07-08-2009 14:10

İnsanlığı geri almaya çağrı: İnsanın Dört Zindanı

Siz kardeşlerimize bu defa tanıtmaya çalışacağımız kitap, üstad Dr. Ali Şeriati’nin “İnsanın Dört Zindanı’’ adlı eseri.

İnsanlığı geri almaya çağrı: İnsanın Dört Zindanı

Hikmet Ertürk
İslam ve Hayat

 

 Siz kardeşlerimize bu defa tanıtmaya çalışacağımız kitap, üstad Dr. Ali Şeriati’nin “İnsanın Dört Zindanı’’ adlı eseri. Elimizde, bu kitabın İşaret Yayınları tarafından 1997 yılında yapılmış beşinci baskısı var. Çeviriyi ise Prof. Dr. Hüseyin Hatemi yapmış.

 Dr. Ali Şeriati (1933-1977), İranlı toplumbilimci ve İslam düşünürü. Paris'te doktora yaptıktan sonra İran'a döndü. Kadro, unvan ve serveti değil, mustaz'aflar uğruna kendini adama yolunu seçti. Tutuklandı ve "serbest" bırakıldıktan sonra da düşünmeyi ve konuşmayı sürdürdü. Kısa süren hayatı; düşünme, konuşma, yazma ve yol gösterme ile dolu geçti. İran gençliği üzerindeki etkilerinden rahatsız olan yönetim, daha önce de denenmiş bir düzene başvurdu: Ali Şeriati'ye yurtdışına çıkış izni verdi (Mayıs 1977). Bu çıkışından bir ay sonra Haziran 1977'de Londra'da Şah'ın ajanları tarafından şehid edildi.

Şehadeti, onu büsbütün simgeleştirdi ve etkisini güçlendirdi. "İnsanın Dört Zindanı", Şeriati'nin bir konuşmasının metnidir.

Bu vesile ile Dr. Ali Şeriati’nin konferansına sizleri de davet etmiş olalım.

Hanımlar, beyler, aziz öğrenciler.

 

Sizleri bu vesile ile kutladıktan sonra, söz­lerime başlamadan şunu arz etmek isterim:

 

Benim bu geceki konuşmam, alışılmış an­lamda bir konuşma olmaktan çok, bir tasarımın, bir savın, bir kuramın sunulması olacaktır. Kanıtları üzerinde fazlaca durmaksızın ve fazla açıklama yapmaksızın yalnız bu savın (tez) ana çizgilerini belirleyeceğim. Bazı noktalarda ayrıntılara inmem de, sadece savın daha iyi açıklanabilmesi ve aydınlanabilmesi için, ge­rekli olduğu ölçüde kalacaktır. Konuşmam bit­tikten sonra da, bu sav ve kurama ilişkin her türlü soru, tereddüt ve eleştirileriniz için hu­zurunuzda bulunacağım. Bir kez daha önceden belirteyim ki, bu konuşmam bir konunun üze­rinde ayrıntılı ve çözümlemeli bir araştırma değil, bir kuramın sunuluşu olarak kalacaktır.

 

İlgi çekicidir: İki-üç kez Abadan'a geldim ve burada konuştum. Konuşmalarımın konusu doğrudan insana ilişkin sorunlar üzerinde yoğunlaştı çoğunlukla. Bu husus tesadüfî değil­dir. İnsan yaşamının en büyük sorunu bizzat 'insan' sorunudur. Hayat ne ölçüde aydınlanır­sa aydınlansın, yeryüzünün güçlükleri ne ölçü­de kolaylaşırsa kolaylaşsın, insan ne denli dün­yaya egemen olursa olsun, sorunlar ne denli çözülürse çözülsün,  bu ölçüde de 'insan' sorunu belirsizleşmekte ve giderek trajik boyutlara varmaktadır.  Bilim aracılığı ile her gün eski­sine oranla daha çok sorunun cevabı verilebil­mektedir. Gelgelelim «insan nedir?» sorusu da daha güncel olmakta ve gitgide sorunlaşmaktadır. Nitekim bu bunalıma, Batı'da bizden da­ha büyük boyutlarda ve bizden daha erken varıldığını görüyoruz. Orada «insanın kim oldu­ğunu bilmiyorum!» trajedisi bizden daha fazla sezilmektedir ve bir ölçüde bizim aydınlarımızı da etkileyecek boyutlara varmış bulunmaktadır.  Demek oluyor ki Çağdaş İnsan için te­mel sorun insanın kendisidir. Nedir insan? İn­sanın bilinçli, doğru ve mantıkî bir tanımına ulaşmadıkça hiç bir sorun çözülemez, mümkün değildir.

Bir fakültede eğitim ve öğretim konusun­da yaptığım bir konuşmadaki) şunu açıklamaya çalışmıştım:  Bugün tartışılmakta olan çeşitli eğitim ve öğretim öğretilerinin tümü çık­maza girmiştir. Çeşitli felsefi temellere dayanan tüm dünya öğretim düzenlerinin (sistem) hiçbiri başarılı olamamışlardır. Her biri başlan­gıçta büyük gürültü koparmışsa da sonra ye­tersizliğini göstermiştir. Bu durum, bu eğitim ve öğretim düzenlerindeki bir kuruluş eksikli­ğinden değil, şu husustan kaynaklanır: Günü­müz dünyasının büyük öğreticileri ve eğitim ve öğretim düzenlerinin kurucuları; insan eği­tim ve öğretiminin uygulayım yöntemlerine geçmeden önce insanın niteliği sorununu çöz­melidirler.

 

İnsanın ne olması gerektiğini, ne olduğu­nu kavramıyor isek, diğer bir deyişle açık ve üzerinde anlaşılmış bir insan gerçeği düşünce­sine ulaşmamış isek kültürü, eğitim ve öğre­timi, ahlâkı ve toplumsal ilişkileri düzeltme yolundaki bütün çabalarımız boşunadır ve bo­şa gitmiştir. Böylelikle de aşılama ve ayıklama yöntemlerini, bağ bakımını ve bitkibilimini çağ­daş bilimin en üst düzeyinde bilen, gelgelelim diktiği ağacın türünü düşünmeyip içinde bulun­duğu toplumun hangi ürüne ihtiyaç duyduğunu göz önünde tutmayan bir bağcıya benzeriz. Ger­çekten de bugün insanı ve toplumu düzeltmek isteyen herkes için böyle bir benzetme yapıla­bilir. İnsan sorununu çözmeden önce ileri ve başarılı bir eğitim öğretim düzeyine varmamız  imkânsızdır. Yeryüzündeki toplum düzenlerin­den hiçbirinin, Marksizm ve Sosyalizmden bü­tün diğer ideolojilere kadar, insanın ne oldu­ğunu söyleyip açıklamadan ve insanın kendi yaratılışını temel alarak izlemesi gereken son ve öz amaçların hangi amaçlar olduğunu be­lirlemeden, daha doğrusu bu çizgiye erişmeden önce başarılı olmaları imkânsızdır. Yüksek dü­zeyde toplum, büyük uygarlık, siyasî veya ik­tisadî öğreti düzenlerinden çok daha önce, ne tür bir insan oluşturmak istediğimiz ilke olarak belirlenmelidir. Şu halde her şeyden önce insan olma ve nasıl insanlaşma sorunu çözülmelidir. Her sorunun temeli budur, ister sonra dine bağ­lı kalmak istemiş olalım,  ister din dışı,   ister sosyalist, ister onun karşıtı,  ister ilerici, ister gerici, sonradan izlemeyi ve ulaşmayı dilediği­miz biçim ne olursa olsun, önce bu sorun he­pimiz için çözülmelidir.

[Maalesef ben yılda bir kez o da gelip gelemeyeceğim kesin belli olmayarak, buraya geliyorum ve her zaman ilk aşamada kalıyo­rum. Bundan sonra kurmam gerekene fırsat kalmıyor. Bu husus gelecek yıla kalıyor ve bir sonraki yıl dinleyici nesli de değişmiş oluyor. Maalesef bu bir bakıma öğreticilerin kaderidir. Eski öğretim düzeninde, medreselerde, öğrenci öğreticisini kendi seçerdi. Şimdiki düzende iki taraf da birbirini seçmiş değildir. Eski düzen içinde öğrencinin seçtiği öğretici, öğrencisini kendi öğretisine göre basamak basamak ilerle­tir ve son aşamaya ulaştırırdı. Bugün başlangıç bilgilerini verip sona ulaştığımızda yılın da so­na erdiğini, öğrencinin gidip yerine yeni bir öğrenci topluluğunun geldiğini, tekrar baştan başlamamız gerektiğini görüyoruz. Bu sebeple de sürekli olarak başlangıçta kalıyoruz. Bir öğ­retmenin öğrencisine: «îki yıldır aynı sınıfta kalmaya utanmıyor musun?» dediği anlatılır. Öğrencinin cevabı: «Sen utan ki, yirmi beş yıl­dır aynı sınıftasın.» Böylece, bu düzen içinde öğrenci hep başlangıç yapmakla kalıyor ve so­nuca ulaşamıyor.]

Bugünkü konuşmamın konusu yine «insan» hakkında olacaktır. Çünkü yukarıda belirttiğim gibi bugün insan her zamankinden çok meç­huldür. On dokuzuncu yüzyıl sonlarından içinde bulunduğumuz yirminci yüzyıla kadar feylesof ve düşünürlerin çoğu, hatta yazarlar ve sanat­çılar, insan konusu üzerinde çok durmuşlardır. Her birinin insan konusunda bir eseri, bir araş­tırması, veya bir kuramı, görüşü vardır. Bu se­beple insan da her zamandan çok çağımızda karanlık ve güvensizlik içindedir. Benim savımın (tezimin) özü şudur: İnsan dört zorlayıcının (cebrin) etkisindedir; insan dört zindanın tutsağıdır. Bu dört zorlayıcı gü cün etkisinden özünü kurtarınca özde insan ola­bilir ve gerçek anlamı ile insan olmak bu dört zindandan kurtularak özgürlüğün elde edilmesi­ne bağlıdır.

Savın açıklanabilmesi için önce bu Dört Zorlayıcımın ne olduğunu bilmek gerekir. İkinci olarak, insan bu dört zindandan, diğer deyiş­le bu dört zorlayıcı gücün etkisinden nasıl kur­tulabilir? Bundan da önce: insan dediğimizde neyi kastediyoruz? Bu sorunu göz önünde tut­mak gerekiyor. Çünkü ancak «insan»ın özel bir tanımlaması ile birlikte «bu insan dört zindanın tutsağıdır» diyebiliriz. Şimdi bu özel tanımı su­nuyorum:

Dostlarımdan Kur'an üzerinde araş­tırma ve incelemeler yapan biri söylerdi: Kur' an'da  «insan»a ilişkin iki sözcük vardır.   Bu canlı türünden söz edildiğinde iki sözcük kul­lanılmaktadır.   Bu sözcüklerden  birisi «beşer», diğeri  «insan»dır.  Kimi zaman  «beşer»  kulla­nılır  («...ene beşerun mislukum»), kimi za­man da «insan» denir, («...ve kânel-insânu acû-lâ» ya da «...ve hulık-al-insanu zaîfâ»).

