Hamas, Küresel Siyonizmi Yendi
Gazze cihadı Müslüman mahallesiyle kafirlerin mahallesini ayrıştırdı. Tebük savaşındaki münafıkların seslerini duyar gibi olduk. Gazze cihadı babaları, oğulları, kardeşleri, eşleri, aşiretleri, kazanılan malları, zarar etmesinden korkulan ticareti, hoşlandığımız meskenleri Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha fazla sevemeyeceğimizi öğretti.
Direniş Üzerine Birkaç Söz
Söze ‘direniş’ üzerine birkaç kelam ederek başlamak istiyoruz. Bilindiği gibi Hamas, 1987 yılında İhvan-ı Muslimîn’in Filistin’deki uzantısı olarak “Hareketu’l-Mukâvemeti’l-İslamiyye” adıyla kurulmuş, Türkçeye “İslamî Direniş Hareketi” olarak tercüme edilen bir örgütün (Parti) adıdır. ‘Mukavemet’in Türkçedeki karşılığı ‘direniş’tir. Siyasi literatürde kelimeler ve kavramların ehemmiyeti ehlince müsellemdir. Hamas bundan 37 sene önce işgal altındaki Filistin topraklarında şimdikinden daha farklı şartlarda kurulmuştu. O günkü şartlarda doğmuş bir siyasi hareket için ‘direniş’ sözcüğü uygundu. Siyonist terör devleti etrafına rastgele ateş açarak baskın yapan eşkıya gibi terörle gelmişti ve 1948’de uydurma bir ‘devlet’ etiketiyle terör şebekesi olarak var kılınmıştı. Bu şebeke 75 yıldır Filistinli Müslümanlara kan kusturmaktadır. Filistinli Müslümanlar uzun yıllar sapan taşıyla ‘mukavemet’ ettiler, direndiler. Allah’ın lütfu olarak direnişleri günümüze kadar, tüm dünyayı peşinden sürükleyecek şekilde büyüyerek sürdü.
Bazı İslamî grupların bilhassa 28 Şubat sürecinde adeta dönemin mücadele koşullarını özetleyen bir sözcük olarak öne çıkarmaları nedeniyle direniş kelimesi Türkiye’de de on yıllardır kelime hazinemize girmiş bulunmaktadır. Kelime Türkiye’deki ‘mücadele’ şartlarına da uygun düşüyordu.
Gel gelelim bir İslamî mücadeleyi değerlendirdiğimizde ‘direniş’ kelimesi biraz cılız kalmaktadır. ‘Direniş’e mücadelenin ilk basamağı olarak bakmak mümkündür. Direnişte, bir direnilmesi gereken, bir de mukavemet eden (direnen) vardır. Mesela polis, eylem yapanlardan gözüne kestirdiği birilerini gözaltına almak ister, gözaltına alınmak istenen kişi direnir, diğer eylemciler de ona destek olurlar, bu direniştir. Veya zabıta kaçak bir binayı yıkmak ister ve kaçak yapının sahipleri zabıtaya mukavemet eder, yıkımı önlemek için direnirler. 28 Şubat döneminde üniversiteli kızlar başörtülerinin devlet gücüyle açtırılmasına direnmişlerdi. Kuruluşunda 28 Şubat dönemi şartlarının büyük payı olan AKP’nin iktidarında başörtülü kızların istedikleri verildiği için, direniş de bitmiş oldu.
7 Ekim günü Hamas’ın adeta bir askeri tatbikat yapar gibi başlattığı taarruzun türü ‘direniş’ten ziyade, bir kıyam hareketiydi. Kıyam, direnmeyi gerektiren şartların oluşmasını beklemeden ya bir düzeni değiştirmek veya sıfırdan yeni bir düzen kurmak için girişilen bir harekettir. Kıyam kelimesi Kur’an’da anlamını en iyi Ashab-ı Kehf kıssasında bulmaktadır. Allah’ın “kalplerini metin kıldık” buyurduğu gençler kıyam etmişler (sonra da) mağaraya sığınmışlardır. Mağaraya sığınmadan önce neler yaşadıklarını bilmemekteyiz. Hz. Hüseyin’in Yezid’e karşı giriştiği hareket de kıyam olarak tanımlanmıştır.
Hamas’lı gençlerin mağarası da Gazze’ydi, Gazze’nin evleri ve tünelleriydi. Gençler 7 Ekim’de kıyam ettiler. Ashab-ı Kehf adındaki gençler öyle anlaşılıyor ki, Allah’tan başka hiç kimseye güvenmiş değillerdi; Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi’dir sözüyle, hareketlerinin ilk düsturunu duyurmuşlardı. Hamas’ın İzzeddin Kassam Tugayları gençlerinin de 7 Ekim’de kıyam ederken alemlerin Rabbi Allah’tan başka herhangi kimseden bir beklenti ile hareket etmedikleri anlaşılmaktadır. Öyle görünüyor ki onlar -Allah’tan sonra- en fazla kundaktaki bebeklerine, cihadı kendileriyle birlikte omuzlayan, tarihin şahit olduğu en izzetli kadınlardan oluşan eşlerine, analarına ve kızlarına, her yaştan yiğit delikanlılarına güvenmişlerdi. Hamas Müslümanları ailece cihattaydı ve aile fertlerinden -kundaktaki bebekler başta olmak üzere- hiçbiri diğerlerinin başını yere eğdirmedi.
