Ahlak imandan bir cüz(mü)dür?
Mehmet Akif Koç, ahlakın imanın şartlarını bile önceleyen bir aşama olduğuna dikkat çekerek, “Hazreti Peygamber döneminde Müslüman olacak olanlarda önce ahlaki değişim gözlemleniyordu. Herkes bir insanın Müslüman olacağını hissediyordu zaten davranışlarından. Böyle bir sorunumuz yok mu bizim?” sorusunu yöneltti.
İktibas Dergisi bürosunda 17 Haziran’da bir sunum gerçekleştiren Ankara İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Akif Koç, “ahlak” meselesini konu aldı. Prof. Koç konuşmasında, “Ahlakın bir şekilde imanın içerisinde yer alması gerektiğini, sistematik ahlaksızlığın, kelami açıdan kişiyi dinden çıkarması gerektiğini” vurguladı.
Mehmet Akif Koç’un konuşmasının tam metni şöyle:
Bugünkü konumuz ahlak imandan bir cüz müdür? Ben iki senedir bir şeyi sorgulamaya çalışıyorum, basite indirgeyeceksek, bizim bugün Türkiye’de, ve İslam dünyasında takdim ettiğimiz İslam anlayışının vatandaştaki varoluşsal yansıması şu: Mesela ortalama bir Türk şöyle düşünüyor, nenelerimizi, dedelerimizi gözümüzün önüne getirin: Ben Müslümanım, garanti olan dinin mensubuyum, amenna. Peki, ben ahlaklı bir insan olmayabilirim, yani ahlak açısından durumum hiç iyi değil ama Müslümanım. İnşallah benim imanım ölene kadar benim davranışlarımı yola getirir.
Şimdi bakın, kademe-kademe ilerliyoruz:
Peki ya getirmezse? Ahlaksız bir Müslüman olarak ölürüm.
Peki, sonra? Sonra inşallah Allah affeder.
Peki, ya affetmezse?İşte ondan sonraki cümle, İslam dünyasının bugün içinde boğuştuğu cümle. “Cezamı çekerim, cennetteki yerim hazır”. Bakın sıfır ahlaklı bir din anlayışına son garantisi veriyoruz. Bu böyle sürdüğü sürece biz ahlakla ilgili sorunumuzu çözemeyiz.
Mesela, bir insan hayatı boyunca hiç doğru konuşmasa, hep yalan konuşsa, hep milletin canına okusa, çıkarı için herkesin malını tarumar etse, iman esaslarına inanıyorsa, bu insan sonunda cennete gidecek. Ya bu işte bir yanlışlık yok mu diye sorguluyorum iki-üç senedir. Bu nasıldı, erken dönemde böyle miydi?
Mesela doktora öğrencileriyle 30. cüzü tek-tek müzakere ettik. Kur’an’da yerilen ilk müşriklerin öldüklerinde ibadetler henüz farz bile değil; As b. Vail, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Velid b. Mugire, bunların 30. cüzde, yani ilk inen surelerde yerilme sebepleri neler diye bir baktık, 5-6 tane sebep var.
Bir, kibir.
İki, kamu malını kendi uhdesinde kullanmak.
Üç, kölelere ve zayıflara baskı yapmak.
Dört, milleti küçümsemek.Ayetlerini okuyabilirim burada şimdi. Yerilme sebeplerinin aşağı yukarı hepsi ahlakla ilgili.
Şimdi o zaman şöyle soruyorsunuz: Eğer kibirli olan, doğru ve yanlış derdi olmayan, milletin hakkına-hukukuna riayet etme gibi bir kriteri olmayan, kibirli olan, milletle istihza eden birisi eğer kendisine Allah’ın yanında yer buluyorsa, şeytanın taraftarları kim? Din bu kadar ucuz mu? Birkaç senedir bunlara yoğunlaşmaya çalışıyorum.
