M. Said Çekmegil
Üstad M. Said Çekmegil eserleri ve sohbetleri ile ömrü boyunca doğru düşünmenin metodlarını aramış, bulduklarını insanlarla paylaşmıştır. Onun asıl önemi ve değeri vahyî kaynaktan epeyce uzaklaşmış düşünme dayanakları ve pratiğini yeniden ilk dönem modeline yaklaştırma hassasiyetinde yatmaktadır.
M. Said Çekmegil'in Fikri Mirası
Metin Önal Mengüşoğlu
Türkiye’de muhakkik bir İslâmî anlayışın yaygınlaşmasında özellikle altmışlı yıllardan sonra etkin rol oynayan Malatya ekolü ilgilenenlerin malumudur. Bir düşünce mektebinin oluşumunu tek kişinin emek ve gayretine bağlamak doğru görülmeyebilir. Şüphesiz Malatya’da bir fikrî mektebin namını ülke sathına yaymasında emek ve gayret sahibi kişiler bulunacaktır. Üstelik böyle bir mektebe zemin hazırlayan bir tarihî arkaplanın varlığı da gerekmektedir. Oluşumun hiçbir katkıcı unsurunu inkar etmemek kaydıyla insafı da elden bırakmadan bu mektebin merkez şahsiyetinin M.Said Çekmegil olduğunu söylemek asla yanlış değildir...
M. Said Çekmegil, ilk gençlik yıllarından itibaren Türkiye’deki entelektüel İslâmî faaliyetlerin içinde bulunmuş bir şahsiyettir. İlk mektep dışında resmî okullarda okumamış, klasik medrese veya tekke formasyonu da almamıştır. Günlük hayatını zanaatkâr bir terzi olarak sürdürmüştür. Zihnî/fikrî gayretini ise bir ömür boyu İslâm’ı anlamaya, İslâm üzerinde düşünmeye, anladığını ve düşündüğünü ise eserlerinde yansıtmaya teksif etmiştir. Çekirdekten yetiştiği için çok kere fidandan yetişenlerin kıskançlıklarına maruz kalmıştır. Sürekli taşrada yani Malatya’da yaşadığı içinse merkezdekilerin küçümsemelerine muhatap olmuştur. Ancak otuz üç esere imza atmış bu taşralı, bu alaylı mütefekkir hastalığı sebebiyle yeniden gündemimize girince, dönüp geriye baktığımızda görürüz ki nice mektepli ve nice merkezli düşünüre taş çıkartacak eserler vermiştir.
Büyük Doğu Cemiyeti’nin kurucularındandır. O sıralar Necip Fazıl’ın da gözdelerinden yani sevgili’lerinden birisidir. Ancak zaman içinde fikrî farklılardan ötürü yolları ayrılmıştır.
Çekmegil bütün ömrünü İslâmî bir tecdide, sahih bir anlayışın yaygınlaşmasına adamıştır. Diyanetleri tecdide muhtaç olan Müslüman kitlelerin temel problemi düşünmemektir. Düşünmeden inanan insanların bağlılığı ise iman sayılamaz. İkinci problem ise bilginin sıhhati problemidir. Müslümanların ellerindeki bilgi akışı kültürden gelmektedir. Kültür ise kaynağın zaman içinde beşerî zaaflarla da yüklenerek kısmen artmasından veya eksilmesinden oluşmaktadır. Ana kaynağa refere edilerek ciddi bir ayıklamaya ihtiyaç vardır.
İtibar gören geleneksel kurumlar çürümüştür. İçtihad ekolleri mezheb asabiyetine dönüşmüştür. Tarihteki siyasî ve ilmî şahsiyetler olduklarından yüce sıfatlarla anılmaktadırlar. Bu da insanları tehlikeli bir itikadî uçurumun eşiğine doğru taşımıştır. Bütün padişahları evliya sayan ucuz, abartılı ve yanlış mefahirler acı vermektedir. Geçmiş ulemayı da çok yüksek, yanılmasız mevkilerde gösteren aşırı övgü dolu sıfatlar İslâm adına utanç duyulacak ölçülere ulaşmıştır.
Kalem erbabı birçok münevver biraz da halkın dümen suyuna kapılmış, belki onları ürkütmemek maksadıyla Kur’an, Sünnet ve Bin Yıllık Tarih tekerlemesine sığınarak insanların sadece zaaflarını okşayacak bir duygu sömürüsüyle vakit harcamaktadır. Öyle zamanlardır ki o zamanlar, kimse taşın altına elini koymamakta, kimse uyuyan hiç kimseyi uyarmayı ödev bilmemektedir. Hemen herkes şanlı geçmişle övünür, övündürürken sanki kimse bugünü yaşamak istememektedir.
