Dünyayı kadınlar yönetince vahşet biter mi?
Taha Kılınç, geçtiğimiz günlerde ölen ABD eski dışişleri bakanı Madeleine Albright`ın, Irak işgal ve katliamındaki payı ve katliamı sahiplenen söylemleri üzerinden “Dünyayı kadınlar yönetirse savaşlar, katliamlar olmaz` argümanını sorguluyor...
“Dünyayı kadınlar yönetsin”
ABD’nin ilk kadın dışişleri bakanı Madeleine Jana Korbel Albright, yakalandığı kanser nedeniyle, 23 Mart Çarşamba günü 84 yaşında öldü. 1970’li yıllardan itibaren Amerikan dış siyaset mahfillerinin önde gelen isimlerinden biri olan Albright, arkasında parlak ama oldukça tartışmalı bir meslekî miras bırakarak sahneden çekildi.
1937’de Çekoslovakya’nın başkenti Prag’da dünyaya gelen Albright, Yahudi bir çiftin kızıydı. 1948’de ABD’ye iltica eden Albright ailesi Colorado eyaletinin merkezi Denver’a yerleşirken, genç Madeleine de 1957’de Amerikan vatandaşlığına geçti. “Prag Baharı” konulu teziyle New York’taki prestijli Columbia Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayan Madeleine Albright, 1976’dan itibaren Amerikan dış politikasının karar alıcılarıyla yakın mesaiye başladı. Bir yandan Georgetown Üniversitesi’nde de dersler veren Albright’ın dünya sahnesine çıkışı 1992’de Bill Clinton’ın ABD başkanı seçilmesiyle oldu: 1993’te ABD’nin Birleşmiş Milletler temsilciliğine, 1997’de de dışişleri bakanlığına atandı.
Madeleine Albright, üstlendiği görevlerdeki başarılarıyla değil, Müslüman coğrafyada yaşanan acılara karşı zihin dünyasındaki bariyerleri açığa vuran skandal açıklamalarıyla akıllarda kaldı. Irak’a uygulanan ambargolar yüz binlerce çocuğu açlığa, hastalıklara ve sefalete mahkûm ederken, Albright “Tüm bunlara değdi doğrusu” diyebildi mesela. ABD’nin başrol oynadığı diğer bütün işgal ve ihlaller konusunda da aynı çizgideydi. Kendisi zaten, Amerikan dış politikasını şekillendiren “teorisyenler çemberi”yle iç içeydi.
Ölüm haberi vesilesiyle Madeleine Albright’ı bir kez daha hatırlarken, dünyanın herhangi bir yerinde bir şeyler ters gittiğinde ağızlarda sakız gibi çiğnenen o meşhur tekerleme aklıma geldi ister istemez: “Dünyayı kadınlar yönetsin, erkekler ellerinin değdiği her şeyi mahvediyor! Kadınlar işbaşında olsa ne savaşlar yaşanır, ne de kan dökülür; dünyamız şefkatle ve merhametle dolar.” Oysa bizzat Albright’ın duruşu, bu gülünç ezberi yalanlamaya fazlasıyla yetecek malzemelerle doluydu. Üstelik Albright örneği nadirattan da değildi:
2001-2005 arasında ABD ulusal güvenlik danışmanı, 2005-2009 arasında da ABD dışişleri bakanlığı yapan Condoleezza Rice, “kadın merhameti” mefhumundan son derece nasipsiz, yırtıcı ve acımasız bir karakterdi. Dönemin Amerikan yönetiminin İslâm dünyasının çeşitli yerlerine yönelik aldığı savaş ve işgal kararlarının arkasında, Rice ve onun gibi düşünenler vardı. Elini milyonlarca masumun kanıyla kirleten Rice’ın, aynı ellerle piyano çalan usta bir müzisyen olması da, bu tablonun en absürt parçası. “Sanat ruhu inceltir, insanı yüceltir” miydi o ünlü cümle? Gülünç bir tekerleme daha…
Hindistan’ın ilk -ve şimdiye kadar tek- kadın başbakanı Indira Priyadarshini Gandhi (1917-1984), ülkesinin ve Hint Alt Kıtası’nın en kanlı savaşlarından birine önderlik etmişti. Gandhi’nin ilk başbakanlığı (1966-1977) sırasında, 1971’de patlak veren bu savaşla “Doğu Pakistan” artık Bangladeş adıyla yeni bir ülkeye dönüşürken, günümüzde hâlâ devam eden Pakistan-Bangladeş geriliminin de temelleri atılmıştı. 1980’de ikinci kez başbakanlık koltuğuna oturan ve bu süreçte hem ekonomik hem de siyasî açıdan çok sayıda skandala adı karışan Indira P. Gandhi, izlediği agresif politikaların bir neticesi olarak, Yeni Delhi’deki konutunun bahçesinde kendi korumaları tarafından öldürülmüştü.
Sırf kadın olmanın tek başına fazilet ve erdemleri beraberinde getirmeyeceğinin bir başka örneği de Filipinler’de yaşandı. 1965-1986 arasında ülkeyi demir yumrukla yöneten Ferdinand Marcos’un karısı Imelda, kocasının gücünden faydalanarak, akla gelebilecek her türlü yolsuzluğu yapmış, devleti milyonlarca dolar zarara uğratmış, böylece sadece kendisini değil kocasını da bir nefret objesine dönüştürmüştü. Imelda Marcos, halk yoksullukla boğuşurken verdiği müsrif partiler, ayakkabı ve mücevher koleksiyonları, ülkenin dört bir yanına inşa ettirdiği ve çoğunu hiç kullanmadığı lüks malikâneler, alışveriş için çıktığı yurtdışı seyahatleri ve daha nice marifetiyle bugün tiksintiyle hatırlanan bir figür.
Velhasıl, tersini ispatlayan çok sayıda örnek ortada dururken “Dünyayı kadınlar yönetsin, çünkü…” ezberini gevelemek yerine, “Dünyayı adalet ve vicdan yönetsin” demek en doğrusu.
(Taha Kılınç / Y.Şafak)