Aslında biraz ilerlerseniz sorunun semavi dinlerin sorunu olduğu ortaya çıkıyor sadece İslam’ın değil. Geçen sene Papa Franciscus bir makale yayınladı, makalede ilginç bir şey söylüyor. ‘Corruption’ yani ‘yozlaşma günah olmamalı’ diyor. Bakın tekrar ediyorum, ‘yozlaşma günah olmamalı’ diyor. Ne kadar ters geliyor ilk bakışta değil mi? Adamcağızın dediği ve haklı olduğu şey şu: muttaki Katoliklerin önemli bir kısmı Güney Amerika’da ve İtalya’da yaşıyor; burada mafya babaları, mafya üyeleri var. Papalık, fakirlere yardım kampanyası düzenlediğinde en önde onlar var. Adam vergi rekortmeni, hayatında bir kez bile Pazar ayinini kaçırmamış. Ne yapıyor? Her pazar gidiyor ‘Allah bütün günahları affeder’i işitiyor, pazartesi haraç alarak işine devam ediyor. Papa diyor ki, eğer siz bütün hayatını günah üzerine planlamış birisine pazar günü günahlarının affedildiği duygusunu verirseniz, pazartesi aynı şekilde hayatının devamını mümkün kılarsınız. Böylece de yozlaşma ortadan kaldırılamaz hale gelir. Demek istediği; sistematik olarak böyle bir planlama kişiyi dinden çıkarmalıdır. Allah günahı affeder ama günah nedir? Günah insani bir şey, hepimiz büyük günah da işleriz yani, melek değiliz.
Bir insan hayatı boyunca hiç doğru konuşmasa, hep yalan konuşsa ve iman esaslarına inansa ne olur sonuç? En sonunda cennete gidecek. Bir yanlışlık yok mu burada? Bu böyle miydi Hazreti Peygamber döneminde mesela? Siz şöyle bir örnek hatırlıyor musunuz: Mekke’de İslam dini gelmiş, Hazreti Peygamber oturuyor, onun önüne insanlar geliyorlar Müslüman olmak için. Onlardan herhangi birisi şöyle bir şey söylüyor mu: Ya Rasulallah kainat belli ki kendi başına olamaz, Allah vardır, belli ki sen de onun elçisisin, yani doğru sözlüsün ama bizim Mekke’de kurulu bir düzenimiz var, biz bundan hemen vazgeçemeyiz. Siz böyle bir örnek hatırlıyor musunuz? Hatırlayamazsınız, çünkü İslam’ın bidayetinde ahlak imandan önceki aşamaydı. Müslüman olmaya niyet eden insanların önce, hal ve hareketlerinde toplum tarafından bir değişiklik gözlemleniyordu. Sonra kişi geliyor ve şehadet getiriyordu. Biz bugün ahlakı imandan sonraki aşama zannediyoruz, temel sorun bu. Yani bu söylediğimin tehlikeli bir şey olduğunun farkındayım. Pek çok iman iddiasının aslında geçersiz olduğu anlamına gelir bu söylediğim şey. Ama ahlak meselesini sağlam bir yere ‘olmaz ise olmaz’ şeklinde tanımlayarak koymamız lazım.
Mesela ateistlerin sitelerine bakın, ne diyorlar: İnsan evrimleşe evrimleşe insan vicdanı ahlaksızlık konusunda rahatsız olur hale geldi. Peki din ne yapıyor? Din insanı yolsuzlaştırıyor, yabancılaştırıyor. Niye? İbadetlerle telafi mekanizması çalıştırıp ahlaksızlığı kabullendiriyor vicdana diye gerekçeler öne sürüyorlar. Yani ateistlerin doğru söylediğini tabii ki iddia etmiyoruz, ama düşünmemiz gereken şeyler var, ipuçları var. Şöyle insanlar görmediniz mi siz: Ahlaksızlığın dibine vurup, hacca giderek onu telafi etmeye çalışan Müslümanlar. Duymadınız mı hiç? Veya Cuma namazlarına gidip sonra her türlü ahlaksızlığın en çarpıcı örneklerini veren? Yani böyle bir durum var, bunun sorgulanması gerekmiyor mu?
Telafi mekanizması. İki cuma namazı arası bütün günahlar affolunur, iki bayram namazı arası affolunur, hac insanı şöyle temizler… evet Allah günahları affeder, ama günah nedir, sorun orada. Sizin günah dediğiniz şey aslında günah mı? Sistematik ahlaksızlığa siz günah derseniz toplumdaki ahlaki yozlaşmayı nasıl önleyeceğiz?
