“Tin ve Zeytin” – Endülüs ve Filistin
Allah’ın kendilerine güç kuvvet verip en güzel biçimde yarattığı halde esfeli safilinde olmayı tercih edenlerin vay haline… Ve selam olsun salih amelleriyle bu dünya ve ahirette alınlarının akıyla duran mücahitlere…
Unutmamak içindi; evet unutmamak için, beş asır evvel, Endülüs’ün düşüşüne engel olamayan Bedevi Araplar, erkekler gibi savaşıp savunmak yerine uzaktan seyrettikleri Endülüs’ün düşüşünü unutmamak adına sarıklarını kadınlar misali başlarından aşağı salmış ve bir yas, bir utanç sembolü olarak, üzerine siyah halkalar (agel) geçirmişlerdi…
Bedevi Arap kültürünün en önemli hasletlerinden biri de kendisine yapılan iyiliği de kötülüğü de unutmamaktır… Dolayısıyla Endülüs’e yas tutacak ve bir gün ellerinden alınan o toprakları geri alacaklardı.
Ama kaderin cilvesine bakın ki bir vakitler cepheden cepheye ön saflarda koşan Bedeviler, medenileşti ve Endülüs’ü unuttular, başlarındaki kara halkalar ise birer süse dönüştü…
Zira medeniyet, unutmakla başlar…
Kendilerine yapılan iyiliği de kötülüğü de çabuk unutur medeniler; o gün maslahatları için ne gerekiyorsa onu yapar ve konuyu hemencecik kapatıverirler.
Tarih mi, geçmiş mi? Sadece işe yarayacaksa önemlidir medeniler için…
Sadece Bedevi Arapların değil cümle İslam aleminin başında kara bir utanç halkası kaldı Endülüs’ten. Yüzyıllardır dillerde dolaşan ağıtların, hüzünlü şiirlerin ve vatanından ayrılığın acısını tadan her Müslümanın, gözyaşları içinde bir bakışla aklına kazımaya çalıştığı nice İslam toprakları, hep Endülüs’le anlatıldı…
Mahmut Derviş’in “onbir yıldız” divanında,
“Beş yüz yıl geçti ve bitti, lakin kopamadık birbirimizden,
İşte burada, mektuplaşmalarımız bitmedi,
Ve savaşlar, bahçelerini değiştiremedi Gırnatamın,
Elbet bir gün geçerim sokaklarından…” dediği Endülüs’ten geriye ne kaldı pekiyi?
Derviş bu soruya da şöyle cevap veriyor:
“Ezgilerinde geçmezdim şarkıcıların, ezgisiydim
Şarkıcıların, Atina ve Pers antlaşması misali,
Garbın Şark ile sarılması, yek cevhere giderken,
Dükkanlarda satılan Şam kılıçlarından
Yeniden doğayım diye, sımsıkı sarıl bana.
Zira kalmadı benden geriye,
Eski bir zırh, altınla süslenmiş bir eyerden gayrısı.
Kalmadı benden geriye, İbni Rüşd’e ait bir el yazması,
Güvercin Gerdanlığı ve tercümelerden gayrısı”…
Kayıp firdevsimiz Endülüs…
Endülüs’te kalan son İslam kaleleri, büyük kahramanlıkla savunulmasına rağmen bir bir düşerken yalnız mıydı pekiyi?
Hayır, bilakis Endülüs düşerken, Akdeniz, Cebelitarık Boğazı’ndan başlayarak Mısır’a, oradan Anadolu ve Rumeli’ne ve en nihayet Adriyatik kıyılarına kadar İslam devletlerinin kontrolündeydi…
Gelin görünki dönemin, büyük İslam devletleri, Osmanlı, Memlükler, Meriniler ve Zayaniler, gözleri önünde yaşanan katliam ve yağmaya karşı koyamamış ve ancak iş işten geçtikten sonra, “insani yardım” elini uzatabilmişti. O da Kastilyalıları rahatsız etmeyecek derecedeydi…
Ve işte üzerinden geçen yüzyıllara rağmen Endülüs yarası henüz kapanmamışken, yeni bir “Endülüs’ün düşüşü” vakasıyla karşı karşıyayız. Filistin…
Biri İslam medeniyetinin diğeri İsra ve Mirac’ın kutsal başkenti iki belde, Endülüs ve Filistin…
Kaç asırdır ağladığımız ve kimilerimizin keşke o günlerde yaşasak ve yardımcı olabilseydik diye üzülüp yakındığı Endülüs, bugün Filistin ve bilhassa Gazze olarak gözümüzün önünde cereyan ediyor. Ne yazık ki geçmişe ağlayan Müslümanlar, bugün yine üzerine düşen vazifeyi yerine getirmiyor.