Sözün özü, Hamas Müslümanları artık ‘direniş’ merhalesini geride bırakmış, ‘kıyam’ merhalesine geçmiş bulunmaktadırlar. Kıyam, edilgen değil etken bir harekettir, inisiyatifi elde tutanın, oyun kuranın işidir. Kıyam edenin büyük hesapları vardır. Direniş ergenlik dönemiyse kıyam olgunluk çağıdır, hareketin ileri bir safhasıdır. Rasûllerin sîretleri -belki bünyesinde ‘direniş’ görüntüsü veren dönemler olsa da- gerçek birer kıyam hareketleridir. Rasûller, çürümüş, kokuşmuş şirk düzenlerini İslamî düzenle değiştirmek için kıyam etmişlerdir. Son Nebî Muhammed (sav)’in hareketi, eşi ve benzeri olmayan, olağanüstü güzellikteki bir kıyamdır.
Gazze cihadında kıyam eden Hamas, direnen ise Siyonist İsrail’dir. Ama Musa’nın, Muhammed’in (hepsine salat ü selam olsun) kıyamına karşı Firavun’un ve Dârunnedve’nin direnişi nasıl kâr etmemişse, Siyonist katillerin direnişi de Hamas’ın İslamî kıyamı karşısında inşallah kâr etmeyecek, İsrail kaybedecek, Musa’nın ve Muhammed’in (sav) ümmeti Müslümanlar kazanacaktır. Bir araba direnişini frenlerle yapar fakat bu da frenleri yorar ve ömrünü kısaltır. Arabanın ömrü uzun, freninki ise çok kısadır. Öyle görünüyor ki Siyonist katiller sürüsünün ömrü de uzun olmayacaktır.
Gazze Cihadı Sayılamayacak Kadar Çok Bereketle Geldi
İzzeddin Kassam Tugayları’nın Aksa Tufanı hiç kimsenin tahmin edemediği tozları kaldırdı, nice taşları yerine oturttu, çok önemli mıntıka temizliği yaptı. İşbirlikçi Arap rejimlerinin ve bölgenin diğer ülkelerinin satılık yöneticileri gerçekten de bir toz zerresi gibi savrulmalıydılar. Bu sonuçlar Allah’ın, “Uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphesiz ki Allah Muhsinlerle beraberdir.” (Ankebut, 69) buyruğunun tecellisinden başka bir şey değildir.
Geçen sayımızda bıraktığımız yerden devam edecek olursak, Gazze’de yaşananlar sayesinde Kur’an’ın tarihselliği iddiaları ortadan sıvıştı. Kur’an’ın müphemi, mücmeli, müşkili kalmadı. Gazze cihadının gölgesinde herkes Kur’an’ı çok kolay anladı. Kur’an en çok da, bize nazaran zihinleri daha bakir olan batılı insanlara tesir etti; Kur’an’dan on sayfa okuyan batılı bir genç kızı Kur’an adeta çarptı. Böylece Kur’an’ın çarpma özelliği de anlaşılmış oldu.
Baskı yeri Gazze olan bu yeni Kur’an tefsiri pek çok ihtilafı ve kîl ü kâl cinsinden tartışmaları bitirdi. Çünkü ortada, sırf Kur’an ayetleri üzerinde zihin egzersizi yapan ‘Kur’an dostları’ değil, Kur’an’ı, onun istediği gibi anlayan ve anladığı şekilde hareket eden Kur’an müminleri vardı. Kur’an, inandırıcı olması için müminin, önce canını ve malını rehin vermesini istiyordu. Gazze’de bu pazarlıkta gözünü kırpmayan insanlar Kur’an’ı tefsir ettiler.
Dünya Müslümanları nazarında İslam sanki büyük bir boşluk, büyük bir bilinmezlikti, yerle gök arası kadar bir sükût vardı Müslümanlarla Kur’an arasında. Gazze cihadı ile bu sükût yerini ‘anlam’a bıraktı, sorular cevaplandı, boşluklar dolduruldu. Müslümanlar olarak bir de baktık ki, aslında yeryüzünü İslamlaştırmak, uzansak dokunacakmışız kadar yakınmış. Kafirlerin güç ve kuvvetleri, orduları, anlı-şanlı devletleri bir köpükten öte değilmiş. İşte asıl öldürücü etki, Müslümanın, dereleri dolduran sel suyu mesabesindeki İslam’ın gücüyle, onun üzerindeki bayağı, değersiz ve bir hiç olan köpüğü algılayıp mukayese edememesidir. Uzatmaya gerek yok, sanki Kur’an Gazze’de yeniden nazil oldu. Yoksa Arnold Toynbee İslam’ı uyuyan bir deve benzetirken doğru mu söylemişti?..