Şimdi size bir tane örnek vereceğim bakın, İslam dünyasının en sert alimlerinin yorumuna bakın. Buradaki dinleyicilerin aşağı yukarı İslam kültürüne vakıf olduğunu düşünüyorum, çünkü İktibas öyle bir atmosfer. Buhari, Müslim, Ebu Davut’u biliyorsunuz. Müslim’de bir hadis var, hadis şöyle metin olarak: “Münafığın alameti üçtür: Konuşunca yalan söyler. Vadedince yapmaz. Emanete ihanet eder.” Bakın burayı hepiniz biliyorsunuz, şimdi söylenmeyen taraf bundan sonraki taraf, Buhari’de olmayan, ama Müslim’de olan hadisin devamı şöyle: “…” Namaz kılsa da, oruç tutsa da, kendisini Müslüman zannetse de münafıktır.”
Şimdi size Suudi Arabistanlı, 2001 yılında vefat eden İbn Useymin’in ve bir de Tunuslu alim Ahmet Uteybe’nin bu hadisi nasıl anladıklarını aktarmaya çalışacağım. İbn Useymin, sert görüşleriyle maruf bir Selefi, alim. Bu hadisin şerhinde diyor ki: Kişi başkasının bilmesini istemediği bir konuda tevil yapabilir yani hilafı hakikat konuşabilir diyor. Eğer ben bilmenizi istemediğim bir şey varsa doğruyu söylemeyebilirmişim size. Şimdi ben İbn Useymin’e soruyorum; zaten yalan bunun için söylenir. İnsan yalanı başka bir şey için söylemez ki! Neden Müslümanların kafası böyle tuhaf çalışıyor? Mesela, İbn Useymin niye şöyle diyemiyor, ben onu anlayamıyorum: Evet, ben insanım ve sizin benim gizli herhangi bir şeyimi bilmenizi ‘istememe’ hakkım var, buna ihtiyacım da var. Niye şöyle bir şey gelmiyor İbn Useymin’in aklına: ‘Bu konuda konuşmak istemiyorum.’ dersiniz karşı tarafa olur biter. Bu gelmiyor da, hakikat olmayan bir şeyi söylemek caizdir demeye getiriyor. ‘Bu konuda size bilgi vermek istemiyorum’ demek niye gelmiyor aklına, benim merak ettiğim o.
Daha vahimi, Ahmet Uteybe burada diyor ki: Nifak ikiye ayrılır, bir inanç nifakı, bir amel nifakı. Yani ‘kişi eğer iman esaslarına inanıyorsa yalan konuşmakla münafık olmaz’ diyor. Ben şimdi size soruyorum; ümmetin en sert alimleri bile ahlak konusunda bu kadar mütesahiller ise, Hazreti Peygamber bu ümmeti nasıl irşat etsin, daha ne desin? Yok Hz. Peygamber öyle söylemek istemedi de… Peki, bir vakit namaz kılmayanın hemen kafir olduğunu söylüyorsun da, ahlakı niye bu kadar kolay gözden çıkarabiliyorsun?
Niye İslam dünyası ahlak konusunda bu kadar sorun yaşıyor merak ediyorlar, ben de niye merak ettiğimizi merak ediyorum. En sert alimimiz ahlaka bu kadar değer veriyor işte. Hazreti Peygamberin hadisini ve uyarısını işlevsiz hale getiriyor. Hadis çok açık ve sert. Düşünebiliyor musunuz, “namaz kılsa da, oruç tutsa da, kendisini Müslüman zannetse” de bu üçünü yapan münafıktır, ne demek? Belki de sadece bu hadis İslam dünyasını adam etmek için yeterli.
Ne zaman oldu bilmiyorum ama ‘ahlak’ olsa da olur olmasa da olur kabilinden kabul ediliyor. Ve bugünkü Müslümana -inanın bana- “İslam ahlaka önem verir’ cümlesi yetmiyor. Benim üç senedir çalışmamın sonucu bu. Müslüman buradan şunu anlıyor: Müslüman iyi ahlaklı olsa iyi olur, olmasa da olur, kötü Müslüman olur. Nasıl? Yani Müslümanın cennete gireceğini de söyledikten sonra ahlak konusunda nasıl bir terakki bekliyorsunuz? Kendisi için hiçbir ahlaki kurala uymayan bir hayat planlasa dahi en kötü ihtimalle, cezasını çekiyor yine de cennete giriyor!