Oysa Filistin, düşüş yıllarındaki Endülüs’e ne çok benziyor! Hem de her şeyiyle; coğrafyasıyla, toprağıyla, havasıyla, siyasi durumuyla, stratejik konumuyla ve kaderiyle…
Öyle ki ikisi arasındaki benzerlik, ancak
“Tarih tekerrürden ibarettir” sözüyle açıklanabilir…
Akdeniz’in iki ucunda iki İslam toprağı, biri Afrika ile Avrupa’yı, diğeri Afrika ile Asya’yı birleştiren iki belde…
Endülüs de Filistin de zengin ve bereketli topraklarıyla, kışın makbul derecede soğuk yazın sıcak gündüzleri ve güzel akşamlarıyla doyumsuz birer cennet bahçesi…
Endülüs, tini (incir) ve zeytiniyle dünyaya nam salmıştı, keza Filistin de zeytini ve tiniyle meşhur…
Bugün elimizde kalan Filistin, Siyonist işgalciler tarafından, karada Batı Şeria ve Doğu Akdeniz sahilinde kuşatma altına alınmış Gazze Şeridi şeklinde ikiye bölünmüş durumda.
Şöyle 1487 yılına gittiğimizde Endülüs Beni Ahmet devleti de aynı şekilde karada kuşatılmış vaziyetteki Gırnata ile Batı Akdeniz sahilinde kuşatılmış Malaga şeklinde ikiye bölünmüştü.
Gırnata’yı yöneten Ebu Abdullah es-Sağir, önceleri babası ve atalarının yaptığı gibi işgale ve tahakküme karşı çıktıysa da bir dönem esir düştüğü Kastilya-Aragon Krallığına boyun eğmiş, Fernando ile İzabella’nın insafına sığınmış ve siyasetle, barışçıl metotlarla Beni Ahmer tahtını koruyabileceğine inanmıştı.
Tıpkı yıllarca İsrail’e karşı direnişin öncülüğünü yapan El-Fetih’in Mahmud Abbas liderliğinde Batı Şeria’da yönetimde olması gibi.
Abbas yönetimi de İsrail’in insafına sığınmış ve siyasi diyalog ile başarıya ulaşabileceğine inanmış durumda.
Gırnata’da hüküm süren Sağir’in aksine Akdeniz sahilindeki Malaga’da hüküm süren Ebu Abdullah ez-Zağal ise düşmanın insafına sığınmayı reddediyor ve eninde sonunda Müslümanları İberya yarımadasından çıkarmak istediklerini bildiğinden direnmeyi yeğliyordu.
Günümüz Akdeniz sahilindeki Gazze Şeridin’de ise Yahya Sinvar liderliğinde hüküm süren Hamas, İsrail’e karşı direniş yolunu seçmiş durumda. Zira Sinvar, Siyonistlerin eninde sonunda Filistinlileri bu topraklardan çıkarmak istediğini ve bunun için birçok devletin de katılımıyla “yüzyılın antlaşması” gibi açıktan veya gizli kapaklı tehcir ve planları yaptığının farkında…
Kastilya-Aragon Kralı II.Fernando Nisan 1487 yılında önce Loşa (Loja) sonra Malaga-Velez üzerinden Malaga şehrine doğru taarruza geçmişti. Fernando’nun bahanesi ise belliydi, boyun eğmeyen Zağal’ı ve hükmünü sona erdirmekti.