Hemen her Müslüman Rasûlullah’ın “Rabbim, kavmim bu Kur’an’ı terkedilmiş bıraktı” (Furkan, 30) mealindeki şikayetini bilir, yeri geldikçe de tilavet eder. Lakin herkes bu ayetten farklı bir “terk edilmişlik” anlamı çıkarmaktadır. Sahi İslam ümmeti Kur’an’ın neresini terkedilmiş bırakmıştı? Biz Gazze’de babalar ve anneler enkazdan, öpmeye kıyamadığımız, bedenleri parçalanmış bebeklerini çıkarıp, bir bez parçasının üzerindeki toz-toprağı çırpar gibi üzerlerindeki tozlarını temizlerken fark ettik neyi terk ettiğimizi: Kur’an’dan mehcur bıraktığımız en büyük ibadet cihaddı. Böylece gördük ki, kelime-i tevhidden sonra İslam’ı İslam yapan ilke meğer cihadmış. Cihad gelince İslam bütün ihtişamıyla tam tezahür ediyor, cihad olmayınca Müslümanlar birbirleriyle ‘cihada’ girişiyorlar. Gazze cihadıyla, uyuşan damarlarımıza kan geldi, bedenimiz sıhhatli çalışmaya başladı. Cihadla bütün noksanlarımız gün yüzüne çıktı, yitik hikmetlerimizi gördük, bedel ödemeden cennet olmayacağını anladık. Eğer 7 Ekim’den sonra, küvözdeki bebeklerin gösterdiği metaneti biz amcalar, teyzeler gösteremezsek bize o bebeklerden gelecek bir ‘veyl’i hak etmişiz demektir.
Biz Müslümanlara uzun zamanlardır birileri mütemadiyen, cihadı kan akıtmak olarak kötüledi; İslam’ın savaş değil barış dini, diyalog ve hoşgörü dini olduğu telkin edildi. Bize biz değil başkaları vaaz etti; ağyâra itimat ettik de Rabbimizin, canınızı ve malınızı getirin emrini mehcur bıraktık. O yüzden elimizden bütün değerlerimiz tek tek alındı ama sesimiz çıkmadı; tıpkı 1948’de Filistin’in katil bir eşkıya sürüsüne tutuklanmasına sesimizi çıkarmadığımız gibi.
Samirî-meşrep uzmanlar artık Kur’an’ın bütünüyle tarihsel olduğuna karar vermek üzereydiler ki Kur’an’ın tarihsel değil, kıyamete kadar diri, canlı ve aktif olduğunu, hiçbir hükmünün neshedilmediğini anladık. Müminlere hitaben konuşanlarla kafirlere hitaben konuşanları fark ettik. Allah’ı razı etmek isteyenlerle küresel Siyonizm tarikatını razı etmek isteyenlerin maskelerinin düştüğüne şahit olduk. Yukarıda değindiğimiz gibi, Ashab-ı Kehf bir daha uyandı sanki. Bütün bu uyanışa rağmen hala onların sayılarına ve mağarada kalış sürelerine çene yoranlar olursa, biz onlardan beriyiz.
Gazze cihadı Müslüman mahallesiyle kafirlerin mahallesini ayrıştırdı. Tebük savaşındaki münafıkların seslerini duyar gibi olduk. Gazze cihadı babaları, oğulları, kardeşleri, eşleri, aşiretleri, kazanılan malları, zarar etmesinden korkulan ticareti, hoşlandığımız meskenleri Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha fazla sevemeyeceğimizi öğretti. Bunların Kur’an’ın -haşa- afâkî açıklamaları olmayıp, dinin esası olduğunu bildik.
Gazze cihadıyla, Amerikalı bir kadına, “eğer bir tanrı varsa bu insanlar onun halkı olmalıdır” dedirten, bir babanın şehid edilmiş bir yaşındaki çocuğunun gözünün içinden öperek, Allah’a sunduğu bu armağanı gülümseyerek uğurlayışına şahit olduk. 9-10 yaşlarındaki erkek çocuğun, dünyanın bütün vaizlerini gölgede bırakırcasına, tarifsiz güzellikteki yüzü ve ona eşlik eden gülümsemesiyle yaptığı İslam vaazını dinledik de bir taraftan kıvandık bir taraftan da utandık.
Batı Medeniyeti Bitmiştir
Değerli dostlar! Artık bunun adını koyma vakti gelmiştir. Gazze cihadı küresellik atfedilen batı medeniyetine öldürücü son darbeyi indirmiştir. Ateşi bol olsun. Bütün dünyayı, Kızılderilileri tamamen imha etmedeki, Afrikalı Zencilere uyguladıkları (ya öldürme ya da köle pazarlarında satılık hayvana dönüştürmedeki) yöntemlerle kıskıvrak yakalamış ve ölümcül prangalarla sımsıkı bağlamış olan modern batı uygarlığı çökmüş, tepetaklak olmuştur. Bu medeniyetin yüzündeki maske düşürülmüş, bütün boya ve foyaları dökülmüş, her şey gün yüzüne çıkmıştır. Fukuyama’nın kendi kökenine de ihanet ederek ‘Tarihin Sonu’ diye haykırışı meğer kendi sonlarıymış. Dünyanın muhtelif bölgelerinde soykırım yaptıkları insanların kafataslarından oluşan tepeciklerin üzerine kurulmuş bulunan batı uygarlığı (civilisation) Gazze’de can çekişmekte, kafası kesilmiş tavuk gibi son çırpınışlarını yapmaktadır. Batı uyarlığı kendisine insan hakları, düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, kadın hakları, insana saygı gibi yalanlardan oluşan bir taht kurmuştu. Gazzeli çocuklar paganların bu yalan tahtlarını altlarından çektiler. Aydınlanma felsefesi, rönesans, hümanizm, reformasyon batının imdadına gelemedi. Fransız devriminin artığı “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” gibi mitler, üzerine tuz dökülen sülük gibi eridi gittiler.