Ulrika Martenson, Norveçli bir İslam-bilimci, tefsir profesörü, Müslüman değil. Bana dedi ki; “Müslümansan kendinin, çoluk-çocuğunun, yakınlarının, ana-babanın aleyhine de olsa adaleti –emir kipiyle- uygula”. Peki, nerede o zaman?
Biz bazen çok çok uzaklarda arıyoruz çözümleri. Ben 1992’de Ankara İlahiyat’tan mezun oldum. 90’lı yıllarda -bilmiyorum İktibas da düzenlendi mi?- Kur’an sempozyumları çok fazla olurdu. Fecr Yayınevi, Ankara Okulu, başka başka yayınevleri, sayısız. İşte, Kur’an’ı anlama sorunumuz vesaire vesaire. Doktora döneminde tefsir rivayetleriyle hemhal olunca bende şöyle bir soru uyandı: Bizim Kur’an’ı anlama sorunumuz mu var, ciddiye alma sorunumuz mu var?
Kur’an-ı anlama diye bir sorunumuz var mı bizim? Günümüze ulaşan 64 bin küsur tefsir rivayeti var, 24 cilt halinde, Müsait Tayyar editörlüğünde toplandı bu rivayetler. Bildiğimiz kadarıyla klasik dönemde Süyûtî’nin Dürrü’l-Mensûr’u tefsir rivayetlerinin en geniş ansiklopedisidir. Ama bu gün itibariyle 2017’de yayımlanan bu Müsaid Tayyar’ın editörlüğünde hazırlanan ansiklopedidir en geniş çalışma.
Buradan hareketle erken muhataplarının Kur’an’ın büyük çoğunluğunu nasıl anladıklarını kesine yakın tespit edebiliyoruz. Ve Kur’an, kendisinin kompleks, girift, simgelerle dolu, şifrelerle dolu bir şey olmadığını ısrarla söylüyor zaten, basit olduğunu söylüyor zaten. Biz mi yanlış bir şey arıyoruz, Kur’an’da acaba? Biraz önceki ayeti yanlış anlayan bir Müslüman var mı? Kendinizin, ana-babanızın, dedenizin, akrabanızın aleyhine de olsa adaleti ‘ibka’ edin. Peki uygulayan kaç tane Müslüman var!
Tövbe ve dua.
Tabii ki Cenab-ı Hakk insanla vahiy yoluyla, felsefi anlamda söylersek yani mekânsal değil ama yukarıdan aşağıya, en yüce olan varlıktan, mutlak varlıktan, mümkün varlığa doğru vahiyle konuşuyor. Bir de aşağıdan yukarıya tövbe ve dua var tabii ki. Bunları nasıl inkar edebiliriz, kişi melek değil, büyük günah da işleyebilir. Fakat günahla, ‘sistematik ahlaksızlığı’ ayırmak gerekmiyor mu? Yani ben mesela diyelim ki bundan sonraki bütün geleceğimi dinin uzağında olan, dine hiç kıymet vermeyen, hiç dini bir ilkesi-prensibi olmayan bir insanla yüzde 100 aynı planlıyorsam, aynı onun gibi bir hayat yaşamayı planlamışsam sistematik olarak, sadece şehadet getirmem beni Müslüman yapar mı? Yaptı mı Hazreti Peygamber döneminde? Bunları biz sorgulamazsak acaba ne olur? Bir farkındalık yaratabilir miyiz İslam dünyasında?
Bence iman ve ahlak arasında kurduğumuz ilişkide bir sorun var. Bana öğrencilerden biri dedi ki; Hocam, o zaman neden Kur’an’da her sayfada ahlak yok? O kadar basit ki cevap. O bana öğrenci gibi sordu, ben de ona öğretmen gibi cevap vereyim dedim. Bu şuna benziyor: Ben Ankara İlahiyat’ta mesela hocayım, tefsir usulü ve tarihi derslerine giriyorum. Her gün bu sınıfa gelsem, desem ki, arkadaşlar burada 50 öğrenci var, her gün lise diplomanızı masanızın üzerinde göreceğim, onları kontrol edeceğim, ondan sonra size ders anlatacağım. Niye demiyorum bunu? Buraya sadece oturmuş olmanız bile, lise diplomanızı öğrenci işlerine ibraz ettiğinizi, kayıt yaptırdığınızı, öğrenci olduğunuzu, Ankara İlahiyat’ın kimlik kartını taşıdığınızı gösteriyor. Bana dersiniz ki, Hoca sen deli misin her gün nedir bu? Ahlak, Kur’an açısından çok önceden bitirilmiş bir mesele zaten. Her gün Allah doğru söyleyin der mi, her sayfada der mi? Zaten onu geçmişte bırakıp gelmişsin buraya. Bu kadar olmazsa olmaz bir şey ahlak. Her sayfada Allah adil olun der mi, yalan söylemeyin der mi, kibirli olmayın der mi, her gün diploma istenir mi? Her gün, her saniye, bu işgüzarlık değil mi? Yoksa, ahlakın daha az önemli olmasından kaynaklı değil bu.