Sinvar ve Hamas’ın hükmünü sona erdirmek bahanesiyle bugün Gazze’nin üzerine bir kara bulut gibi çöken işgalci İsrail ve Netanyahu gibi Fernando da şehirleri ve köyleri yıka yıka, yağmalaya yağmalaya ilerlemiş Malaga’yı, sırtını dayadığı Cebel’ul Faro dağı hariç üç bir yanından kuşatmıştı. Tıpkı Mısır sınırı hariç üç yanından kuşatılmış Gazze misali…
Nisan 1487’de başlayan saldırılar, nedeniyle geri çekilmek zorunda kalan Zağal, son kertede Malaga’ya dönememiş, Aş Vadisine (Guadix) sığınmıştı. Malaga surlarına hapsedilen Müslümanlar ve kumandanları Hamid es-Sağri ise teslim olmayı kabul etmiyor, direniyordu.
Şehrin direnişi destansıydı, bir yerden yardım gelene kadar aylarca direneceklerdi, lakin gün geçtikçe kuşatma ağırlaşıyor, içerideki şehit ve yaralı sayısı giderek artıyordu. Tıbbi malzeme, gıda ve silah stoğu günden güne eriyordu.
Gırnata havalisindeki Aş Vadisi’nden topladığı güçlerle Malaga kuşatmasını kaldırarak üzere hazırlık yapan Emir Zağal, Gırnata tahtındaki yeğeni Ebu Abdullah’ın saldırıları ve müdahaleleri nedeniyle başarısız olmuştu. Tıpkı Gazze’ye yardım etmek isteyen Batı Şeria’lı Filistinlilerin baştaki Abbas yönetimi tarafından engellenmesi misali…
Malaga’da direniş devam ettikçe morali bozulan Kastilya Kralı Fernando, El-Cezire’den (Algeciras) ağır toplar getirtmiş, gün be gün artan takviyelerle kuşatmayı dayanılmaz şekilde ağırlaştırmıştı.
İslam dünyasına yayılan Endülüs haberleri müslümanları çok rahatsız ettiyse de gece ve gündüz namazlarında dualarla, kunutlarla, Allah’tan Endülüs’teki kardeşlerine yardım etmesini niyaz ediyor ve Haçlılara lanet ederek tepki gösteriyorlardı. Başka ne yapabilirlerdi ki!!!
Yeğeninin baskıları ve müdahalelerine karşılık vermekle meşgul olan Zağal, Malaga’ya yardım edememenin ıstırabıyla bir umut ile Meriniler, Memlükler ve Osmanlılara elçiler gönderip Malaga’nın kurtarılması için çağrıda bulundu.
Elçiler kapı kapı dolaşıp Müslüman liderlerden, anlı şanlı ulemadan Endülüs’ü kurtarmak üzere harekete geçmek için ricacı oluyordu.
Ne yazık ki herkesin bir bahanesi vardı; başkent Fes’e gelen elçiler elleri boş ayrıldı şehirden. Meriniler (Bugünkü Fas), içerideki buhranlar ve hem Beni Ahmerle anlaşmazlıkları ve hem de komşu Zayanilerle (Cezayir) çekişmeleri nedeniyle Endülüs’e, özellikle ağır bir saldırı ve kuşatma altındaki Malaga’ya, yardım edemeyecekti.
Ne acıdır ki 500 yıl geçmesine rağmen Fas-Cezayir çekişmesi bugün halen iki tarafı da zora düşüren bir sorun olmayı sürdürüyor.
İstanbul’a ulaşan elçiler bu sefer de Sultan 2.Bayezid’den yardım istediler ama o da Cem Sultanla devam eden taht kavgasından ve Memlüklüler ile devam eden mücadeleden başını kaldırıp Malaga’ya el uzatamayacaktı…
Kadere bakın ki, günümüz Türkiyesi de iç siyasi çekişmeleri, dış mücadeleleri (Üstelik bunlardan biri de Memlük varisi Mısır), iktisadi ve askeri birçok sebeple Gazze’ye yardım edemiyor…
Memlük Sultanı Kayıtbay ise kendisine gelen elçilere, doğrudan müdahalenin hem iç sıkıntılar hem de Osmanlı’yla Kilikya yöresinde seyreden çatışmalardan dolayı mümkün olmadığını söyledi.