Batı uygarlığının insanlığın hiçbir yarasına merhem olmayacağını bundan daha güzel hiçbir şey anlatamazdı. Batı medeniyeti bitmiştir, uygarlık büyük bir gürültüyle çökmüştür. Bu, sekülerizmin çöküşüdür, laikliğin imdat çığlıklarıdır, demokrasinin can vermesidir. Batının tüm dünyaya dayattığı, Irak’a, Afganistan’a ağır bombardıman uçaklarıyla indirdiği demokrasi ve laiklik kanalizasyonu patlamış, ortalığı pislik kaplamıştır. Şu anda Gazze’deki enkaza değil, asıl Washington, Berlin, Londra, Paris, Amsterdam’daki uygarlık enkazına dikkat kesilmek gerekir. 7 Ekim tarihi dünyada hakikat namına sadece Allah’ın tertemiz dini İslam’ın kaldığını bütün çıplaklığıyla göstermiştir.
Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve diğerlerinin “İsrail’in kendini savunma hakkı var;” “İsrail insan haklarına ve uluslararası hukuka uygun hareket etmektedir” demeleri, küvözdeki bebeklere tankların ateş açmasına tam destek vermeleri, Gazze’de ölen bebek, çocuk, genç, kadın, yaşlı ve yetişkin Müslümanlara hayvan demeleri batının bütün maskelerini düşürmüş, gerçek çehrelerini göstermiştir. Şu anda Amerika ve Avrupa ülkeleri (Çin, Japonya ve Rusya’yı da yanlarına ekliyoruz) Gazze’den beter birer enkaz yığınına dönüşmüşlerdir. Gazze’nin enkazı kepçeyle kaldırılır, taşla, demirle yeniden inşa edilebilir cinstendir. Batı uygarlığının enkazı ise sadece iman ve tevbe ile düzeltilebilir. Batıda yaşanan tam bir vicdan ve ahlak iflası, şeref ve haysiyet yoksunluğudur.
Bugün Allah’ın yevmul kıyamede soracağı “bugün mülk kimindir?” sorusunun ve koskoca bir sükuttan başka hiçbir cevabın alınamayacak oluşunun provasını yaşamaktayız. Provada bu muazzam soruya 7’den 77’ye, bütün aile fertleriyle Gazzeli kardeşlerimiz “mülk kahhar olan Allah’ındır” cevabını vermiş bulunmaktadırlar.
Batı medeniyeti, içimizdeki hayranlarını da eteklerinden çekerek, gittiği yere onları da götürmüştür. Batılı değerleri yücelten, kendi havzasının değerlerinden utanç duyan, batının alkol, tüketim, şehvet, köleleştirme, insanı arsızlaştırma, utanma duygusunu yok etme, aileyi lağvetme, Allah’ın haram kıldığı bütün fiilleri legalleştirme tuğyanından ibaret olan yaşam biçimine medeniyet diyen ezikler dillerini yutmuşlardır. İslam beldelerindeki halkları ‘Ortadoğulu’ olarak etiketleyip, bunlar sadece ölümü yüceltmeyi bilirler diyen ilahiyat hocasında Gazzeli kadınların ve bebeklerin yüzüne bakabilecek bir yüz kalmış mıdır bilmiyoruz. İnsan haktan sapınca gerçekten sapıklığın neresinde duracağı belli olmamaktadır.
Aslında batı uygarlığı bir kısım Müslümanlar nazarında zaten bitikti, hiçbir zaman meşru sayılmamıştı. Onlar demokrasiyi telin etmek için 7 Ekim’i beklememişlerdi. Yalnızca, 7 Ekim kıyamından son derece kıvanç duymuşlardı. Çünkü batı uygarlığı Allah’a değil, insanın arzularına, heva ve hevese dayanıyordu; hakkın ve hakikatin değil şeytani dürtülerin eseriydi. Kökeninde sömürü, köle ticareti, altın hırsı, kendilerinden olmayan toplumları aşağılama, bilhassa İslam’a duydukları amansız kin ve düşmanlık bulunan medeniyet sevilebilir mi? Batı uygarlığı yalancı, hırsız ve arsız bir uygarlıktır, kitle iletişim araçlarıyla toplumları zihin felcine uğratmakta, yalanı hakikat diye pazarlamakta mahirdir. Sistemin çıkarı için her yol mubahtır. Batı cenahında durum böyledir fakat şimdi sıra, tavuk-darı hikayesinin anlattığı üzere, içimizdeki ‘tavuklara’ batının tarumar olduğunu anlatmaya gelmiştir. Bunu yapmak Hamas’ın Gazze’de İsrail’i vurması kadar kolay olmayacaktır.