«Beşer» ve «insan» kelimesi arasındaki fark şudur: «Beşer» dendiğinde kastedilen, varlıkla­rın gelişim süreci sonucunda yeryüzüne gelmiş bulunan, bugün de yaşamakta olan ve bu tür­den üç milyar bireyin şimdi de yeryüzünde ey­lemde bulunduğu iki ayaklı canlı varlıktır. «însan» dendiğinde ise olağandışı, üstün ve bilmecemsi gerçek anlaşılır ki özel bir tanımla­mam vardır ve bu tanıma tabiatın diğer görü­nüş ve belirtileri (fenomen) girmez. Şu halde iki «insan» kavramı vardır: Birisi dirimbilim (biyoloji) konusu olan insan, diğeri ise şairin üzerinde konuştuğu, feylesofun söz söylediği, dinin ilgilendiği insan.

İlk tür, türün bütün bireyleri arasında or­tak fizyoloji, dirimbilim ve ruhbilim (psikolo­ji) Özellikleri —kara, ak, sarı kuzeyli, güneyli, doğulu, batılı, dindar, dinsiz, hepsini kapsamak üzere— olan belirli özel canlı türüdür. Bu or­tak temel kanunlar dolayısı ile tıb, eczacılık, farmakoloji, anatomi, teşhis, patoloji, dirimbi­lim ve ruhbilim oluşmuştur. Fakat «insan» ikin­ci anlamı ile, insan kimliğinde bulunmak gerçeğidir ve bu özellikler «be­şer» türünün her bireyinin belirli bir ölçüde «insan» kimliğinde bulunmasına yol açar.

 

Demek oluyor ki «insan» dediğimizde şu anda üç milyar bireyin yeryüzünde var olduğu türün bireylerini birlikte kapsamına alan ta­nımı kastetmiyoruz. Bu türün bütün bireyleri «beşer»dirler, fakat bu bireylerin tümü de in­san değildir. Her birey bir ölçüde ve bir dere­ceye kadar insan olabilmiştir. Şu halde şu ta­nıma ulaşmış oluyoruz: Bu türün tümü de «be şer» olan ve tümü de diğeri ölçü ve oranında «beşer» olan bireyleri arasında öyleleri vardır ki «insan olmak» veya «insan imek» aşamasın­da üstün veya daha aşağıdaki derecelere ulaşa­bilmişlerdir. Demek ki «beşer» türü, değişim ve gelişim süreci içinde «insan olma»ya doğru adım atmaktadır.

Beşer bir «imek»tir. Buna karşın in­san bir «olmak»tır (werden) . însan'ın «be­şer» den ve bütün diğer tabiat olgularından far­kı —hayvan olsun, bitki veya cansız nesneler olsun farkı— şuradadır: Doğanın bütün diğer görünüşleri birer «imek»tir. Yalnızca insan yu­karıda belirtilen özel anlamı ile bir «olmak»tır. Ne demektir bu? Meselâ akkarıncayı (termit) göz önüne alırsak; on beş milyon yıl öncesinden akkarınca yuvası izlerine Afrika'da rastlanır. Görürüz ki bugün nasılsa o dönemde de yaşa­yış biçimini ve yuvasını aynı biçimde düzen­lemekte ve kurmakta idi. Şu halde akkarınca «imek» konusu olan bir varlıktır. Var olduğu her dönemde, bulunduğu her yerde ve türünün her bireyi, durağan ve değişmez bir varlığa sa­hiptir. Her zaman belirli ve değişmez bir tanı­mı vardır. Dağ, yıldız, su, hayvan, at, arslan, kuş ve «beşer» de böyle. İnsanın değişmez bir tanımı vardır: İki ayağı üzerinde yürüyen bir varlık söz konusudur. Değişmez tanımını fantezi tarzında olarak bir yazar —Merih gezegenine giden bir büyük bilginin dilinden— kitabında belirtmektedir. Gezgin olarak Yeryüzünden Me­rih'e giden bu bilgin, Merih'te inerek caddeler­de dolaşmakta iken bir fakültede verilecek bir konferans ilanı görür. Merih bilginlerinin biri­si Yeryüzüne yaptıkları son sefer ve dünya can­lıları hakkında konuşacaktır. Dünya'dan gelen bu bilgin de konferansa katılır. Merih gezegeni bilginlerinden birinin kürsüye çıktığına ve şöy­le konuştuğuna tanık olur: «—Evet, sonunda Dünya'da hayat olduğunu ileri süren bilginle­rin görüşleri doğrulandı. Son araştırmalar ha­yat açısından çok ileri aşamada bulunan var­lıkların orada var olduklarını gösterdi. Bunlar­dan bir tür «beşer» adını taşımaktadır. Sizin bu varlık hakkında zihninizde bir tasavvur bile olmadığı için, bu «beşer»in niteliğini size iyice açıklayamam elbette, ancak özet olarak söyle­yebilirim ki iki deliği, dört tutamağı olan bir kırbaya benzer. Beşer diye adlandırılan bu can­lılar Dünya yüzünde o yandan bu yana, garip ve hiç bir gezegenler topluluğunda benzeri ol­mayan biçimde harekete geçerler. Bu canlılar­da özel bir «biri birini öldürme» deliliği vardır. Zaman olur, biri biriyle hiç bağlantısı olmayan uzak noktalardan harekete geçen ve biri birini hiç tanımayan bu canlılardan büyük topluluk­lar bir tasarım, düzen, heyecan ve dürtü ile ku­şanır ve son derece modern silah ve üst düzey­de donanımla yola düşerler, işlerini – uğraşlarını ve ailelerini bırakırlar, karşılıklı saf bağlarlar sonra kıyasıya savaşırlar. Önce yiyecek sağla­mak için buna ihtiyaçları olduğunu sanıyordum. Fakat sonra gördüm ki biri birlerini şa­şılası çabalarla ve yığınla öldürüyor, ardından kalkıp evlerine dönüyorlar. Sonra biri yine çı­kıp öne düşüyor, yine bir topluluğu diğerine karşı kışkırtıyor, yine başka bir topluluğa çul­lanıyorlar. Kısaca, «beşer» adını alan bu canlı türünün kendine eziyet etme ve öldürme ile dolu bir tarihi var. Bütün donanımlarını biri ­birlerini öldürme araçları uğruna harcarlar, üs­telik biri birlerine karşı gerçekten bir kin duy­maları da gerekmez. Sonra yine büyük çapta yığınla öldürmeler başlar. Hiç biri de öldürdü­ğünü yemez ki hiç değilse bu sebeple biri bir­lerini öldürüyorlar diyelim.  Besinlerini başka yollardan sağlarlar. Biri birleriyle boğuşma, vu­ruşma,, yığınla öldürmelerden ve biri birlerinin evlerini yakıp yıkmalardan sonra  bunları  öy­lesine bir gurur ve böbürlenme alır ki bunun nasıl ruhsal bir durum olduğunu biz anlayama­dık. Sonra destanlar düzer koşarlar. Yiyecek­lerine gelince, şiddetli bir hırsla yan taraflarındaki tutamaklarla toplarlar. Fakat bu çok latif yiyecekleri, hoş kokulu ve tatlı meyveleri, yer­yüzünde biten çok güzel bitki ve çiçekleri toplarlarsa da bu şekilde yemezler bu da bu var­lığın deliliklerinden biridir ki sebebini biz an­layamadık, zahmetle doğadan topladıkları bu sağlığa uygun yiyecekleri, et ve ürünleri eve götürür, ateş yakar, özel kaplara doldurur, kötü renkli, keskin ve kötü tadlı baharlar katar, kaynatırlar, yakarlar, sonra yerler. Ardından da hastalanır, doktordan, yediklerini midelerinden teknik araçlarla çıkarmalarını rica ederler. Dok­torlar bu sebeple onların toplumunda saygın ve çok kazanan kişilerdir. Bu hastalıklar, dün­yadaki «beşer» türünün hastalıklarıdır. Aynı zamanda çok ileri gitmiş ve yeryüzüne ileri dü­zeyde egemen olmuş bulunmasına karşın, Öy­lesine delilikleri vardır ki şimdiye kadar hiç bir hayvan bu deliliklere tutulmuş değildir.»

 

Çarpıcı ve ağır olmasına karşın «beşer»in bu tür tanımlamasında gerçek vardır. Beşerin tarihini okuduğunuzda görürsünüz ki Beşer Budalalıkları Tarihi, Beşer Bilinci Tarihinden daha zengin ve daha ilgi çekicidir. Her zaman böyle olmuştur ve bugün de böyledir. Bu an­lamda «beşer» doğanın bir mensubudur, değiş­mez bir tanımı vardır. Tanımı, yeryüzünde elli bin yıl önce ortaya çıkan bir maymundan bu­güne kadar değişmiş değildir. Silahları değiş­miş, yiyecekleri değişmiş, ancak türü ve özel­likleri olduğu gibi kalmıştır. Vahşi ve bedevi bir kavmin başında olan Cengiz, geçmişte ol­dukça uygar toplumları yöneten büyük impa­ratorlar, bugünkü uygarlığı çekip çeviren bü­yük iktisat düzenlerinin, büyük ve güçlü yöne timlerin başında olan kimselerden hiç ama hiç farklı değillerdir. Fark sadece şuradadır: Ön­cekinin donanımı bugünkü ölçüde değildir, bu­günkü uygarlık düzeni içinde eğitim de görme­diğinden, gelir ve açıkça, «öldürmeye geldim» der. Konuşma, yalan söyleme ve kitaba uydu­rup gerekçe bulma yöntemleri gelişmiş, ilerle­miştir, yoksa bozgunculuk (nifak), yalan, adam öldürme, başkasını öldürüp varını yoğunu yağ­malama zevki olduğu gibi kalmış, belki daha da güçlenmiştir. İşte bu anlamda «insan», de­ğişmez tanımı olan «beşer»dir.

 

Fakat biz «beşer»lerin sürekli ulaşma ça­basında olmamız ve «olmak» için uğraşmamız gereken yüce gerçeklik anlamında «insan» ise, ülküsel (ideal) özellikler olarak elde etmemiz gereken yüce özelliklerden ibarettir —bizde ol­mayan, fakat olması gereken özelliklerden iba­rettir.— Demek oluyor ki beşerin amacı, ülküsü insan olmaktır. Tekrar edelim ki «insan olmak», erişildiğinde bir «imek» (sein, etre, bûden) du­rumuna varıldığını gösteren durağan bir aşama değildir. Hayır, insan sürekli «olmak» (werden, şoden) sürecindedir, sonsuza doğru sürekli ve ebedi bir gelişim süreci içindedir.