Özetlemeye çalıştığım bu fikrî kaos ortamında Çekmegil bütün salvoları üzerine çekme pahasına mevcuda aykırı konuşmayı denemiştir. Haketmediği yaftalamalarla etkisizleştirilmeye, susturulmaya çalışılsa da yoluna devam etmiştir. İlim tarifle başlar diye bildiği için sahih tariflerle kurulu bir din dili inşa etme çabasına girişmiştir. Bir yandan köhnemiş geleneksel dilin bulandırdığı literatüre dikkat çekmiş; öte yandan yeni laik ve emperyalist propagandanın tarümar ettiği Müslümanlığa mensup zihinleri tek kaynağa, ana kaynağa yani vahye davet etmiştir.
Bunu yaparken de geleneksel ulema dilinden çok uzak bir dil kullanıyordu. Üst perdeden değil en alt perdeden tıngırdatıyordu sazını. "Talebeyim ben" diyordu. "Benim ilmim yok" diyordu. Herkesi özellikle de o mütekebbir beşik ulemasını (!) önce talebeliğe çağırıyordu. Halk üzerinde alimliği despot bir otorite veya kutsal bir misyon gibi kullananlara haddini bildiriyordu. Eserlerinin birçoğunu "Anlayışımız" genel başlığı altında topluyordu. Bu iddiasız, mütevazı dil, okuyan herkese sanki bir ferahlama soluğu sağlıyordu. Ancak tüm eserlerindeki o zengin bibliyoğrafya ise bu işin uzmanı olan akademisyenleri bile şaşkınlığa sevkediyordu. Son derece titiz ve ciddi çalışmalardı onun eserleri.
Vahy’den, bütün bir İslâmî tarihten, kültürden, gelenekten yoğun, zengin malzemelerle bezeli, okuyucunun düşünce ufkunda harika açılımlar sağlayan buluşlar, tesbitler ve anekdotlarla yeniden düşünen bir Müslümanlığın ipuçlarını, uyarı sinyallerini taşıyordu Çekmegil’in eserleri.
Sözgelimi "İbadet Anlayışımız" adlı eseri klasik ilmihal kitapları karşısında bir devrim niteliğindeydi. Önce ibadet ile adetin farklılığını, zıddiyetini ortaya koyuyor, ardından yapılagelenin adete benzediği uyarısını yapıyordu. İnsanları böylece alışkanlık olmaktan çıkmış, geçiştirilerek tekrarlanan otomatlıktan uzak ibadete çağırıyordu. O ibadet ki şuurlu eylem olmaya en çok hak kazanan davranıştır. Çok farklı bir dil kullanarak ibadeti üçe ayırıyordu. İman, vücubiyet ve ahlak diye. Uzun yıllar sonra insanların ilk kez karşılaştıkları bir tür tasnifti bu. İman ibadetin yani kulluk eyleminin başında geliyordu. Ve tefekkür ile irtibatlandırılıyordu. Sonra üzerimize vacip olan (farzla aynı anlamda) ve tekrarlanan namaz, oruç, hac gibi eylemler ki onlar da işin tezekkür boyutu idi. En sonra da ahlak sıralanıyordu ibadet kavramı içerisinde. Bu da sahih bir imanın ve huşu içerisindeki amellerin üzerimize giydireceği Allah’ın boyasından başkası değildi.
Ezcümle mü’minlerin meşru bütün iş ve davranışlarına buna iman da dahil olmak üzere ibadet denileceğini yeniden öğreniyorduk.
Ne garip tecellidir ki cahiller tarafından sünnet düşmanı ilan edilen Çekmegil’in güzel eserlerinden birisi de "Sünnet-i Sen’iyye’dir."