Demir Kubbe mi Örümcek Ağı mı?
İslam alemi bir bütün halinde ve kendine yakışır şekilde batı uygarlığının dünyaya dayattığı ideolojik çirkefleri en başından tespit ve teşhis edebilmeliydi. Bu alandaki gecikmişlik en başta ‘Müslüman’ zihinlerin Kur’an ve Rasûlullah algısıyla alakalıdır. Batısıyla doğusuyla bütün hayatı doğru okumak, hakkı hak olarak, bâtılı bâtıl olarak değerlendirmek ancak Kur’an’a tam bağlanmakla elde edilecek bir kazanımdır. Kur’an Allah’tan başka veli edinenleri ‘örümcek evi’ mecazı ile anlatırken acaba Allah biz müminlerden, İsrail’in kuracağı demir kubbe sisteminin, ABD ve Avrupa’nın son sistem silah, uçak, gemi ve harp tekniklerinin örümcek ağı kadar dayanıksız olduğunu anlamamızı murat etmiş olabilir mi? Yine Kur’an, kafirlerin amellerini fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küle benzetirken, Siyonist toplumların sadece Müslümanlar değil, ‘hakikat’ denilen her şey aleyhinde yaptıkları tüm işlerin, attıkları her adımın, demir kubbenin ve bütün savaş teknolojilerinin örümcek ağı kadar çürük olduğunu bilmemizi istemiş olabilir mi?
Talut’un “az bir topluluğu”nun gösterdiği gibi Hamas da göstermiştir ki İsrail sadece yaldızlanmış bir efsaneden ibarettir, gerçek bir gücü yoktur. İsrail iyi bir teshir (büyüleme) malıdır. Kitleleri sinema, reklam ve basın-yayın yoluyla büyülemede ustadır. Büyüyü Aksa Tufanı bozmuştur. Siyonist katillerin gücü, ellerindeki silahlardan, kadınları ve bebekleri öldürmeye yarayan bombalardan, bütün maharetleri de kundaktaki bebeklere nişan almaktan ibarettir. Üzerlerine, içine portakal kabuğu konulmuş bir kese kâğıdı bile atılsa, korkudan perem perem olmaktadırlar. İsrail’de devlet şöyle dursun, bir örgüt aklı da yoktur. Onların tek akılları, şeytanın fısıldadığı ve Yeşu’ya izafe ettikleri “öldür!” emridir. İsrail sadece, ölüm makinesini çalıştırmak istiyor, hiç durmamacasına. Zira durduğu an düşüp yenileceğini varsayıyor. İkinci güçleri de kendilerini öldürmeye, yakıp yıkmaya, hastaneleri bombalamaya teşvik eden Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan devletleridir. Siyonistlerin, gerçek vasileri desteklerini çektikleri an siyasi ve diplomatik yeteneklerden tamamen yoksun oldukları görülecektir. ABD, Avrupa, İslam ülkelerinin İsrail dostu yöneticileri ve dünyanın geri kalan zalimleri tarafından alabildiğine şımartıldıkları için kimsenin kendilerini durduramayacağı vehmine kapılmış durumdalar. Halbuki Siyonist terör devletini, 360 kilometrekarelik bir şehirde yetişmiş Hamas mücahidleri durdurmuşlar hatta esir takası için masaya oturtmasını da bilmişlerdir.
İsrail çıldırmış durumdadır. Her sorunu kurşunla çözeceğini sanmaktadır. Bu onun çıkmaz deliğe girdiğinin kanıtıdır. İsrail, Filistin’in ayaklarının altından kaydığını görmektedir. Artık Filistin onun için sadece mezar anlamı ifade edecek, rahat yüzü görmeyecektir. Hamas mücahidleri Siyonistlerin kâbusu olmuşlardır.
Boykot
İsrail’in Gazze katliamı ve Hamas’ın İsrail’le yaptığı cihad bütün dünya çapında kapsamlı ve etkili bir boykot eylemini gündeme getirdi. Hamas’ın 7 Ekim’den beri -Allah’ın izniyle- kazandırdığı sayısız hayırlardan biri de boykottur. Şüphesiz yapılan boykotlar sınırlıdır, her şeyi kapsamamaktadır. Mesela otomobil, beyaz eşya, cep telefonu, internet ve sosyal medya gibi ürünler boykot edilememektedir. Fakat boykot edilemeyen hem yükte hem de pahada ağır bu ürünleri gösterip, daha ‘küçük’ ve kolay olan malları boykot etmeyi küçümsemek aklı ermemekten değilse, Siyonizm’e duyulan muhabbetten kaynaklanıyordur. Tüm Yahudi ürünlerini boykot edemiyorsak, edebildiklerimizden de mi vaz geçmeyelim? Bununla beraber boykot konusunda hatırlatmamız gereken başka bazı hususların var olduğuna inanmaktayız.