Ancak Kayıtbay, Kudüs’teki ve Mısır’daki Hristiyan cemaat liderlerine Papa’ya haber göndermelerini ve eğer Malaga kuşatması kaldırılmazsa öldürülen Müslümanlara karşılık Memlük topraklarındaki Hıristiyanları öldürmekle tehdit etti…
Haberin ulaştığı Papa, Kastilya Kralına mektup gönderip söz konusu tehlikeyi kendisine bildirdi ve kuşatmayı kaldırması gerektiğini ifade etti.
Ancak Fernando tehdide aldırış etmedi zira Müslümanların “Ehli zimme”yi öldürmesinin İslama göre yasak olduğunu ve Kayıtbay’ın blöf yaptığını biliyordu.
İsrail’in Gazze saldırılarının ilk günlerinde Kassam Sözcüsü Ebu Ubeyde saldırılar durmazsa ellerindeki esirleri idam edeceklerini açıklamış ancak bu tehdit Netanyahu tarafından dikkate dahi alınmamıştı. Zira Netanyahu da Müslümanların ellerindeki esirleri idam etmeyeceğini çok iyi biliyordu…
Tüm şiddetiyle devam eden kuşatmayı kaldırmak üzere topladığı 500 civarındaki yalın kılıç mücahitle bir gece yarısı, Fernando ve İzabella’yı öldürmek hedefiyle düşman ordu saflarına dalan Aş Vadisi ulemasından İbrahim Santo da maalesef başaramamıştı. Santo ve yanındaki mücahitlerden ele geçirilenlerin parça parça edilen cesetleri Malaga kapılarına fırlatılıp atılmıştı…
Nisandan bu yana savaşan, Mayıs, Haziran, Temmuz ve Ağustos sıcağı altında direnen mücahitlerin ve Malaga’nın, artık takati kalmamıştı. Ağustos başında şehirde yiyecek bir parça ekmek dahi kalmamıştı. Önce ağaç yaprakları, bulunabilen zehirsiz bitkiler, hayvan yemleri ve her türlü gıda yenip bitirildi.
Tıpkı Gazze…
Günler günleri kovalıyor insanlar açlıktan bitkin halde olduğu yere yığılıyordu. İlim ehlinin verdiği fetva sonrası şehirdeki kedi, köpek, sıçan gibi hayvanlar da tüketildi ama onbinlerce yaralı, çocuklar, kadınlar ve yaşlılar, aç, biilaç ölümü bekliyordu….
Tıpkı Gazze…
Bir zamanlar inci gibi parlayan güzel Malaga’dan kara dumanlar yükseliyordu. Şehir, Kastilya ordusunun attığı neftli ateş toplarıyla yakılıp yıkılmıştı…
Tıpkı Gazze…
Nihayet direnişin kumandanı Hamid’e itirazlar yükseldi ve şehirin teslim edilmesi talep edildi. Hamid, ölene kadar savaşmaya ve direnmeye devam edeceğini söyledi ama azımsanmayacak bir kitleyi galeyana getiren Ali Dordok isimli bir tüccar öncülüğündeki bir heyet onu dinlemeyerek, Fernando’ya gidip şehri teslim etti…
Fernando, Fatih edasıyla 15 Ağustos’ta şehre girdi ama halk hakkındaki kararını iç kale alınana kadar ertelediğini bildirdi.
Rivayetlere göre aylarca direnen Malaga’yı teslim alan Kastilya askeri ceset kokuları yüzünden sokaklarda yürümekte güçlük çekiyordu…
Hamid ve kendisi gibi düşünen yaklaşık 200 kadar mücahit, Cebel’ul Faro dağının yamacına kurulu iç kaleye çekilmiş ve direnmeye devam ediyordu.
Hamid’in direnişini bitiremeyen Fernando, moralsizdi ve küçücük kaleyi alabilmek adına daha fazla zaman ve adam kaybetmek istemiyordu. Tüccarların lideri Dordok, tekrar sahneye çıktı ve içeride adamları olduğunu, eğer kendisi ve adamlarını bağışlayıp yaşamalarına müsaade ederse kale kapılarını Fernando’ya açtırabileceğini söyledi. Teklifi kabul eden Fernando nihayet kaleyi almayı başardı ve kılıcı kırılana kadar direnen Hamid’i teslim almayı başardı.