 

«înnâ lillahi ve innâileyhi râci'ûn»(10); bu ayette insanlık felsefesinin özü vardır. (11) «îleyhi râciûn»; yani insan Tanrı'ya yönelip döner. Buradaki «ileyhi» kelimesi, üzerinde dur­duğumuz konuyu belirlemektedir. İnsanın Tanrı'ya erişebildiğini, meselâ Hallâc'ın Tann'ya eriştiğini ileri süren Tasavvuf görüşünden ay­rılıyoruz. Tasavvuf görüşü, Tanrı'ya erişebil­meyi kabul ettiğine göre Tanrı'ya durağan bir yer tanımış olur. İnsan da oraya erişince Tanrı varlığında durmuş demektir. Buna karşılık «ileyhi», «O'na doğru, O'na yönelik» demektir. «O'nda» değil, «O'na» değil, «O'na doğru», «O'na yöneliş»! O kimdir? Tanrı! «Tanrı'ya doğru» ne demektir? Tanrı değişmez ve durağan, belirli bir yerde değildir ki insan oraya erişince bu erişme hareketinin sonu olsun ve orada dur­sun. Tanrı sonsuzluktur, ebediyettir, mutlaktır. Demek oluyor ki insanın Tanrı'ya yönelik yol­culuğu (hareketi), ebedi ve sürekli, duruşu ol­mayan, sonsuz tekâmüle (gelişim ve olgunlaşım) ve sonsuz Aşkın'a (transcendens, müteal) yolculuktur. Bu; «olmak» (sein, şoden) ve in­san olmak sürecini ifade eder.

Bu insanın üç Özelliği vardır: Olması gere­ken ve olma sürecine girmesi gereken bu insa­nın üç özelliği vardır: İlk olarak bilinçli, öz var­lığının bilincinde olan bir varlıktır. İkinci ola­rak seçme yeteneği vardır. Üçüncü olarak ya­ratıcı özelliği vardır.  İnsan'ın bütün diğer özellikleri bu üç ana özellikten kaynaklanır. Şu halde içimizden her biri öz benliğinin bilin cine varabildiği ölçüde, gerçekten seçim yapa­bilme aşamasına ulaşabildiği Ölçüde, sonra oluşmayanı ve doğada bulunmayanı meydana getirebildiğimiz ölçüde «insan» olabilmiştir. Böy­lece olması gereken insanın özellikleri açıklan­mış ve aydınlanmış oldu. Şimdi de insanı bu oluşum süreci üzerinde engelleyen etkenleri ta­nımalıyız ki onları bertaraf ederek öz hareke­timizi, yaratılışımıza dayanan ve bize özgü (fıt­ri ve zati) hicretimizi (göçümüzü ve seferimizi) olgunlaşma, gelişme ve insanlaşma süreci için­de sürdürebilelim.

Dört zorlayıcı güç insanı öz bilincinden, seçme yeteneğinden ve yaratıcılık niteliğinden alıkoymaktadır. Descartes'in şu cümlesi çok tanınmıştır: «Düşünüyorum, demek ki varım.» Bu cümle, aynı zamanda Descartes'ın şüphesini de gösterir, önce her şeyden şüphe etmiş, sonra «Fakat şüphe etmekte oluşumdan da şüphe edemem. Demek ben varım ki şüphe ediyorum, şu halde ben varım!» demiştir. Sonra da «düşünüyorum demek ki varım!» cümlesi üzerine bü­yük öğretisini temellendirmiştir.

İkinci söz Gide'indir. «Duyumsuyorum, demek ki varım!» Üçüncü söz de Albert Camus' nündür : «Başkaldırıyorum, demek ki va­rım!» Bu üçüncü daha doğrudur. Aslında var o­luşun bu üç ölçütü de doğrudur. Düşünen vardı ki düşünür. Duyumsayan vardır ki duyumsar. Başkaldıran, isyan eden de vardır ki başkaldırır. Fakat burada üç tür «imek» (sein, bû-den) söz konusudur ve insana Özgü üç var oluşun en üstünü «başkaldırıyorum, demek ki varım»dır.

 

Adem Cennet'te olduğu ve başkaldırmadığı sürece adam değil bir melek (gibi) idi. Fakat insan Cennet'te ve Cennet'in tüketime yö­nelik hayatı içinde isyan eder ve o meyveyi ye­dikten sonra (akıl, uzgörüş ve başkaldırma mey­vesi) vaat edilen Cennet değil keyif çatma ve hayvanlara yaraşır tüketim Cenneti olan o Cennet'ten çıkarılır. (Ödül olarak vaadedilen Cen­net, Âdem'in, tard edildiği Cennet'in karşıtı­dır) . Sonra Yeryüzü'ne gelir ve uğraşı, ça­ba, savaşma ve keşmekeş içinde kendi hayatını üstlenme ödevini yüklenir. Ana ve baba, ken­dilerine başkaldıran çocuklarını evden uzaklaş­tırdıklarında kendi hayatının sorumluluğunu da kendisine bırakmışlar demektir. Bu doğrudan doğruya Sartre'nin «delaissement» teriminin; «egzistansiyalizm» (varoluşçuluk)'in özü olan kavramın çevirisidir. Yani insan «kendine bıra­kılmış, terkedilmiş bir varlıktır», tabiat (doğa) içinde kendi yaşamının sorumluluğunu üstlenmiştir. Diğer bütün canlılardan bu bakımdan farklıdır. Hayvanlar doğadan gelen içgüdülere sahiptir ve bunlarla güdülürler. Kendileri kendi yaşama biçimlerini seçemezler, özünün bilin­cine varan, Cennet'e, hatta Tanrı'nın iradesine başkaldıran insan, evrende yaratılmış yeni bir varlıktır. Aynı insan sonra ibadet ve itaat ile —ki yine bu ibadet ve itaat onun tarafından seçilmiştir— kurtuluşa erişebilir. Başlangıçtan beri bilinçsiz bir kul olarak ibadet eden insanın ibadeti değersizdir. Başkaldırma bilincine ulaş­tıktan sonra itaat eden insanın itaati ise, isten­miş, iradi bir itaattir. Şu halde insan, tabiat içinde seçebilen tek varlıktır. Camus'nün «baş kaldırıyorum (revolte), benliğime egemen dü­zene, doğaya, topluma karşı ayaklanıyorum ve bir şeyi yadsıyıp yerine başka bir şey seçebiliyo­rum» demesi de aynı anlama gelir. Bunu yapan, «var olan» insandır. Buna karşılık Descartes'in «düşünüyorum, demek ki varım» veya Gide'in «Duyumsuyorum, demek ki varım» sözleri, «var» olmayı (imek) kanıtlasalar bile «insan» olmayı (imek'i, insanlık aşamasına erişmiş bu­lunmayı) henüz kanıtlamış değildir.

 

İnsan, kendi bilincine sahip bir varlıktır. Şu anlamda ki: Bütün doğada yalnız bu varlık Öz benliğinin bilincine varabilmiştir. Benlik bi­lincinin tanımını şöyle yapabiliriz: Kendi nite­liğini (keyfiyet) ve yaratılışını, özyapısını, Evren'in niteliğini ve özyapısını, kendisi ile evren arasındaki ilişkinin niteliğini ve neliğini algılama (idrâk).

 

İnsan bu üç temelde ne denli bilinçlenirse o ölçüde insan olabilir.

 

İkinci olarak, insan seçebilen varlıktır. Ya­ni insan doğada ve doğaya karşı, üzerinde ege­men olan düzene karşı, hatta bedeni ve ruhi ihtiyaç ve zorunluluklarına, doğal gereksinim­lerine, güdülerine karşı baş kaldırabilen, ve ne doğanın onu zorladığı, ne bedeninin ve fizyo­lojisinin seçmesini gerektirdiği şeyi seçebilir. Bu, insan olma sürecinin en üstün aşamasıdır.

Bu, Tanrı'ya özgü bir şeydir. Diğer hay­vanlar içlerinde yaratılıp yerleştirilen içgüdülerin etkisinde oraya buraya çekilen aygıtlar gi­bidir. Koyun türünde yılda bir kez cinsi istek belirir, belirmesini önleyemez, o dönemde cin­sel içgüdüsüne hakim de olamaz, engelleyemez. Bu dönemden sonra da cinsel sorununu tama­men unutur. Cinsel istek koyunda belirir, açık­lanır, yatışır. Bu husus koyunun bünyesinde Doğa'dan zorunlu olarak gelen bir özelliktir. Yaratılışından istek ve gereksinme gelince uya­nır, yatışması gerekince yatışır.

İnsana gelince yalnız Doğa'ya karşı değil, kendi doğasına (maddi varlığına, bünyesine, ya­pısına) da başkaldırabilir. Kendini sevme ve koruma içgüdüsüne karşı gelerek intihara kal­kışabilir. Kendini koruma, kendi kendini ve ya­şamını gözetme içgüdüsüne aykırı olarak özveri davranışlarına girişir, özünü bir düşünce uğru­na veya başkaları uğruna feda eder. O, seçimini yapmıştır ve kendisini refahı, yaşamayı, yeme-içme ve giyinip - kuşanmayı ve tüketimi seç­meye çağıran bütün doğal özelliklerine aykırı olarak itiraz edebilecek ve başkaldırabilecek du­rumdadır, erdemli ve ahlaken düzenli (zahidce) bir hayat sürebilir. Bu da yalnız insanın se­çebilen bir varlık olduğunu gösterir; o'nu, seç­tiğinden başkasını seçmeye çağıran bütün sebeplere karşın!

Üçüncü olarak, insan yaratıcılık özelliği olan bir varlıktır. En küçük şekillerden en büyük sanayi ve güzel sanatlar ürünlerine kadar insanın yaratılışında bulunan bu yaratıcılık özelliği insan fıtratında (ilahi) yaratıcılık kud­retinin belirmesi ve yansımasıdır (Tecelli). Yal­nız insandır ki biçimler düzer koşar ve kurar. Bu sebeple bazı tanımlamalar «insan, alet ya­pabilen hayvandır» şeklindedir. Ne var ki insan yalnız alet yapabilen değil bundan daha öteye geçebilen bir yapıcı kurucudur.