Ahlak, imanın şartlarını bile önceleyen bir aşama olduğu için, Hazreti Peygamber döneminde Müslüman olacak olanlarda önce ahlaki değişim gözlemleniyordu. Herkes bir insanın Müslüman olacağını hissediyordu zaten davranışlarından. Böyle bir sorunumuz yok mu bizim? Yani tevil ederek her şeyi kolaylaştırdığımız zaman, amenna “kolaylaştırın, zorlaştırmayın”. Ama işin bir de ciddiyeti olması gerekmiyor mu, bir vakarı, bir haysiyeti, tanımlanabilir bir çerçevesi? Bu kadar esnek, su gibi bir şey olabilir mi İslam? Yani koy, istediği yerde, istediğin gibi o İslam olsun filan! Bunun bir kriteri, bir ağırlığı olmaz mı? Ne güzel, ben ‘iman esaslarına, Allah’ın birliğine, meleklere, kitaplara, resullere, kadere, ahiret gününe inandım’ diyeceğim, bundan sonraki 30 sene boyunca hep yalan konuşacağım! Kibirli olacağım, riyakar olacağım, insanların arasında sürekli fitne çıkaracağım… Ne güzel! Yani hiçbir kötü davranışım beni Müslümanlık kategorisinden çıkaramıyor. Nasıl bir kadro; daimi bir kadro, ne kadar kötülük yaparsan yap en garantili yerdesin!
Böyle miydi Hazreti Peygamber döneminde? Biraz önce okuduğum o hadislerde, kişi şöyle şöyle yaparsa münafıktır. Amelle ilgili şeyler ne olacak? Yalan konuşursa şöyle olur, kibirli olursa böyle olur, emanete ihanet böyle olur. Bunlar ne olacak? Bunlar tevil edilecek, çünkü ahlak zor! Yani namaz bir günde benim 1 saatimi alıyor diyelim, oruç senede 30 günümü alıyor, ahlakın vakti yok. Ahlak, doğduğun andan öldüğün ana kadar tetikte olmayı gerektiriyor.
İslam böyle başlamadı, böyle değildi. Hazreti Peygamber dönemindeki Müslümanlaşma faaliyeti böyle değildi. Ahlak İslam’dan, imandan ayrı değildi. İman esaslarının içinde açıkça zikredilmese de ahlak mündemiçti, yani ahlaksız birinin Müslüman olmayacağı konsensüs halinde biliniyordu, ama bu telaffuz edilmiyordu. O kadar biliniyordu ki söylenmiyordu bile. Ama bugünün söylemi bana tuhaf geliyor: “İslam ahlaka önem verir, İslam kadına önem verir, İslam doğruluğa önem verir”. Verse ne olur? Gereğini yapmazsam en fazla ne olur? Kötü bir Müslüman olarak ölürüm, cennette yerim hazır yine. Bana, işin ağırlığı ortadan kalkıyor gibi geliyor, bilmiyorum size de öyle geliyor mu?
Peki, İslam eşittir ahlak diyebilir miyiz?