Ağustos’un 18’i itibariyle tamamen teslim alınan Malaga halkının teslim olması, Fernando için yeterli gelmemişti. Kastilya askerleri, Fernando’nun emriyle işe yarar gördüklerinden köle olarak aldıkları hariç, en az 15 bin Müslümanı daha kılıçtan geçirdi…
Malaga’ya arka çıkması gereken yerde tacını ve tahtını düşünen Gırnata’nın Emiri Ebu Abdullah ise çok değil beş yıl sonra Gırnata’yı terk edip gitmek zorunda kalacaktı.
Şehre bakıp gözlerinden yaş aktığında ise annesi Aişe el-Hurra, ders niteliğinde tarihi bir sözle ona kızgınlığını ifade edecekti:
“Ağla! Erkekler gibi savaşıp koruyamadığın mülk için kadınlar gibi ağla şimdi!”
Gırnata düştü ve Endülüs İslam medeniyeti sona erdi…
Şimdi Gazze’de olanların da bu yönde gittiğini anlamak çok zor değil….
Lakin iki milyarlık İslam alemi, gözü önünde yaşanan yeni bir Endülüs felaketini, bir Malaga kuşatmasını, şimdilik seyretmekle yetiniyor… Allah muhafaza, Gazze düşerse çok geçmeden Batı Şeria da düşer, yani Filistin tamamen biter…
Şüphesiz ki Gazze düşerse, Müslümanlar, şehitleri için içli ağıtlar yakacak, gösteriler ve yürüyüşler yapacak, İsrail’e Amerika’ya lanetler okuyacak ve onları Allah’a şikayet edecektir… Belki başlarına yas ve intikam simgeleri de bağlayacaklar…
Ama dedik ya “medeniyet” unutmaktır diye, çok geçmeden unutur ve normal hayatlarına devam ederler…
Tarihin dönüm noktası günlerde yaşananlara kayıtsız kalan veya gerekeni yapmayan, Meriniler, Memlükler, Osmanlılar, Zayaniler, Safeviler ve diğerleri nasıl abad olmadıysa, onların mülkü üzerine kurulu günümüz devletleri de abad olmayacak.
Lakin kıyamet günü geldiğinde, yapılan ve yapılmayanların hesabı bugünkü güç ve iktidar sahiplerine tek tek, elbette eksiksiz, sorulacaktır…
Duruşumuza göre nasıl bir sonla karşılaşacağımız ise Tin suresinde anlatılmış. Adeta Endülüs’ü, Filistin’i ve diğer Müslümanların duruşlarını anlatan surenin şu mealini tedebbür ederek okumak olup bitenin anlamlandırmak için yeterli olacaktır diye düşünüyorum:
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1. Tîn’e ve zeytine yemin olsun.
(Müfessirler âyette geçen “Tîn” ve “Zeytin” kelimelerinin, daha sonra gelen “Sina Dağı” ve “güvenli şehir (Mekke)” ifadeleri ile uyum sağlaması açısından, iki beldeyi işaret için kullanılmış olabileceğini söylemişlerdir)
2. Sinâ dağına yemin olsun,
3. Ve şu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,
4. Biz, gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık. (Bazı müfessirler, “Ahseni takvim” ifadesinin “gücü kuvveti yerinde”, “yeterli kabiliyete sahip” anlamında olduğunu söylemiştir)
5. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.
6. Ancak, iman edip, salih ameller işleyenler hariç. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.
7. (Ey insan!) Böyle iken, hangi şey sana hesap ve cezayı yalanlatıyor?
8. Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?
Allah’ın kendilerine güç kuvvet verip en güzel biçimde yarattığı halde esfeli safilinde olmayı tercih edenlerin vay haline…
Ve selam olsun salih amelleriyle bu dünya ve ahirette alınlarının akıyla duran mücahitlere…
(Ensar Fırat / Yenisöz)