İnsanın yapıcılığı şu anlamdadır: Gereksi­nimler, Doğa'da bulunmayan şeyleri de isteye­cek ölçüde gelişmiştir. Bu da «insan»ın oluştu­ğunu gösteren bir belirtidir. İnsan, çevresinde bulunan onun için yeterli kaldığı sürece doğal bir hayvandır. Doğanın kendisi için günlük olarak hazırladığı besini aramakla yetinir. Doğal gereksinimlerinden farklı gereksinimlerinin o' nu uğraş, çaba ve eyleme yönelttiğini ve gerek­sindiği şeyi Doğa'da bulamadığını gördüğü nok­tada, gelişim çizgisinde kendisinden önce gelen hayvandan ayrılmış demektir. Böylece bu insan tabiat imkânları bütününden daha öteye geçe­cek bir olgunlaşma ve gelişim göstermiş olur. İmkânları ve gereksinim duyuşları maddi ta­biatın (doğa) güç ve yaratıcılığı ötesinde bir gelişme ve genişleme kazanmıştır. Bu noktada insan yalnızlık ve tek başınalık aşamasına —He-idegger'in söylediği gibi — ulaşmış olur. İn­san, kendi türünün Doğa'da olmadığını, «bura­lı» olmadığını, onun yaratılış ve yapısının diğer hayvanlardan farklı olduğunu duyumsadığı, Doğa'da bulunmayan bazı ülkülerin (idealle­rin) onu kendisine çektiklerini sezdiği anda «yalnızlık» (tek başınalık) aşamasına erişir. Bu aşamada girişeceği işlerden birisi, yaratıcı iş­lere el atmasıdır. Önce küçükten başlar: Da­ma çıkmayı istemektedir, uçmayı istemektedir, ne var ki doğa ona kanat vermiş değildir. Ön­ce merdiven yapar ve dama çıkabilir. Böylece alet yapma işine girişmiş olur ve gemi, uçak, uzay gemileri, giderek bunun gibi sanayi eser­lerine kadar varır.

 

Sanayi, Doğa'yı hükmü altına almak isteyen insanın yaratıcılık girişimlerinin tümüdür. Böy lece insan Doğa'da olan fakat kolayca elde ede­mediği nesneleri, yaratıcılık özelliğinin ona sağ­ladığı imkânlarla elde ederek daha büyük ba­şarılara ulaşır. Petrol toprak altındadır, fakat Doğa'nın ona verdiği imkânlarla petrolden yararlanamamaktadır. Yahut filan bitkiden, Do­ğa'da bulunduğu şekli ile yararlanamamakta­dır. Petrol sanayi veya tarım teknikleri ona Doğa'nın vermediği yeni imkânları sağlar.

 

İkinci ve başka bir türden insan yaratıcı­lığı da vardır. Bu sanatçı yaratıcılığıdır ve bu alanda artık «insan alet yapan hayvandır» ta­nımı yetersiz kalır. Burada insan ruhundaki ila­hi bir tecelli söz konusudur. Güzel sanatlar da sanayi beceriler gibi insanın yaratıcılık yeteneği­nin Doğa'da belirmesi, ortaya çıkmasıdır (tecel­li). Sanayi alanındaki etkinlikler insanı yine Doğa'da olana ulaştıran yaratıcı insan etkinlik­leridir. Buna karşılık güzel sanatlar alanında ise, insan ihtiyaç duyduğu şeylerle karşılaşmaktadır ki, aslında bunlar Doğa'da yoktur. Şu halde güzel sanatlar sanayi ötesi bir faaliyet ifade eder ve bu eylem ve girişimleri ile insan Doğa'yı, özlem duyup istediği, ne var ki Doğa' da olmayan şey ile süsleyip bezemiş, zenginleştirmiş olur. Böylece insan Doğa'da araştırdığı eksikliği ve ruhunun ve gereksiniminin gelişim süreci boyunca Doğa'da sezdiği noksanı kendi sanatçı yaratıcılığı ile giderir, telafi eder. Demek oluyor ki güzel sanatlar, Doğa'da insan için bulunması gereken, gelgelelim bulunmayan şeyi Doğa'ya bağışlamak üzere Doğa'nın işinin sürdürülmesidir. Sonuç olarak; kuruculuk ve yapı­cılık ile sanatçılık insan ruhunun üçüncü bo­yutunun (yaratıcılık) yansıması ve belirmesi demek olan insanlık özelliklerinden birisidir.

 

Sonunda şu tanıma ulaştık: Söz konusu edilen insan, yani biz, olabildiği denli erken ve her gün daha ileri ölçüde insan olma süre­cinde gelişim sağlamalıyız. Bu konu, eğitim ve öğretimde, toplumda, kültür yaşayışımızda, top­lumsal ilişkilerimizde ne yapmamız gerektiğini belirlemektedir. İnsan üç boyutlu, üç yetenekli bir varlıktır. Bu yetenekler önce öz benliğinin, Evren'in ve öz benliği ile Evren'in ilişkilerinin bilincine varma yeteneği (özünü ve Evreni du­yumsamak, kendi yerini ve konumunu Evren içinde belirleyebilmek: ancak insan denen var­lık bu bilince sahiptir), özgür olma özelliği, üçüncüsü de sanayi veya güzel sanatlar alanın­da yaratıcılık niteliğidir.

Demek oluyor ki bu özünün bilincine eriş­miş, özgür ve yaratıcı varlık, insandır. Yine gö­rülüyor ki bu üç nitelik tanrısal sıfat ile ilgili­dir. Tanrı, Zat'ının bilincine sahip, irade sahibi (külli ve mutlak!) kurucu - yaratıcıdır (yine mutlak anlamda yegâne Yaratıcı veya yegâne Yaradan). Şu halde söz konusu olan üç özelli­ğe sahip «insan» da bu açıdan tanrısal özellik­leri andırmaktadır. «Tanrısal benzeri» deyimini «şirk» olacak, Allah'a eş ve ortak koşulması an­lamına gelecek şekilde kullanmak istemiyorum. Demek istediğim şudur: İnsan bütün Doğa'dan farklı olan o varlıktır ki Tanrı'nın yüce sıfat­larını kendi varlığında ekip yetiştirebilir, böy­lece gelişme ve olgunlaşma yoluna girmiş olur. «Ve tahallaku bi-ahlakülah», «Allah'ın ah­lakı ile ahlaklanınız» demektir ki, insanın yer­yüzünde Allah'ın halifesi olduğunu gösterir. «İnsan»; «beşer» değil!  .Allah'ın halifesi ol­mayan «beşer», maymunun halifesi olur, onun ardından onun gelişiminin ardından gelmiş­tir. İnsan ise, bütün tabiat varlıklarından ayrı olarak öyle bir varlık olur ki başkaldırabilir, seçebilir, bilinçlenebilir, doğaya karşı ya­ratıcılık yeteneğini kullanabilir. Bütün bunları Tanrı mutlak olarak yaparken, insan kendi nisbi haddinde gerçekleştirebilir. İmdi, bu bi­linçli, seçebilen ve yaratıcı varlık, dört zorla­yıcı gücün, dört zindanın baskısı altındadır ki, bu güçler, insanı öz benliğinin bilincine varmak­tan, yaşamı çevresindeki seçim yeteneğini kul­lanmadan ve yaratıcılık yeteneğinden yararlan­madan alıkoymaktadırlar. Maalesef çağımız in­sanının büyük trajedisi buradadır: Bir ölçüde insan gereksinimlerinin birçoğunu ona sağlaya­bilen ideolojiler (tüm öğretiler) bile, insana nisbi bilinç ve uyanıklık verebilmekte, beşer top­lumuna gelişme ve güçlenme yolunu açarken insanın özünü unutmaktadırlar. Bu büyük çap­ta bir trajik sorundur. Nasıl oluyor da ideoloji­ler beşerin kendisini unutuyorlar?

Avrupa'da «Abdulkadir Mâlik» adında bir kimse vardır ve Cezayir'in tanınmış mücahidi Abdulkadir'in soyundandır. Ne var ki bu adam bayağı bir kişidir. «College de France» da «İslâm Fanatizmi (= Bağnazlığı)» adı altında bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmasın­da İslam öğretisi ve İslam inancı çerçevesinde insanın horlanması üzerinde duruyordu. O'na göre bu çerçeve içinde insan bayağı ve aşağılık görülür ve yozlaşıp soysuzlaşır. Meşiyyet'e ve kaza ve kader'e, ancak ibadet ile insanın kur­tuluşa (necat) erişebileceğine ilişkin inanç, ona göre insanı horluğa (zillet) sürüklüyordu. Konuşmadan sonra ben itiraz ileri sürdüm ve de­dim ki: «— Sözünü ettiğin bu İslâmî fanatizm (bağnazlık) yalnız senin hakkında doğrudur. Çünkü gerçekten burada söylediğin bütün sı­fatlara kendin tam olarak sahip ve mazharsın. Ancak sorunu mantıksal olarak ele alırsak, in­san, yukarıda naklettiğim tanımı ile, «Yüce Tanrı'nın halifesi» olmaktadır, yine bu tanım için­deki insan Yüce Tanrı'nın sıfatlarını benimse­meye uğraşma buyruğunu almaktadır. Yine bu tanımla insan, evren içinde öz benliğinin bilin cine erebilen, seçebilen, yaratıcılık yeteneğini kullanabilen bir varlık olmaya çağırılmaktadır. Bu ideoloji mi insanı aşağılıyor, horluyor, yok­sa ilerici ve mantıki boyutlarına rağmen sonun­da yine insanı harcayan, feda eden çağdaş ide­olojiler mi?»

 

Maddecilik (materyalizm, özdekçilik) insa­nın yapısını ve özünü maddenin yapısı ve özün­den bilir. Daha başlangıçta yaptığı tanımla, o'nu, maddeden olmakla sınırlı gelişiminin çerçevesi içine hapseder. İnsan sadece madde yapısından olan bir varlıktan başka bir şey değilse, madde yapısında olmanın boyutlarından öteye gelişmesine imkân yoktur. Bu da insanın gelişim sürecinin maddi olgu ve görünüşleri içinde, madde yapısından olmanın boyutları içinde, sı­nırlanması ve engellenmesi demektir.

Doğalcılık (naturalizm) da insanı harcayan, feda eden bir başka görüştür ki on sekizinci yüz­yıldan on dokuzuncu yüzyıl başlarına kadar ol­dukça yaygınlaşmıştır. Doğalcılık şu görüştedir: Aslolan, «Tabiat» adlı canlı, fakat öz bilincine sahip olmayan bir varlıktır. İnsan da bu canlı ve bilinçsiz doğa'nın (tabiat) bir ürünüdür. İnsan sonradan oluşmuş bir varlıktır ve onu mey­dana getiren doğa'dır. Ben özgür isem, duyumsuyorsam, seçiyorsam, bir şey yapıyorsam, doğa benim kavrayışımı, seçim ve yaratıcılık yeteneğimi yapmış ise ben de öylesine yapıyor, se­çiyor, kavrıyorum. Şu halde insan özgürlüğü, doğa'nın onun yaratılış ve yeteneğine bağış­ladığı ölçüdeki imkânlarla sınırlanmıştır. Böy­lece insan; bu görüş içinde tabiat (doğa) görüngülerinden (phenem, phenomene) biri olarak ele alınmaktadır. Doğa'da gelişmiş ve diğerle­rinden daha fazla gelişmiş görüngülerden ayrı­lır. Bu görüş de «ben»i, istediğimi düşünebilen, istediğimi seçebilen ve yapıp kurabilen bir var­lık olarak feda etmektedir.