Müslümanlar olarak boykotumuz sadece ‘Yahudi’ ile ve ‘mal’la sınırlı olmamalıdır. Öncelikle bir mümin-kâfir ayrımımız olmalıdır. Geçmiş yıllarda, ötekileştirmenin kötü bir şey olduğu propagandasıyla bize unutturulan iman-küfür duyarlılığımızı geri almalıyız. Ayrıca Yahudi mallarını boykot etmek için de Gazze’de savunmasız kadın, ihtiyar ve çocukların toplu katliamını beklememiz gerekmezdi. Bu durumda öncelikle sahih ve sağlam bir boykot fıkhımızın olması gerekmektedir. Sahih ve sağlam bir boykot fıkhı bizi günübirlik, mevsimlik ve fevri boykot tutumundan alıkoyacaktır. Öyle ki İsrail saldırılarını tamamen durdursa bile boykotumuz durmamalı, devam etmelidir. Çünkü bizim fıkhımız İsrail diye bir devletin yokluğunu esas almaktadır. İsrail sadece Gazzeli kardeşlerimizi öldürünce değil, kurulduğu günden beri gayrı meşrudur, nesebi gayri sahihtir.
Sahih ve sağlam boykot fıkhı iğneyi önce kendimize batırmayı gerektirmektedir. Hangi deterjanı ele alsak altından Yahudi çıkmaktadır. Türkiye’de ve benzer ülkelerde evlerimizde kullanacağımız, tabiatı kirletmeyecek temizlik ürünleri üretmemizin önünde acaba hangi hammadde eksikliği bulunmaktadır? Birçok ürünün hammaddesini İsrail’in (ve Avrupa ülkelerinin) ya Türkiye’den ya da başka İslamî beldelerden ithal ettiğinde şüphe yoktur. O zaman, en başa dönüp önce kendi duyarsızlığımızı boykot etmemiz gerekmekte değil midir?
İkinci olarak, Yahudi ürünlerini boykot etmekte samimi isek, bir kere daha başa dönerek, öncelikle İsrail’le iş tutan rejimleri boykot etmeliyiz. Bu boykottan kastımız ise, İsrail’le iş yapan, ‘normalleşme’ anlaşmaları imzalayan, Siyonizm’i besleyen, büyüten ve kollayan ülkelerle müttefiklik ve stratejik ortaklık kuran rejimlere hiçbir şekilde destek vermemektir. Batı kültürünü İslam’a değişen, batıyı kıble edinen, batı kültürü karşısında kendi paha biçilmez değerlerinden utanç duyan aydın ve akademi camiasını, kendi değerlerini küçümseyen, geçmişine söven metinleri okullarda ders olarak okutan ‘Milli Eğitim’i boykot etmiyorsak, İsrail mallarını boykotumuz anlamlı değildir. Aslında İslam beldelerinde İslam’ın yasaklı, bastırılmış ve tahkir edilmiş; Siyonist batı medeniyetinin ise legal, meşru ve yüceltilmiş olmasını boykot etmek, deterjan, diş macunu ve benzeri Yahudi mallarını boykot etmekten daha hayatidir. Bizler öncelikle bir bilinç devrimi gerçekleştirmezsek, İsrail ürünlerini boykot da yaz yağmuru gibi gelip geçecektir. Gazzeli kardeşlerimizin mevsimlik olmayan, benliklerini kuşatmış mücadele ve şehadet bilinci gibi bizim de kafire karşı, sırf İslam olmamızdan kaynaklanan bir itirazımız olmalı, bu itirazımız duruşa dönüşmeli, duruşumuz eylemi tevlid etmelidir. Bu itiraz fıkhımız fiili çatışmanın olmadığı günlerde tavsamamalı, bilakis artmalıdır.
Bütün küfre, nifaka, fısk u fücura karşı yeni bir bilinç uyanması yaşamalı, imanımızı gözden geçirmeliyiz. Meydanlarda İsrail’i boykot için toplanan ve yürekten haykıran, İsrail’i telin eden Müslümanlar Yahudi firmalarının ya da İsrail’e açıkça destek veren Avrupa firmalarının isimleri yazılı yelekleri, montları, pantolon ve ayakkabıları giyme pespayeliğine artık bir son vermelidirler. Hatta bir adım daha geriye gidip, çocuklarımıza alacağımız giysilerde yazılı, mesaj içerikli İngilizce sloganların neden gönüllü taşıyıcısı olduğumuzu sormalıyız kendimize. Çocuklarımızı Siyonizm’in sloganlarıyla sararak, onları Siyonizm’den nasıl koruruz?