Hayır. Eğer elimizdeki metinden hareket edeceksek, ahlak konusunda ateistlerle, deistlerle, diğer dinlerle ortak bir yere kadar gelebiliriz, aynı şeyleri söyleyebiliriz, fakat İslam’ın kendisine göre ibadet esasları var, makasıdı var, düzenlemeleri var, kuralları var. Yani şunu demek istemiyorum, yanlış anlaşılmamak için bu tür konuşmalarda bunu hemen ilave ediyorum: Bazıları, İslam eşittir güzel ahlaktır diyor. Benim demek istediğim; ahlak olmadan iman olmaz. Ama o yeterli değil Cenabı Hakk başka şeyler de istiyor. İstemeyebilir miydi? İstemeyebilirdi, sadece ahlak isteyebilirdi. Ama ahlaktan sonra namazı var, orucu var… yani kendisine göre kuralları var. Yanlış anlaşılmamak için bunu da hemen ilave ediyorum. Ama ben ahlakın kaynağının din olduğuna inanmıyorum. Ahlakın kaynağı din dersek, o zaman mesela Batıda yapılan araştırmalar var, yüzde 60’ı diyelim ki ateist, ama inanan dünyaya göre ahlak açısından, ticari ahlak vesairede çok daha iyi bir yerdeler, bunu izah edemeyiz. Ahlakın kaynağı sanki vicdandır. Vicdanı yaratan da Allah, dini gönderen de Allah. Ama hamasi konuşup da realitede sorun çıkaran bir pozisyona düşmemek lazım aynı zamanda. Yani siz eğer ahlakın kaynağı din derseniz, o zaman şöyle bakması lazım herkesin: Dine inandığını söyleyen insanlar ahlaklı olmalı, dinsizler de ahlaksız olmalı, böyle mi vaka? Böyle değil. Dinsizlerin de ahlaksızı var, dindarların da ahlaksızı var, dolayısıyla ahlakın kaynağının fıtrat olduğunu, vicdan olduğunu söylemek sanki daha doğru olacak gibi.
Ahlakı, imanın, eskilerin deyimiyle ‘lazım-ı ğayr-ı müfarıkı’, yani ayrılmaz, onsuz olmaz, unsuru kabul etmekten başka bir yolumuz yok. İslam dünyası bugünkü söylemle devam ederse, ahlak konusunda bir farkındalık yaratamaz, çünkü ahlaksızlığın telafisine dair mekanizma çok güçlü işliyor.
Mesela sizce yetiyor mu, ‘kul hakkını Allah ancak hakkı yenen kul helal ederse affeder diyoruz, bu yetiyor mu? Bunu söylüyoruz, mesela köylerimize, kendi dedelerinize, ninelerinize, amcalarınıza bakın. Mesela Anadolu’da bir vakit namazını kaçırdığı zaman bir hafta uykusu kaçacak insanlar var, bu yanlış bir şey değil, güzel bir şey. Fakat aynı insan mesela miras dağıtımı hususunda adaletsizlik yaptığında 5 dakika bile rahatsız olmuyor. Ama hayatında bir kez bile oruç yediremezsin ona. Burada ben oruca düşkün olmayalım, namaz önemsizdir demiyorum, bunlar İslam’ın ibadetleri. Fakat ahlak bunlardan daha az önemli değil, en başta o vardı diyorum, o nerede diyorum. Ahlak konusundaki hassasiyet neden ortalarda bir yerlerde yok.
‘Sadece İslam ahlaka değer verir!’ Amenna değer verir. Ahlaka değer vermeyen bir doktrin var mı? Bu nasıl bir klişe cümle? Ahlaka değer vermeyen din mi var teknik olarak? İslam’ı ahlak konusunda farklı kılan ne? İslam iyi ahlaklı olmayı ister, her din iyi ahlaklı olmayı istiyor, her doktrin ister, hatta din dışı bütün ideolojiler ister, bu cümle İslam’daki ahlakın yerini belirlemekte yeterli oluyor mu?
Suudi Arabistanlı İbn Useymin, diyor ki ‘Gençler arasında rezil bir cümlenin dolaştığına şahit oluyorum.’ Suudlu gençler birbirleriyle konuşurken diyorlarmış ki ‘Ben bunu gerçekten yapacağım, İngiliz sözü veriyorum.’ Ve gençlere çatıyor diyor ki, hayır! Müslüman sözü en değerli sözdür.” İyi de, Hazreti Peygamber doğru sözlü olmayı imanla eşdeğer sayarken değerli hocam sen bu hadisi tevil edip yumuşatıyorsun. Müsebbip sensin rahmetli hocam. Hiç yorum yapmasan zaten yetiyor. Hazreti Peygamber söylüyor zaten, doğru söylemeyen münafıktır, vaat ettiğinde yerine getirmeyen münafıktır, namaz kılsa da, oruç tutsa da, kendisini Müslüman zannetse de münafıktır diyor zaten, okudum biraz önce Müslim’deki hadisi.