Heidegger, Kierkegaard ve Sartre'ın var oluşçuluk akımına gelince, —Kierkegaard dışında— bu feylesoflar tanrıtanımaz olmala­rına rağmen, Sartre, insanın bütün doğa'daki varlıklardan ayrı bir yapıya ve yaradılışa sahip olduğunu niçin söylemektedir? Sartre, Tanrı'ya ve metafizik'e inanmazken, aynı zamanda insa­nı bütün doğa'daki varlıklardan başka olarak kabul etmektedir. Yalnızca tabiat varlıkların­dan başka olarak kalmayıp ayrıca tabiat varlık­larına karşıt olarak kabul etmektedir. Diyor ki, Doğa'daki bütün varlıkların önce özleri (sosein, wesen, essence, mahiyet), sonra var oluşları, var­lıkları (dosein, existence, vücut) belirlenmiş, oluşmuştur. İnsan ise önce varlık kazanır, son­ra özü, mahiyeti belirlenir. Niçin böyle söylü­yor? Çünkü kendi deyişi ile: «Tanrı'yı kabul etmediğimize göre, insan'ı ister istemez madde alanına, tabii veya maddi doğaya yerleştirmek zorundayız.» Böylece yine insanı feda etmiş, harcamış, insan'a kıymış oluyoruz, insan «imek»i (sem, bûden) feda etmiş oluyoruz. Sartre ister istemez şöyle bir kurama varıyor: Bütün varlıklarda, mahiyetleri varlıklarından öncedir. İn­sanda aksine var oluş mahiyetten önce gelir. Şu anlamda ki; marangoza ne yapmak istediğini sordunuz diyelim, «— Sandalye» diyecektir. «— Sandalye nedir?» diye sorduğunuzda, «—Sandalye işte şöyle bir şey, dört ayağı ve bir arkalığı var, tahtası, rengi de şöyle...» diye cevap verecektir. Bunu söylediğinde sandalye­nin mahiyeti üzerinde konuşmuş olur, ne var ki, sandalye henüz varlık kazanmış değildir. Sonra keser, rende ve tahta ile sandalyeyi yap­maya koyulur. Böylece o, var olan «sandalye mahiyeti»ne —ki sandalyenin kendisi henüz var­lık kazanmış değildir— varlık kazandırmak üze­redir.

Fakat insanda durum farklıdır. İlkin varlı­ğı meydana gelir. Şu anda var olan beşer nedir. Henüz belli değil! Fakat vardır, varlığı var­dır. Nasıl? Niteliği sonra bilinecektir! Ne yol­dan? Sonra bilinecek. Niteliği, kendi kendini nasıl biçimleyip yapacağına bağlıdır.

Şu halde önce ne oldukları bilinen ve son­ra varlık kazanan diğer varlıkların aksine olarak insan, ne olduğu, ne olacağı bilinmeden ön­ce varlık kazanır, ne var ki kendi şekilsiz ha­murunu sonradan istediği gibi biçimleyecek, renk vuracak, şeklini ve yapısını belirleyecek bir iradesi vardır. Demek "oluyor ki mahiyetini kendisi varlığından sonra belirler. Şu halde do­ğa veya Tanrı varlığımızı bize vermiştir, fakat mahiyetimizi kendimiz ve kendi irademiz ile belirlemeliyiz. Çünkü Sartre'ın sözüyle: iradeyi ve seçim yeteneğini insandan alırsak insanı in­sandan almış oluruz. Sonra da her şeyini yitir­miş olur. Sartre —yerinde olarak— şuradan bakmaktadır: Bugün temel alındığı gibi mad­decilik veya doğalcılık görüşlerini temel alırsak insanı taşlaşmış ve dar çerçeveler içine hapset­miş oluruz. Kim insan gelişiminin ve olgunlaş­masının bir sınırda durduğunu kabul ederse in­sanlık kavramına (insan imek) karşı büyük bir suç işlemiş olur.

«Vahdet-i Vücudçular» (tümtanrıcılar, pant-heistler) da, bu akım tanrıcı (theiste) bir idea­lizm (ülkücülük) demek olmasına rağmen, in­sana kıymaktadırlar. Tümtanrıcı (vahdet-i vü-cudçu) görüş, ilahî cebr ile birlikte, İslam' da Cebriyye akımına mensup bazı kimseler ta­rafından da benimsenmiştir. Bu fatalist dü­şünce Hint Felsefesinde, bazı tasavvuf fırka­larında ve yine katolik mezhebinde yer alır. Tanrı,   zatı’nın ve varlığının gerektirdiği bi çim de herkesi yaratmış, mahiyetini, iradesi­ni, hayrını ve şerrini önceden belirlemiş ve alnına yazmıştır. İnsan dünyaya geldiğinde ila­hi iradenin belirlediği şeyin dışında başka bir şey yapamaz ve başka bir şey de olamaz. Bun­dan da insan kendinden önce var olan bir cebre, zorunluluğa feda edilmiştir Hafız şöyle der:

Çu kısmet-i ezelî bî huzûr-i mâ kerdend Ger endeki ne be-vefk-ı rîzâst, hor de me-gîr!

(Ezelî kısmeti, paylaştırmayı; bizim yoklu­ğumuzda yaptıklarına göre / Azıcık da rı­zaya uygun değil diye sızlanıp yakınma!)

Yani sana «— Efendi, böyle mi istersin, şöy­le mi?» diye seslenmediler. Tanrı bizi dilediği gibi yarattı, yeryüzüne saldı. Şimdi her nasılsa öyledir işte, bizden nasıl olacağına dair izin  alınmadı, bize seçimi bırakılmadı. Başka bir şair de bu şiiri kendine göre düzeltiyordu ki, bu düşünce doğru ise bu ikinci öncekinden doğ­ru demektir: «Tümü rızaya uygun değil diye sızlanıp yakınma!» Çünkü cebr söz konusudur. «Cebr» karşısında ne yapılabilir ki? Hatta iti­razcı durumunda olmak da yanlıştır, itiraz et­mek hatadır. Camus'un itirazı gibi: «Ben itiraz ediyorum» diyor. «Kime?» diye soruyorlar, «Tanrı'ya mı?», Tanrı'yı kabul mü ediyorsun yoksa? «Hayır» diyor, «öyle ise kime itiraz edi­yorsun?» diye soruyorlar. «—Bilinçsiz bir doğa varsa, biz de bilinçsiz olarak oluşmuşuz ve ge­lişmişiz demektir.» İtirazın kime senin? Yalnız­ca sorumlu bir kişiye, bir sorumluluk makamı­na karşı itiraz edilebilir, sen Evren'de bu so­rumluluğu kabul etmiyorsun ki? Bu durumda nasıl itiraz edebilirsin? Bunun üzerine da­ha anlamsızca bir şeyler söylüyor: «—İtiraz ediyorum.» Soruyorlar «Niçin ve kime karşı?» Diyor ki, «Hiç kimseye!» Yani havaya yumruk sallayan birine benziyor. Sonra diyor ki, «— İti­raz ediyorum, çünkü itiraz etmemem imkân­sız; itiraz etmeden yapamam!»

«İlahi meşiyyet» (ilahi iradenin herşeyi yö­netmesi) insanın irade ve seçimi hiç söz konusu olmaksızın hükmünü yürütüyorsa, (34) insan «sorumlu» değildir. Ve sorumlu olmayan insan da insan değildir.

On dokuzuncu yüzyıl maddecilik (materya­lizm) ve natüralizm (doğalcılık) görüşlerinin egemen olduğu çağdı. Ortaçağ ise hıristiyanlı-ğın vazettiği determinist (cebri) görüşün, ilahi meşiyyet anlayışının egemen olduğu çağ idi. Sonra maddeciliğe ve doğalcılığa dayanan de­terminist (cebri, belirlenimci) görüş ortaya çık­tı. Hıristiyanlığın determinist görüşü yerine başka bir determinizmi geçirdi. Ortaçağda kili­se mensupları «bizler, biz insanlar Tanrı’nın di­lediği gibi kendimize özgü irademiz olmaksızın yaratıldık» derken, on dokuzuncu yüzyılda Tanrı yerine tabiat ve madde kondu. Böylece sadece bize hükmeden ve hiçbir özgür alan tanımayan güç aşağı derekede bir efendi ile değiştirilmiş, temel görüş aynı kalmış oldu. Efendimiz «Tabi­at ve Madde» oldu artık! Yirminci yüzyılda ise maddecilik tümüyle yetersiz ve sakattır. Bilim­sel açıdan bir dayanak da bulamaz. Doğalcılık (naturalizm) ise, onsekizinci yüzyıla ait bir gö­rüş olarak esasen tümü ile yıkılmış bulunuyor­du.

İnsanı öz bilinçli ve seçme yeteneği olan bir varlık olarak yadsıyan üç başka öğreti de var­dır ki, bu üç öğretinin en yenisi «biyolojizm» (dirimbilimcilik), ondan önce geleni sosyolojizm (toplumbilimcilik), ondan önce geleni de histo-rizm (tarihselcilik)dir.

Historizm (tarihselcilik) şu anlamdadır: İnsan; insanlığın tüm bireyleri, herkes ve her «ben» tarih'in meydana getirdiği bir dokudur. Nasıl? Her birey tarih'inin gerektirdiği biçimde oluşmuştur. Benim şu özelliklerim var ise geç­mişimde başlangıçtan bugüne kadar süregelen Tarih dolayısı iledir. İran Tarihi, İslam Tarihi ve Şiilik Tarihi birbiri ile örülüp dokunmuş, benim geçmişimin tarihini meydana getirmiş, bu yüzyıla kadar gelmiş ve bu Tarih'in sonun­da dünya'ya gelen ve büyüyüp yetişen «Ben», tümünü tarihimin bana verdiği özelliklere sahip olmuşum. İran-İslam Tarihinin sonucunda du­racak yerde Büyük Fransız İhtilali, Rönesans, Ortaçağ veya bugünkü Batı Dünyasında yer al­sa idim, başka bir dilim, başka düşünce ve duygularım, başka ahlâk ve gidişim olacak idi. Şu halde bu «ben» ile o «ben» iki ayrı tarihe sahip oldukları için iki ayrı insan olmuşlardır. Şu hal­de yine benim Özelliklerim Tarih'in temel belir­leyici olduğu görüşü yolu ile benim elimden çıkmış ve Tarih'in iradesine teslim edilmiş olu­yor. Şu halde nasıl seçebilirim? Kendi istediğim gibi mi? Hayır, Tarih'in benim için seçtiği gi­bi! Şimdi ben Farsça konuşuyorum ve siz de Farsçayı bizim konuşma ve anlaşma dilimiz ola­rak dinliyor ve anlıyorsunuz. Ne siz Farsça'yı seçtiniz, ne ben seçtim. Tarih'imiz bu dili bize verdi, getirdi, gözümüzü açtığımızda bu dili ta­rihi bir zorunluluk olarak kabul ettik ve bu dil ile konuşuyoruz, bunu reddedemezdik. İslam’ı benimsedik ise de biz seçmedik, Tarih seçti, bi­zim bu seçimde katkımız, katılmamız yoktu. Bir çevrede doğuyoruz, yetişiyoruz, erginlemiyoruz ki, Tarih tarafından seçilip şartları düzenlenmiş oluyor. Cildimizin rengini biz seçmiyoruz; Doğa veriyor. Bunun gibi ruhumuzun rengini de Ta­rih veriyor, yoksa biz seçmiş değiliz.