Gazze Şehidleri Yaşayan Ölüleri Allah’ın İzniyle Diriltecektir
Siyonist katiller Filistinli bir tek canımıza bile kıysa içimiz parçalanmaktadır. Onların bir damla kanı dünyadaki bütün Siyonistlerden ve Siyonistlere şu veya bu şekilde destek veren, kışkırtan sözde insanların tümünden daha kıymetlidir. Bununla beraber Cenabı Allah büyük vaatlerde bulunduğu şehadeti Gazzeli kardeşlerimize lütfettiği için de onlar adına seviniyoruz. Şehidlerimiz adına, Allah’ın büyük lütuflarını tadacak olmalarından büyük memnuniyet duyuyoruz. Ayrıca dünyada avuç içi kadar bir yer olan Gazze’nin evlatları dünya Müslümanlarına ve hatta Müslüman olmayanlara şehadet dersi vermiştir. Gazzeli müminler şehadet ayetlerini bedenleştirmiş, ete kemiğe büründürmüşlerdir. Demek ki şehadet anlatılmaz yaşanırmış, şehid/şahid olunurmuş. Gazze şehidleri şehidlere ölü denemeyeceğini, onların aslında ‘diri’ olduklarını güzelce anlattılar. Doğudan batıya, kuzeyden güneye birçok insan onlar sayesinde İslam’a ilgi duydu.
Bitirirken bir hususa daha değinmek istiyoruz. Gazze cihadının getirdiği iklim değişikliğinde Müslümanlar olarak bazı sorunlarımızı çözümlemiş görünsek de, bazılarını da ertelemiş bulunmaktayız. Bu anlamda iyi bir nefis muhasebesi bizi beklemektedir. Mesela eften-püften ‘kırmızı çizgilerimizi’ Kur’an’a ve Sünnete arz etmeli, sahih olmayanları Kur’an’î çizgilerle değiştirmeliyiz. Müslümanlarla uzaklaşma değil, yakınlaşmanın yollarını aramalıyız. Fakat bu süreçte duygularımıza boyun eğerek, bazı yanlış adımlar da atmamalıyız. Mesela bugünlerde -doğal olarak- Müslümanlar arası vahdetten bahsedilmektedir. Çok sevindirici olmakla birlikte bu temennideki eksikliği de görmek gerekmektedir. Gazze cihadı her ne kadar tüm Müslümanlara “şimdi birlik olma zamanı” mesajı veriyorsa da vahdet olmadan önce tevhid olmak gerektiğini atlayamayız. Akidemiz İslamî değilse, vahdet olmamız pek mümkün olmayacak, olsa da işe yaramayacaktır. Akidemiz yüzde yüz Kur’an’a dayanıp, geleneksel veya modern tüm şirklerden ve hurafelerden arınmalıyız. Bu anlamda Kur’an’ın naslarıyla Allah Rasûlünün sîreti tek sağlam örnektir. Bu sözlerimiz, Müslümanlarla vahdet olmamak için bahaneler aramak gibi anlaşılmamalıdır. Bizler bütün Müslümanları Gazze Müslümanları kadar seviyor ve önemsiyoruz. Sevdiğimiz kardeşlerimizle önce akidede birlik, sonra harekette vahdet olmak istiyoruz. Bizler -Allah ve Rasûlünden sonra- sadece Müslümanları velî ediniyor, kafirlerden tam teberrî ediyoruz. İşte, akidemiz Kur’an’a dayanmazsa, bu ana başlıklar üzerinde bile ittifak etmemiz mümkün olmayacaktır. Rabbimizden kâfir kavimlere karşı bize yardım etmesini diliyor, Gazze cihadımızın zaferle sonuçlanması için dua ediyoruz.
ERCÜMEND ÖZKAN NE DEMİŞTİ?
Te’vil (hiçbir esasa dayanmayan tefsir metodu)’in İslâm’da yeri yoktur. Hele itikadda hiç yeri yoktur. İslâm esasların esasıdır. En esaslı esasa dayanır iken, Te’vil ile onu esassız bir din, esassız bir hayat tarzı, esassız bir yol haline getirenlerin hâli Rabblerinin katında ne olacaktır, mutlaka onlar helâk olacaklardandırlar. Zira Allah’ın dinini onlar bozuyorlar. Onlar bozmuşlar. Asırlardır Hak dinin içini oyup onun içine İslâm olmayan şeyleri tepe tepe dolduranlardan daha büyük Allah düşmanları olabilir mi?
İslâm’ın büyüklüğünden ona açıkça karşı çıkamayan ve onu reddedemeyenler, ona dost görünüp, ondan görünüp içini boşaltmışlar ve İslâm olmayan şeylerle doldurmuşlardır. Bu hâl ise İslâm için en büyük felâket olmuştur. Zaten şu andaki halimiz de bu felâketin sergisi değil midir? Milyara varıp dayanan Müslümanlar hiçbir keyfiyet ifade etmemektedirler. Tıpkı buğday bitinin buğday tanelerinin içine girip onun nişastasını, ununu bitirip de o buğdaydan hiçbir şey olmaz hâle getirdikleri gibi…
Bir kamyon buğday normal halde on on iki ton gelirken, içini bitlerin yediği bir kamyon buğday bir-iki yüz kilo bile gelmez, gelmiyor. Dışı insanları aldatıyor, içi ise buğdayı kaldıran çiftçiyi… Bugünkü Müslümanlar da tarlalardan kalkan yığın yığın buğdaylar gibi ambarlara sığmaz görünmesine rağmen içleri İSLAM BİTLERİ tarafından boşaltılmış olduğundan birkaç yüz kilo çekmiyor. Yani dünyada hiç ağırlıkları (siyâsî, askerî, ekonomik, vs.) yoktur. Bu hâl de içimizin boşaldığının resmi değil midir? Eğer buğday isek, içimiz dolu olmalıdır. Eğer Müslüman isek, içimiz Kur’an’la, Sünnetle dolu olmalıdır. Dolu değilse hiçbir ağırlığımız olmaz ve yoktur da. Bugün olduğu gibi..