Bu kitapta da çok farklı, çok düşündürücü, uyarıcı bir tasnifle ilk kez karşılaşıyorduk. Öyle ki Sünnet kavramı Kur’an’ı bile şemsiyesi altında toparlayan bir tarifle geliyordu. Sünnet madem ki Resulullah’ın bütün hayatı idi, öyleyse O’nun İslâmî hayatının yani sünnetinin ana esasları Kur’an’da bulunmalıdır. Yani O, sünneti yaşarken Kur’an’ı yaşıyordu. Kur’an’daki bütün vücubiyetler, haramlardan sakınmalar ve had’ler O’nun sünnetinde pratik halde mevcut değil miydi? Demek ki sünnet dediğimizde sünnetin içeriğinde evvela Kur’an akla gelmeliydi. Sünnete uymanın zaruri boyutu bu noktada toplanmaktaydı. Elbette sünneti nafilelerle özdeşleştiren cahili zihinler bu ayrımdan bir şey anlamayacaktı. Elbet Resulullah’ın bütün hayatı bundan yani bizim de yapmaya mecbur olduklarımızı içeren Kur’an’dan ibaret değildi. Sünnetin diğer bir boyutu ise mendup, müstehap veya ibahiye diye isimlendirilen mecbur tutulmadığımız, yapıp yapmamakta hür bırakıldığımız alan. Yaparsak sevap kazanacağımız yapmazsak sorumlu tutulmayacağımız davranışlardır bunlar. İşte halk dilinde sünnet büyük bir yanlışlık sonucu yalnızca bu alana hasredilmişti. Nafile ile müteradif olarak kullanılıyordu.
Çekmegil cihad anlayışımıza da yeni ve farklı bir ışık tutuyordu. Altmışlı yıllarda Türkçe’ye tercüme edilmeye başlayan Arap müelliflerinin eserlerinde dönemlerinin siyasal atmosferi gereği savaş veya mukateleye hasredilerek yahut hapsedilerek kullanılan cihad kavramının asıl anlamını şöyle veriyordu: a)mukatele, b)muhaceret, c) fikrî cehd yani içtihad. Öyle ki birçok kimse içtihadın cihadla aynı kökten geldiğini nice zamandan beri unutmuştu. Bu hatırlatma ilaç gibi geliyordu onlara. Bilinmeli ki asırlardır içtihad kapısını kapalı tutan bir toplum için bu uyarılar altın öğütler değerindeydi.
Birinci baskısı 1959 yılında yapılan "Milliyet Anlayışımız" adlı eseri o dönemin diğer İslâmî yayınları, öteki Müslüman müelliflerin çalışmaları hatırlanırsa ancak o zaman gerçek kıymeti anlaşılabilecek sahih bir bakış açısını yansıtmaktadır. Türklük ve Müslümanlık birçok yazı ve eserde koyu kavmiyetçi üslupla muallel biçimde sunuluyordu. Halen de durum çok değişmiş değil ya. Millet kelimesi kavim veya ırkla örtüştürülüyordu. Türk Milleti, Arap Milleti, Acem Milleti türünden kullanımlar pervasızca sürdürülüyordu. Çekmegil işte daha o tarihlerde Vahy’in millet tanımını öğrenmiş ve onu savunuyordu. Doğru kullanımın Türk Milleti değil Türk Kavmi şeklinde olması gerektiğini söylüyordu. Zira Kur’an’a göre yeryüzünde iki millet vardı. Biri İslâm Milleti diğeri Küfür Milleti. Hak ve batılı temsil eden bu iki bloktan batıl cephesi için "küfür milleti birdir" nitelemesini yapıyordu.
Şöhretinin dorukta olduğu dönemlerde yani Said-i Nursi’nin "siyasetten Allah’a sığınırım" dediği ve bununla daha da ünlendiği sıralarda Çekmegil "Siyaset Anlayışımız" adlı eserini yazıyordu. Ve ne diyordu biliyor musunuz: "siyaset insan yönetme sanatıdır ve bir ibadettir."
Üstad M. Said Çekmegil eserleri ve sohbetleri ile ömrü boyunca doğru düşünmenin metodlarını aramış, bulduklarını insanlarla paylaşmıştır. Onun asıl önemi ve değeri vahyî kaynaktan epeyce uzaklaşmış düşünme dayanakları ve pratiğini yeniden ilk dönem modeline yaklaştırma hassasiyetinde yatmaktadır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de Vahy’e müstenid bir din dilinin oluşmasında ve gelişmesinde sohbetlerinin ve eserlerinin çok ciddi katkıları bulunduğunu düşünüyorum. Açıkçası sadece düşünmüyorum bunun yakın şahitlerinden birisi olmakla iftihar bile ediyorum.
İlim, ahlak, vicdan, münevver, iyi niyet, insanlık, tenkid, iktisat, iman, diyalektik, hürriyet, muhkem, müteşabih ve daha birçok alanda doğru anlayışı arayan ve sunmaya çalışan bir ömür boyu süren yılmaz bir mücadele ve mücahede...
(Kaynak: İktibas Dergisi - Sayı 288)