İkinci bir zorlayıcı güç (cebr) «sosyolojizm» (toplumbilimcilik) dir. Bu görüş de «societe»nin (toplum) veya sosyoloji (toplumbilim)in temel belirleyici olduğunu kabul eden görüştür. Sos­yolojizm, Doğa'nın etkisini bir dereceye kadar, Tarih'in etkisini de bir açıdan kabul eder. Der ki; «bütün bu etkenlerin bir ölçüde etkisi ol­makla birlikte, gerçekten «ben»i ortaya getiren, benim üzerimde egemen olan toplumsal çevre ve toplumsal düzendir.»

 

Ben eğer cömert isem, ya da çok gayretli ve kahraman isem, «feodalite» (derebeylik) dü­zeni içinde büyüyüp olgunlaştığım içindir. Paragözün biri isem, burjuvazi (kentsoylu düzeni) içinde doğduğum içindir. Ata binip pala salla­yan biri isem aşiret (boy) düzeni içinde yaşa­dığımdan dolayıdır. Başka türlü isem başka tür bir düzen içinde olduğumdan dolayıdır. Top­lumsal ilişkiler, üretim ilişkileri, mülkiyet dü­zeni ve üretim araçlarının toplumdaki konumu, bütünü ile sınıfsal ilişkiler ve topluma egemen olan biçim benim toplumumu oluşturmakta ve bireyin benliğini onun dışında belirleyen etken­ler durumunda olarak bu benliği de oluştur­maktadırlar.

Demek ki ben kötü olmuş isem, bende kö­tülüğü yaratan veya seçen toplumsal çevredir, iyi olmuş isem bende iyilik durumunu yaratan ve beni buna çağıran yine toplumsal çevredir, benim işim değildir. Sosyolojizm (toplumbilim-cilik)de birey (fert) yoktur. İnsan seçebilen bir«ben» olarak var olmaz. Her birey toplumun onu ortaya getirdiği gibidir. Şu halde bu «kim­seler», «insan» değildir, çünkü artık seçim yete­nekleri yoktur. İnsan; «ben», «benliğim» diye­bilen, «ben-bunu şu kanıtlar dolayısı ile seçtim» diyebilen, seçmeyebilir olmasına karşın seçen kimsedir. Bu aşama, insan-imek aşamasıdır.

Mevlevi(36) der ki:

İn ke gûyî in kon em ya an konem Iiod delîl-i ihtiyârest ey sanem!

(Şunu mu yapayım, bunu mu yapayım de­yişin var ya / İşte bu ihtiyarın (seçme yeteneğinin)  varlığına delildir, güzelim!)

 

Ne var ki Sosyolojizm, bu duraksama ve kararsızlığın da Toplum'dan birey'e yansıdığı görüşündedir. Toplumsal ve toplumbilimsel et­kenlerden bazıları seni şunu seçmeye çağırırken bazı diğer etkenler de başka bir şeyi seçmeye zorlar. Şu anda iki ayrı bölük toplumsal etke­nin baskısı altında olduğun için duraksama ve kararsızlığa düşersin. Diyelim ki bazı kimseler, dindar veya dinsiz olma konusunda kararsızdır­lar. Hangisini seçmeleri gerektiğini düşünüyor­lar. Sosyolojinin görüşünü savunanlar derler ki; bu kararsızlık insanın dini veya dinsizliği seç­me imkânına sahip oluşundan değil şundan ileri gelir: Bazı toplumsal etkenler senin dindar ol manı, Batı'dan gelen toplumsal düzenimize gi­ren ve sende de bulunan bazı etkenler ise senin dinden uzak bulunmanı isterler. Demek oluyor ki sen bu etkenler elinde oyuncaksın, dini seç-tiysen dini toplumsal etkenlerin sende üstünlük sağladığı, dinsizliği seçtiysen dıştan gelen etkenlerin geleneksel etkenlere üstünlük sağladı­ğı anlaşılır. Şu halde sen toplumsal düzenin be­lirleyici gücü elinde oyuncak gibisin. Sonuç ola­rak «sen» ve «ben» diye bir şey yoktur.(37)

 

Son zorlayıcı güç «biyolojizm» (dirimbilim-cilik)dir. Bu görüş de biyolojiyi temel alan gö­rüştür. İnsanı kuru ve taşlaşmış materyalizm (maddecilik) kalıplarından bir ölçüde yükselt­meye uğraşır. Bu da gösteriyor ki yirminci yüz­yıl bilginleri artık on dokuzuncu, on sekizinci ve on yedinci yüzyılların kuru ve dar tanımı içinde insanı ele almıyorlar ve anlayıp anlamlandırmı­yorlar. Biyolojizm, insanın fizyolojik (bedensel) ve psikolojik (ruhsal) özellikleri bütününün te­mel belirleyici olduğunu ileri sürer. Bu özel­likler bütünü çok gelişmiş ve karmaşık bir do­ku içinde insanı oluşturur ve her birey biyoloji (dirimbilim) kanunları içinde ve bu kanunlara göre yaşar.

 

Biyolojizm'in düzeyinin hem materyalizm' den hem naturalizm'den üstün olduğu doğru­dur, însan'ı da doğa'nın veya maddenin olağan bir görüngüsünden (fenomen) daha üstün tut­maktadır. Ne var ki insanı yine öz bilinçli ve özgür (hür) bir varlık olarak yadsımaktadır. «Ben» dediğimde, ben yine bilinçsiz ve kendi biyolojik özelliklerime bağımlı bir oyuncak de­mek oluyorum. Şu halde «ben» yokum. Bu gö­rüş, örneğin zayıf kimselerin akıllı, şişmanların sevecen olduğunu ileri sürer.

Demek oluyor ki akıllılık gösterenin bu iş­te payı yoktur, bu iş beden ağırlığının işidir. Sevecen ve cömert davranan bir kimseye de minnettar olmamız gerekmez, bu da onun mi­desinin işidir. Kendi insan benliğinin işi olma­yıp, biyolojik yapısının biçimi böyle gerektir­miştir. Esasen bize şefkat ve iyilikle davran­mamak elinde değildir.

Görüyorsunuz ki biyolojizm on dokuzuncu yüzyıla özgü görüşlerden farklı olarak insanı çok yüksek bir düzeyde ele aldığını ileri sür­mesine rağmen Din'in amaçladığı, «Allah'ın ah­lâkı ile ahlâklanan» ve başlangıçta özelliklerini belirttiğimiz insanı yadsımaktadır.

Böylece, sözünü ettiğimiz dört zindanın ne­ler olduğu açıklanmış oluyor. Bu çeşitli öğreti­ler topluluğunu dört zorlayıcı güç olarak özet­leyebiliriz.

 

İlk olarak, irade sahibi, bilinçli ve yaratıcı insan ilk zorlayıcı gücün, Doğa'nın baskısı al tındadır, bu zorun tutsağıdır. Natüraüzm, Tabi­at temeline özellikle yaslanmaktadır ve oldukça önemli bir Ölçüde de gerçeklik payı vardır.

 

İkinci zorlayıcı güç, Tarihin baskısıdır. Ta­rih Felsefesi buna, bu temele dayanmaktadır. Emerson'a «Tarih nedir?» diye sorulunca, «— Nedir Tarih olmayan ki?» diye karşılık ver­miştir. Var olan her şey, Tarih'in ürünüdür. Tarih'i temel belirleyici sayan görüşe göre benim niteliğimin yaratıcısı, insan olarak benliğimin özü, mahiyeti, benim Tarihimdir. Tarihim be­nim elimde olmadığına göre ben de kendi elimde değilim.

 

Üçüncüsü Sosyolojizm'dir. Toplumu temel ve asıl belirleyici kabul eden, bireyi yadsıyan, toplumun bireyi oluşturduğunu ileri süren gö­rüştür.

 

Aslında ben ne Naturalizm'i, ne Sosyolojizm'i, ne de Historizm'i tümüyle yadsıyorum; üçünü de kabul ediyorum. Ancak benim kabul edişim şu anlamdadır: însan —ki asıl onu an­latmak istiyorum—, bu varlık seçebilir, seçme yeteneği ve imkânı vardır. Bu varlık kendi ge­lişim ve olgunlaşma süreci içinde gerçekten de bir açıdan ve bir bakıma doğal ve maddi bir oluşum, bir görüngü, bir bakıma Tarih'in biçim­lediği bir görüngü, bir bakıma çevre ve toplumunun biçimlediği bir görüngüdür. Bir boy (aşiret) düzeni içinde, boy düzeni yaşama bi­çimi bireylerin üzerinde ruhsal ve düşünsel özellikler meydana getirebilir, boy düzeninde yaşayan bu yaşama biçimini seçmiş değildir, hiç kimse bunu seçmemiştir, özel bir toplum ve üretim düzeni onları ister istemez çadırda otu­ran göçebeler durumunda kılmıştır, üretim dü­zenleri bunu gerektirmiştir. Tabii şartlar da bir başka topluluğun avcılığa koyulmalarına, avcı olmalarına, ormanda yaşamalarına yol aç­mıştır. Ya da yine bu şartlar bazı boyların baş­ka özellikler kazanmalarını, sonunda tarım aşa­masına girmelerini, bu aşamada da yerleşik dü­zene geçmelerini, köy ve kentlere yerleşince de artık özelliklerinin, ilişkilerinin, gelenek, ahlâk ve ruhiyatlarının değişmesini sağlar. Bu değişim seçimle olmuş değildir. Üretim düzeni biçimi­nin bireye etkisinden dolayıdır. Yani «beşer» gerçekten de Doğa'nın onu oluşturduğu gibi, gerçekten de Tarih'in onu biçimlemekte olduğu gibidir. Çevresi değişen- bireyde de değişiklik­ler olur. Halı desenleri çizmekle uğraşan ve çok büyük bir sanatkâr olan Tehran sanat­kârlarından birisi anlatıyordu: «Cezaevinde mahkûmlara halı dokumacılığı öğretmeye çağı-rıldım. (Bu olaya iyi dikkat ediniz, insan üze­rinde dış etkenlerin ne denli etkili olduklarını ve insanın ne denli eğitime yatkın olduğunu gösteriyor). Ben şunu ileri sürdüm: Bir kimse ye gerçekten zarif ve sanatkârca halı dokuma­sını öğrettiğim „ve o iyi bir sanatkâr olabildiği takdirde, onun bağışlanmasını, affını isteyece­ğim, siz de kabul edeceksiniz! Şartımı kabul et­tiler. Kendilerine öğreticilik ettiğim kişiler ço­ğunlukla ağır suçlar işlemiş olanlardı ve «kö­tülük», katı yüreklilik, gözlerinden belliydi. İş­te bu kimselere halı dokumasını öğretmeye baş­ladık. Halı dokumasında gözlerin ve parmak uç­larının dikkat etmesi gereken zevk inceliği, renkleri iyi tanıma ve ayırma ve birbiriyle uyuşturma için gerekli ince zevk ve duygu, ha­lının zarif ve sanatkârca nakışlarımdaki güzel­lik, bütün bunları tanımaya başlıyor ve sonra dokuyorlar, yaratıcılıklarını tadıyorlardı. Bütün bunlar ruhu o derece inceltiyor ve duygu veri­yordu ki, belki kan dökmekten ve öldürmekten zevk alan adam, sanatla uğraştıktan bir süre sonra ruhsal bir güzellik kazanıyor, Öyle ki ki­mi zaman bir arada oturup ben şiir, örneğin îrfanî(41) şiirler okumaya başladığımda, aynı adamın gözyaşları yavaşça süzülmeye başlıyor­du.»

