, canını ve malını Allah yoluna adayan müminlere Allah’ın hesapsız-sınırsız yardımının geleceği, bu örnek hayatta gözlenmektedir. ‘Allah’ın yardımı’ dedikse bunu, belli bir aşamadan sonra paraya-pula boğulmak, servet-saman edinmek olarak anlamamak gerekir. Yusuf (as)ın hamd etmesine vesile olan ‘mülk’ ve olayların yorumunu öğretmesi Allah’ın en büyük yardımıdır. Erkek ve kadın müminler, İslam davası uğrunda tâbi tutuldukları türlü bela ve fitne olaylarından yüzlerinin akıyla çıkabilmişler, ayakları kaymadan, kurulu düzenin rüzgarına kapılmadan dimdik ayakta kalabilmişlerse bu işte Allah’ın en büyük yardımıdır. Ödül kabilinden en büyük yardımı ise müminler cennette göreceklerdir.
Burada Mukaddes Hanımın hatıratında içimi burkan iki hususa dair hissiyatımı belirtmeden yazıyı bitirmek istemiyorum. Birincisi şudur: Ercümend Ağabeyin “Ayağı ayağına denk bir dost bulamadan gitti diye yazın mezar taşıma” sözünü, onunla teşrik-i mesaisi olan herkes bilir. Ercümend ağabeyin bu sözü, bilhassa düşünceleri çerçevesinde hızlı, cesur, basiretli ve gözü kara dost bulamamanın serzenişiydi. Mukaddes ablamız ise onun bu siteminden kendine de pay çıkarmakta, “Hiçbir konuda onun hızına yetişmek mümkün olmuyordu. Yola çıkarken bile onunla aynı anda çıkmayı başaramıyordum.” demekte; “Her zaman arkasında idim. Ne yazık ki hep yanında olamadım beraberliğimiz süresince. Bunun için şimdilerde çok üzgünüm.” diye de üzüntüsünü dile getirmektedir. İşte tam bu noktada içim cız etmektedir. Elbette evin hanımı, ‘ikisi mapushane öncesi’, ‘üçü mapushane sonrası’ döneme ait beş çocuğun annesi bir kadının, eşi Ercümend Özkan’la aynı hızda, aynı işleri yapması beklenemez. Fakat geriye dönüp baktığımızda, arkada kalmış miras çok açık ve nettir: Bu hanımefendi, eşinin siyasi polisin takibinde olduğu günlerden başlamak üzere, bütün takibatlar, gözaltılar, cezaevi serencamı; evin bir geliri olmamasına rağmen eşine ve onun davasına olan tam bağlılığı, evini ve çocuklarını çekip çevirmesi, ağyara muhtaç olmaması kanaatimce Mukaddes Hanımın, ayağı eşinin ayağına denk bir hanım olduğunu göstermektedir. “Haydi!” deyince Ercümend ağabey kolayca hazır oluyordu, Mukaddes Hanım ise beş çocuğu ve kendisini hazır etmesi gerekiyordu.
İkinci husus da şudur: Ercümend ağabey 1975 yılında, —yurt dışına çıkış yasağı olmasına rağmen— Avukat Ali Oğuz vasıtasıyla bu engeli bir şekilde aşarak hacca gitmiştir. Ercümend ağabey ne yapıp yapıp, hayatı boyunca hep yanında olmuş, kendisiyle aynı çileleri çekmiş kıymetli eşini de bu güzel yolculuğa dahil etmeliymiş diye düşündüm. Hac yolculuğuna birlikte çıkmaları bu güzel hayatı taçlandırırmış. Elbette her şeyin zahirini ve batınını Allah en iyi bilir.
Ercümend ağabey genç denecek bir yaşta aramızdan ayrıldı. Ona Allah’tan rahmet ve mağfiret; eşi Mukaddes Hanıma da sağlıklı, hayırlı ömürler diliyor, tüm emekleri için teşekkür ediyoruz.