Biz bayağı bayağı ‘tevil’le ‘tahrif’i bir ayırt edemez olduk galiba, tevil ve tahrif. Bazı teviller hiç yapılmasa çok daha yerinde olacak sanki.
Başta söylediğim şeye tekrar gelecek olursam, Kur’an’ı anlama sorunumuz olduğuna pek inanmıyorum artık. Bir avantajımız var… Bazıları, tefsir rivayetlerini öncelediğimizde eleştirilerde bulunuyorlar: Şimdi şöyle düşünün, her yerde her zaman verdiğim örnek, ama mantıklı geldiği için tekrar ediyorum, buradaki bağlama uygun oluyor: Mesela yakın bir geçmişte bir seçim yaşadık ve bu seçimden önce bir sürü gazete bir sürü makale yazıldı-çizildi vesaire. O makaleleri anlamak bakımından inanın bana Türkiye’de yaşayan ve yüzde 50 Türkçe bilen bir Arap, bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman 50 sene sonra Ankara’da doğacak bir Türk’ten daha iyi anlıyor o makaleleri. Oradaki göndermeler, hicivler, eleştiriler, o anı yaşayanla doğrudan ilgili, birebir ilgili. Her metni doğrudan muhatabı en iyi anlayacağı için, sahabe anlayışı öncelenmeli Kur’an konusunda.
Mesela Kur’an’da ismi zikredilen yiyecekler, hayvanlar vesaire, bunlara yoğunlaşılıyor. Neden Kur’an’da incir geçiyor, zeytin geçiyor? Yani Kur’an’da zeytin geçiyor da mesela portakal geçmiyor, zeytinin ne türlü bir ayrıcalığı var? Portakal daha mı az değerli? Şöyle baksaydık ilk 4 asırdaki ulema gibi, Taberi gibi, Mukatil gibi, Süddi gibi, Katade gibi, Said bin Cübeyr gibi, şöyle baksak ne zararı var: Kur’an’daki ismi geçen yiyecekler cins isim gibi bütün yiyecekleri temsil eden bir prototip, numune. Numuneler de tabii ki Kur’an’ın doğrudan muhatabının bildiğinden seçilmiş. Kur’an portakal diyecek değil, tabii hurma diyecek. Portakal daha az değerli olduğu için değil. Siz incirle ilgili, balla ilgili, kitap yazdığınız zaman Kur’an’ı daha iyi anlattığınızı zannediyorsunuz. Kur’an’ı ciddiye almak bu mu? Mukatil b. Süleyman diyor ki, “Allah bakmıyorlar mı fil nasıl yaratılmış diyecek değil ya, deve var önlerinde diyor”, bu kadar. Lama deveden daha mı az kıymetli? Ama yok Arabistan’da.
Bakın, Kur’an açısından ciddiye aldığımız şeyler aslında Kur’an’ın bakış açısıyla bizi Kur’an’ın mesajından uzaklaştıran şeyler olabiliyor dikkat edin. Buraya yoğunlaşan tezler var, kitaplar var.
Hoşunuza gider mi bilmem ama bana göre, bu sorunlar tefsir ve tevil ayrımından sonra tevilin sınırsız bir dirayet olarak algılanmasıyla başlamıştır. Hicri 4’üncü asra kadar, Taberi’ye kadar, Kur’an her ayetin bir manası olan, belli bir zamanda inen, belli bir maksatla inen, bir şey söyleyen bir kitaptı.
Şimdi bu şu gibi: Siz İslam dünyası ahlakla boğuşurken ben şimdi önünüze çıkıyorum ve sünnet namazları daha iyi nasıl eda edebileceğinizden bahsediyorum mesela. Bakın hiç netameli değil, kimse bundan rahatsız olmaz, en önemli sorunun bu olduğunu söylüyorum. Ben bunu yaşadım Katar’da, Bayağı kelli felli bir insanla oturuyorsunuz, eğitimli, samimi vesaire, Müslümanların sorunlarını konuşuyorsunuz, ahlaktan bahsediyorsunuz, eğitimden, bakın Harvard yok burada, Chicago yok burada, bunlar bizim sorunumuz derken, dinliyor dinliyor dinliyor, en önemli sorun namaz kılanlarımızın sayısını artırmalıyız diyor, ben şahit oldum buna.