 

O kadar katı ve sert bir ruh bu kadar yu­muşak ve latif olabiliyor. Demek ki dış etkenler bu katılığı ona vermiş, mensup olduğu toplum­sal çevre düzeni farklı olduğundan böyle olmuş­tur. Şimdi çevresi değişince, yeni çevresi onda bu letafeti ortaya çıkarmış oldu. Ne bu letafet dolayısıyla onu aşırı övmemiz, ne de o katılık dolayısıyla suçlamamız gerekir. Bu sosyolojizmdir ve bir ölçüde doğrudur da!

Fakat benim söylemek istediğim şudur: Sosyolojizm'i, Materyalizm'i, Naturalizm'i veya tarihselcilik akımını (Historizm) bütünü ile yadsımak ve onların temel etken olarak ileri sürdüğü şeylerin hiç bir etkisi olmadığını ileri sürmek istemiyorum. Aksine bu etkileri kanıt­lamak ve doğrulamak istiyorum. Fakat sözüm şudur ki insan, oluşum (werden, şoden) süreci içinde, bu zorlayıcı güçlerin baskısından kurtu­lur, kurtulabilir.

 

Örneğin, Coğrafya'nın, Iklim'in temel etken olduğu görüşü on dokuzuncu yüzyıl toplum-biliminde büyük bir önem kazanmış idi. İbn Hal­dun (42) da her toplumun, doğal coğrafyasının gerektirdiği bir yaşayış biçimine sahip oldu­ğunu söylüyordu. Yanlış da değildi. Fakat bu­gün, insan gelişimde ilerlediği ölçüde bu zorla­yıcı güçlerin baskısından kendisini kurtarabilir. Bu zorlayıcı güçlerin varlığını yadsımak istemi­yorum. Ya da bunların hiç etkisi olmamıştır, insan bütün tarihsel süreci boyunca nasıl iste­diyse, seçtiyse ve ne düzenlediyse öyle yaşa­mış demek de istemiyorum. Yalnızca söylemek istiyorum ki bir hayvan türü olarak insan (be­şer)  Sosyolojizm'in Naturalizm'in, Historizm'in esiridir. İnsan olma sürecine girmiş ise, giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan kurtulur ve özgür olur.

Pekâlâ, Naturalizm'den 'kendisini nasıl kur­taracaktır? Bunu diğerlerinden daha açık ola­rak kavrayabiliriz. Çünkü Naturalizm'den kur­tulma çağında bulunuyoruz. Doğa'nın bizim üze­rimizdeki baskılarından birisi su ve hava yolu ile olmakta idi. Çölde yaşıyorduk, çölün havası ve suyu bizi bağlıyor, baskı altında tutuyordu. Deniz kenarında başka koşullar içinde başka türlü olabilirdik. Bunun gibi doğuda başka ve batıda başka. Dağlık yerlerin koşulları ile ova ve çöl koşulları farklı idi ve farklı durumlar yaratıyordu. Fakat bugün sanayi ve çağdaş uy­garlık, insanı her gün doğa güçlerinin ve gö­rüngülerinin (fenomen) zorlayıcı baskısından ve kendilerini zorla kabul ettirme etkilerinden giderek daha çok kurtarmaktadır. Bugün Afri­ka çöl ve sahrasında yaşayan insan, doğal ko­şulların elverişsizliğine karşın kendi yaşamı için başka koşullar hazırlayabilir, çağdaş ölçülere uygun kentler kurabilir. Kuzey Amerika'da ya­şayan biri Amerikalı gibi yaşayabilir. Bu da gösteriyor ki insanın, coğrafi durumun veya ge­nel anlamı ile Doğa'nın (Tabiat) baskısından kurtulması mümkündür. İnsan'ın etkisi altında bulunduğu güçlerden birisi yerçekimi gücüdür. Yerçekimi bizim için o kadar doğal ki biz bu çekimi gövdemize ilişkin bir şey sanıyorduk. Sanıyorduk ki ağırlığımız dolayısı ile yer üze­rinde duruyoruz. Ağırlığı da özümüzün bir ge­reği biliyorduk. Fakat bugün havalanma imkâ­nımızı üç dört metre ile sınırlayan duvarın ne kadar kolayca yıkıldığını görmüş bulunuyoruz. Yer çekimi gücünün çektiği duvar her an biraz daha yıkılıyor ve artık eskisi gibi bu gücün tut­sağı olmaktan kurtuluyoruz. îklim'in etkilediği tarım üretiminin de baskısından kurtuluyoruz. Bu duvarlar birbiri ardından yıkıldıkça ve geli­şim ve uygarlık ilerledikçe, biz de bu zorlayıcı güçlerin baskısından o ölçüde kurtulabilmiş oluyoruz.

 

Yalnızca ırmak kıyısında, orman yöresinde ve buna benzer yerlerde, su ve diğer yaşama koşulları bulunduğu takdirde yaşayabilen, bu koşullar bulunmadığında ölen, insan, bugün otun bile bitmeye korktuğu bir çölde büyük bir sanayi uygarlığı kurabiliyor. Doğa'nın bu zorlayıcı gü­cünü ve Doğa'ya hakim kanunları, bu tâbi ve zorlayıcı kanunların insana etkisini bilmek ve kavramak yolu ile bunları bilmenin yolu bilim­dir (ilim). Doğa'yı tanıma veya bilim, insana, bilimin önderliği ve yaratıcı gücü sayesinde teknoloji meydana getirme imkânını sağlamış­tır. Teknolojinin (uygulayımbilim) yalnızca bir ödevi vardır: İnsan'ı Doğa'nın baskısından kur­tarmak! Teknoloji ve Teknik'e (fen) hücumlar yöneltilmekte, insan'a kıydığı ve insan'ı harcadığı, insan'ı çarpıtıp bozduğu ileri sürülmekte­dir. Doğrudur da! Ancak, yine bu teknik insana kurtuluş da sağlayabilir. İnsan, gıdasını, giyece­ğini, barınağını sağlayabilmek için günde on-oniki saat çalışmalı idi, bu ilk zor, ilk baskı idi; Doğa'nın zoru ve baskısı! Teknoloji üretimi yükseliyor ve onun bu tür çatışmalarının süre­sini on-oniki saatten bir saate indirgeyerek on-bir saatini özgür kalmış oluyor. Ne var ki bu­gün insanın bugünkü teknoloji düzeyine karşın Teknik'ten yoksun insandan daha fazla çalış­mak zorunda olduğunu görüyorsak, bu sanayi düzeni dolayısı ile, Burjuvazi (Kentsoylu) dü­zeni dolayısı iledir ki, tüketimi, sanayi üreti­minden öne geçirerek kamçılamakta ve ardın­dan da insanı sistemli olarak üretimi artırma boyunduruğuna koşmaktadır.

Şu halde Teknik, bilimin yardımı ile insa­nı, onu baskısı altında tutan, çevre ve tabiat kanunlarının zoruna koşan etkenlerden kurta­rabilir.

 

Tarih'in zorundan nasıl kurtulabilir? İnsan Tarih adı altında büyük bir gücün elinde ger­çekten oyuncak olduğunu, Tarih bilimi ve Ta­rih Felsefesi ile tarih'in akışını, tarih'in akışı­na egemen olan kanunları kavrayabileceğini, tarih'in ne gibi etkenleri olduğunu ve bu etkenlerin insan «bencinin ve insanların yapısın­da, iradesinde, duygu yapısında ne gibi etki­leri olduğunu bilebilirse, ikinci zindan olan ta­rih zindanından kendini kurtarma yolunu bu­labilir. Görüyoruz ki insan bu aşamaya az-çok erişmiştir. Bugün Asya'da ve Afrika'da, Latin Amerika'da, öyle toplumlar tanıyoruz ki tarih' in akış süreci bakımından birkaç aşamayı bu aşamalardan geçmeksizin ve bir sıçrama ile arkalarında bırakmışlardır. Tarihî aşamalara uy­gun olmak gerekse idi geçmeleri gereken aşama­lardan sırasıyla geçmeyip, Tarih bilincine sahip olduğu ölçüde ve o toplumdaki aydınların han­gi aşamada bulunduklarını ve bu aşamanın ni­teliğini, hangi tarihî gereğin ürünü olduğunu bile­bildikleri, kavrayabildikleri ölçüde, bu Toplum, tarihi determinizmin üçüncü aşamasından bir sıç­rama ile dördüncü ve beşinci aşamaları geçir­meksizin altıncı aşamaya nasıl geçebilir.(43) Bu, determinist (belirleyimci) sebepsonuç ilişkisi­nin sınırlarından kurtulmak demektir ki, bu de­terminizm o Toplum'un yaşayış sürecine hakim bulunmakta ve bütün toplumlar bu determinizm gereğince altıncı aşamaya varıncaya kadar bu aşamalardan geçmek zorunda idiler.