Niye bir avuç Müslüman, Peygamberin gününde ve onu takip eden günlerde ağır çekiyordu? Dünya onları kaale almamazlık edebiliyor mu idi? Kısa zamanda ağırlıkları ile bütün cihana kendilerini kabul ettirmiş değil mi idiler? Bizler, Müslümanız diyenler bugün onların rakam olarak birkaç yüz misli varız. Görenler bizim, bizlerin oluşturduğu harmanı onlarınkinin bin misli, yüz misli fazla görüyor. Lâkin onların içi dolu olduğundan kantara çıkarıldığında kilo çekiyorlar ve para ediyorlar (değerli idiler yani), biz ise kantara topumuz çıktığımız halde kantarın ibresi bile oynamıyor. Nedendir bu? Niyedir diye düşünmüyor musunuz? Müslüman olur da ağır çekmez mi, Müslüman olur da ciddiye alınmaz mı? Müslüman olur da önemsenmez mi? Eğer bütün bunlar olmuyorsa biliniz ki bizde bir hâl var. İçimiz kof, boş, kilo çekmiyoruz. Kilo çekmeyen şeye de para vermezler, yani değer vermezler. Değer veriyorlar mı? Bugün dünya yüzünde kendilerine değer verilen, verilmeye başlanan Müslümanlar (bir kısım da olsa) varsa biliniz ki içlerindeki Kur’ânî ve Sünnetî ağırlıktandır. Zira insanların gözündeki kantarda ağır çekiyorlar. Büyük bir çoğunluk ağır çekmiyor ve değer de etmiyor, öyle değil mi Müslümanlar, Allah için söyleyiniz. Bu sonuç hoşunuza gitmese de (hoşumuza gitmese de) doğru değil mi? Doğru değilse doğrusunu söyleyiniz, Allah için söyleyiniz de öğrenelim. Şu kadar yüz bin bilmem neci Müslüman, şu kadar milyon mürid ile bilmem neciler, şu kadar rakamla onu takip eden şu taife falan ve filân… Hangisi kaç gram çekiyor. Hepsini kantara koysanız kaç gram çekiyor, ibresi oynuyor mu kantarın? Oynamıyor, aldatmayalım kendimizi, uyumayalım kantarın başında. Gözlerimizi oğuşturalım, bir daha bakalım kantarın ibresine…
Evet kendimize çeki düzen vermenin, içimizi Kur’an’la, Sünnet’le velhâsıl İslâm’la doldurmanın ve kantar ibrelerini sonuna dayatmanın zamanıdır. Her zaman olduğu gibi bilhassa şimdi bunun zamanıdır. Bit yemiş buğdayı kim alır -ki içi boşalmış Müslümanı kim ne etsin?- ancak alet olarak kullanmayı, hayvan yemi olarak kullanmayı düşünenlerin işine yarar içi boşalmış buğday. İçi boşalmış Müslüman da ancak emperyalistlerin işine yarar ve yarıyor da. Şu anda bakınız çevrenize küfre hizmet edenlere ve de İslâm adına ‘bilmem ne köyde doğmuş Vatan Kurtaran Arslan’ları haber vermiş ruh hastalarının kehanetleriyle hareket edenlere bakınız. Kimleri göklere çıkarıyorlar, Allah ve Resulü dururken. Hangi taife kimlere yağ çekmekle meşgul, hangi taife nelere hizmet etmekle meşgul? Hem de İslâm adına. Bakınız çevrenize, en yakın çevrenize bakınız. Kimlerin oyları hem de Allah adına, kimlere veriliyor? Ne olur değerlendiriniz ortada görüp, yaşayıp durduğunuz gerçekleri…
Peygamberi rüyasında görüp kendisine vazife verdiğini, utanmadan halkın karşısında gözyaşlarıyla anlatan sahtekârların eline mi kalacaktı İslâm?… Peki bunlar bu sahtekârlıkları göz önünde, herkes göre göre işleyecekler de onları dinleyenlerden hesap sorulmayacak, mı? Vallahi sorulacak. “Biz, size Haberciler göndermedik mi?” denmeyecek mi? Denilecek vallahi… Ahmak ahmak her işittiğine baş sallayanlar kolay mı verecekler hesabı sanıyorsunuz, sanmayınız, zira böyle sananların hiçbir hüccetleri yoktur Rabb’leri katından… Allah’tan korkunuz, O’nun dinine yapışınız, O’nun dinini öğrenip, O’nun dinini yaşamaya bakınız. Zira sımsıkı yakalanıp hesaba çekileceğimiz günler sandığımızdan daha yakındır. (Ercümend Özkan, Osman Dindarzade’nin sorularına verdiği cevaplar, İktibas, Ocak 1987, sayı 121, s. 44)
İktibas, Aralık sayısı yorumu