Ona kimsenin itirazı yok da, yanlış anlamayın, ben 10 yaşından beri namaz kılıyorum, annem babam hafızdı, bizim evde ne namaz kılmak ayrıcalıktı ne de hafız olmak. Fakat 54 tane Müslüman ülkenin tamamının ihracatı Almanya’nınkinden az. Bütün İslam dünyası namaz kılsa 5 vakit kaçırmadan, bu sorun çözülüyor mu? Dediğim o. Veya İslam dünyasında ilk 500’e giren üniversite yok, nerede hani? Harvard nerede, Sorbonne nerede, Oxford nerede? Bunu herkes görüyor. Ben akıllı olduğum için söylemiyorum bunları, ilkokul çocuğu da görür bunu. Fakat İslam bu konuda bir şey demiyor mu? O zaman neden İslam dünyasının en radikal insanları bile çoluk çocuğunu Amerika’ya gönderiyor okutmaya? Bir yanlışlık yok mu burada?
Kuzenim Çin’de yaşıyor, bir Çinliyle evli, hafız kuzenim, ticaretle uğraşıyor. Çin’de tabii ki hafız olduğu için zaman zaman Müslümanlığın bir gereği olarak karşılaştığı Çinli insanlara İslam’ı anlatıyor… Çinli ticaret adamı, İslam adına güzel şeyler söylüyorsun “bana anlatma, göster demiş, nerede oluyor bütün bu güzel şeyler”? Ve sonra sana bir örnek vereyim demiş, bak geçen hafta Mısır’dan bir ekip geldi, bu Mısır’dan gelen ticaret adamları benimle ticaret yapacaklar. Evet, bu insanlar namaz kılıyor, yani bir-iki gün beraber geçirdik. Ama buraya niye geldiler biliyor musun? Niye? Filanca meşhur CD markasının fasonunu bana ürettirmek için. Sizin dininiz sahtekarlığa izin mi veriyor? Evet, ahlakı imandan ayırırsan sonuç böyle oluyor işte!
Ahlakın bir şekilde imanın içerisinde yer alması gerektiğini, sistematik ahlaksızlığın, -semavi dinler için söylüyorum- kelami açıdan kişiyi dinden çıkarması gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Günahın insan olmanın bir gereği olduğu, tövbe, dua kapısının her zaman açık olduğu, ama sistematik ahlaksızlığı günahtan ayırmanın ve onu kişinin din dairesinden çıkmasının sebebi olarak görmenin zamanının geldiğini ve geçtiğini düşünüyorum.
Böyle giderse yeni nesiller kendilerini dindar takdim eden insanlara bakıp ahlaksızlığın daniskasını görürlerse bir sonraki adıma geçerler. Ve ‘bu dinde hayır olsa bunlara bir hayrı olurdu, ben bu dini kabul etmiyorum’ derler. Burada acilen tedbir alınması lazım, fabrika ayarlarına dönülmesi lazım, Hazreti Peygamber dönemine.
30’uncu cüzü lütfen mealinden okuyun, İslam’ın eleştirdiği figürler var, Ebu Cehil, Ebu Leheb, As bin Vail, Velid bin Mugire… Bunların eleştirilme sebeplerini 30’uncu cüzde bulursunuz. 20 sayfa hepsi. Tamamı, ahlaki eleştiriler göreceksiniz, bu ayetler nazil olurken ibadetler farz bile değildi.
Vatandaş şöyle zannediyor: Allah Ebu Cehil’i sürekli şarap içtiği için eleştiriyor. Ebu Cehil öldüğünde Müslümanlar da şarap içiyordu, haram olmamıştı henüz daha şarap, herkes içiyordu zaten, hicretten sonra haram kılındı şarap. Ebu Cehil’in Ebu Cehil olmasının sebebi kibriydi, malı adil dağıtmamasıydı, insanlara baskı yapmasıydı… Ama vatandaş başka bir şey zannediyor.
Nüzul sırasına göre Kuran’ı okumaya başladığınız zaman İslam’da ilk yerilen insanların nelerle yerildiğini görürsünüz.
Katılımınız için, vaktinizi bana ayırdığınız için çok teşekkür ederim.