 

Tarihin akışı boyunca ve her zaman top­lumlar böyle idiler ve bu tarihi akış temeline dayanan bir gelişim göstermişlerdir. Ne var ki çağdaş insan, Tarih bilincine varabildiği, Ta rih'i tanıyabildiği, Tarih'in akışını kavrayabil­diği ölçüde kendisini Tarih'in bu determinist akışından kurtarabilir. Ve bu aşamalar bakı­mından da seçim yapabilir. Bu nedenle günü­müz dünyasında öyle toplumlar görüyoruz ki, göçebe boylar halinde yaşamaktayken, Kölelik aşamasındayken, Tarih'e karşı görünen bir dev­rim ile ansızın kendilerini ileri ve burjuvazi' nin ötesinde yer alan bir aşamaya ulaştırabiliyorlar. Bu, Tarih'e karşı bir başkaldırma demek­tir. Bu, Tarih'in determinizminden, Tarih'in de­terminizmini tanıyarak, Tarih'in akışını ve Ta­rih'in determinist yasalarını kavrayarak kurtul­mak ve toplumu da kurtarmak demektir.

 

Üçüncüsü Toplumbilim'in (sosyoloji) zorla­yıcı gücü, baskısıdır. Gelmişte yine tanık olu­yoruz ki her birey Toplum'unun gerektirdiği öl­çüde gelişiyordu. Fakat bugün bunun aksine, Toplumbilim'in geliştiği ve yaygınlaştığı ölçü­de, toplumsal ilişkilerin ve sınıfsal ilişkilerin kavrandığı ölçüde. Yönetim (Hükümet) ve Si­yaset Felsefesi'nin anlaşılması ölçüsünde, bi­reyin toplumsal bilince varması Ölçüsünde, Jas-pers'in deyişi ile, Toplum'un ürünü olan in­sanlar, Toplum'u biçimleme durumuna gelmek­tedirler. Geçmişte, bir boy toplumunu (dere­beylik toplumunu) veya geri kalmış bir köylü toplumunu gözlemlediğinizde, bu toplum birey­lerinin kendi yönetim düzenleri, din düzenleri, inançları ve gelenekleri üzerinde en küçük bir kuşku duymadıklarını ve esasen kuşkulanmaları imkânının bulunmadığını görürdünüz. Bunları ebedi, değişmez, silinip gitmez (lâ-yezal), zorun­lu ve her şeye egemen, hava ve su gibi öğeler olarak kabul ederlerdi. «Belki dinleri yanlıştır, şu halde bir din seçebilirler, belki şu beyin veya başka beylerin (Prens'in) düzeni ve hukuku doğru değildir, şu halde başkaldırılabilir, şato­lar ele geçirilebilir,.başka türlü yaşanabilir»; bu gibi düşünceler asla zihinlerine doğmazdı.

Çünkü toplum düzenlerinin döktüğü kalıp­lar içinde koşullanıp biçimlenmiş idiler ve bu kalıplar içinde düşünüyorlardı. Fakat bugünün insanı bilinçli bir şekilde dinini seçebilir ve yi­ne bilinçli olarak yadsıyabilir. Din, Toplum' un bireye sunduğu ve yüklediği etken ve güç­lerden biridir. Ne var ki çağdaş insan kendisine sürekli egemen olmuş bulunan din ve toplumsal düzenler karşısında seçim yeteneğine sahiptir. Yadsıyabilir ve seçebilir, benimseyebilir, kuş­ku duyabilir. Üretim düzenleri, sınıf ilişkileri, aile ve topluluk ayrıcalıkları, bunların tümü bilinçli çağdaş insan karşısında artık eskisi gibi güçlü değildir. Bozulup yıkılması, ebedi, değiş­mez, egemen, kutsal, gökten inme gerçekler ola­rak değil, insanın üzerinde düşünebileceği, ka­rar verebileceği, benimseyip seçebileceği veya yadsıyabileceği görüngüler (fenomenler) olarak ele alınmaktadır. Görüyoruz ki, bireyler yadsı­makta, başka bir seçim yapmakta, değiştirmek­te, düzeltmekte, devrim yapmakta, tür-biçimleri (tip) başkalaştırıp, din değiştirmekteler. Bü­tün bunlar çağdaş insanın, özgürlüğünü az veya çok üçüncü zindan olan Toplum zindanından kurtularak elde edebildiğini göstermektedir. Her geçen gün de daha fazla elde edebilecek duruma gelmektedir,  insan kendisine egemen olan toplumsal düzen bağından toplumsal bilim­ler, düzenleri inceleme ve toplumsal düzenleri karşılaştırma sayesinde kurtulabilir ve kurtulabilmiştir. Görüyoruz ki üçüncü zindandan da insan bilim sayesinde, toplumsal savaşımın yön­temlerini bilerek kurtulabilir.   Teknoloji nasıl Doğa ile savaşımın ifadesi ise, ideoloji de top­lumsal düzenlerle savaşımın toplumbilim aracı­lığı ile elde edilen ve onda temellenen Tekno­lojisi  (Uygulayımbilim)   demektir.   Özetlersek, insan ilk zindandan, «Doğa» zindanından, bilin­cini, irade ve yaratıcılığını, Doğa'yı tanımakla yani bilimle kurtarabilir ve elde edebilir. İkinci zindan olan «Historizm» zindanından Tarih Fel­sefesini ve Tarihsel determinizmin nasıl yön­lendirilebileceğini kavramakla, Tarih bilimi ile kurtulabilir. Üçüncü zindandan, «Sosyolojizm» den, Toplumsal Düzen zindanından da bireyler yine bilim ile kurtulabilir ve kendi toplumsal düzenlerinin kurucusu olabilirler.

 

Dördüncü zindan, zindanların en kötüsüdür, insan bu zindanda tutsakların en acizi duru­mundadır. Bu zindan,  «Kendimdir». Şaşılacak şeydir ki Tarih’in akışı boyunca insan önce anılan üç zindandan kurtuluşunu daha ile­ri ölçüde sağlayabilmiş olmasına, bugün bu üç zorlayıcı gücün baskısından her çağdakinden daha fazla kurtulmuş bulunmasına, bu üç zor­layıcıya her zamankinden fazla egemen olma­sına karşın, dördüncü zorlayıcı güç, yani «kendi» si, kendi zindanı karşısında da her dönemden daha çok, hatta Teknoloji'ye sahip bulunmadığı, doğal bilimleri bilmediği, Toplumbilim ve Ta­rih Felsefesini kavramamış bulunduğu dönem­den daha çok çaresiz, acizdir.

 

Çağdaş insanın bu dördüncü zorba gücün tutsağı durumunda ka­lışı, ilk, ikinci ve üçüncü zindanlardan kurtu­luşunu da yararsız ve anlamsız kılmaktadır. Çağımızda Doğa, Tarih ve Toplum zindanından kurtulan insan anlamsızlık ve boşluk duygusu­nun bunalımına düşmektedir. Niçin? Çünkü öz­gür değil, dördüncü zindanın tutsağıdır. Önceki üç zindandan kurtulması ile mutsuzluğu da baş­lamaktadır. Bir Yazar'ın dediği gibi, bir zor­layıcı gücün sınırları içinde uykuya dalan insan için «ne yapayım bilemiyorum!» bunalımı, eziyet ve zahmeti yoktur. Çünkü bir girişimde bulunamaz. Gelgelelim çağdaş insan «ne yapa­cağı»  konusunda her zamankinden fazla güç sahibidir. Ne var ki «ne yapması gerektiği»ni de her zamankinden az bilmektedir. Bu üç zin­dandan kurtulmuş olması gereken, Doğaya ege­men veya kendi toplumuna egemen olan insan kendi zindanı içinde çaresiz ve tutsaktır. Niçin öz zindanından çıkamıyor peki? Bu zindandan kurtulmak zordur çünkü. Zordur, çünkü üç ön­ceki zindanın benim varlığımı çevreleyen dört duvarı vardı ve ben orda tutsaktım. Tutsak ol­duğumun bilincinde idim. Yerçekimi gücünün varlığını ve uçamayacağımı biliyordum. Bunun bilincinde idim, hatta göçebe olduğum dönem­lerde bile bu bilincim vardı. Irmak kenarında olduğunu,    şu halde ister istemez balıkçılıkla geçinmeni gerektiğini, yöremde yalnızca orman bulunduğunu, şu halde yazgımın avcılık oldu­ğunu biliyordum. Bu zorlayıcı güçleri geçmişte duyumsuyordum. Ne var ki bu dördüncü zindanın duvarları çevremi kuşatmıyor. Bu zin­danı kendimle birlikte taşıyorum. Bu sebeple, bu zindanın bilincine varma ve onu tanıma bütün diğerlerinden de güçtür. Zindanla tutsağı birleşmektedir. Hastalık ve hasta birleşmekte­dir. Bu sebeple bu sayrılıktan sağalmak çetin­dir.

 

Başka bir güçlük de şuradadır: İnsan bilim ile Doğa'nın zindanından, Tarih'in zindanından, Toplumsal Kurallara Egemen Düzenin zindanın­dan kurtulabilir. Fakat yazık ki kendi zindanın­dan bilim ile kurtulamaz. Çünkü bilginin kendisi de tutsaktır. (51) Bu bilimin kendisi, bir tutsağın bilimidir. «Kendi»m dendiğinde, bunun kendisinde gömülü bulunan özgür ben olduğu­nu algılayamamaktadır. Özgür bir ben olarak değil, salt ve genel anlamı ile bir insan, bir ken­di olarak ancak algılayabilmektedir. Doğa, Top­lum ve Tarih zindanından boşanması gerekmek­te ve boşanmaktadır, gelgeldim sonra anlamsız­lık ve boşluk içine düşmektedir. Burada bir formül sunmak istiyorum: Bu alanda bir yasa var ki Hilkat-ı Adem'in (Adem'in yaratılışının) başlangıcından bugüne değin doğrudur ve ge­çerlidir. İnsan, maddi yaşayışında bu yolu boy­lar, fakat unutmayalım: Ancak maddi yaşamı için bu yasa geçerlidir. İnsan'ın önce ihtiyacı, gereksinimi vardır. Sonra bolluğa erişir, refaha erer. Daha sonra boşluk ve anlamsızlık duygu­suna kapılır. Bundan başkaldırmaya geçer. So­nunda perhizkâr ve içe dönük bir dönem gelir. Egzistansiyalizm (Var oluşçuluk) ve Hippilik akımı bugün böyledir. Bu yasa'ya uygun olarak belirmiştir. Bizim eski ağalar ve soylu­larımızın Tasavvufa düşmeleri, Hind ve Çin ağa ve soylularının gizemci (mistik) bir «Nirvana» anlayışı içinde maddi yaşamı yadsımaları da bu yasa'ya dayanır. Bugünün burjuvazi (kentsoylu) düzeninde yeni neslin tüketimi ve maddi yaşayışı yadsımaları da bu yasa'ya göre­dir ve bundan başka da olamaz.

 


İnsan, onlara erişemediği sürece günlük maddi istek ve özlemlerine değer verir, erişin­ce de boşluk ve anlamsızlığa düşer. İnsanın ül­küsü, özlemi, öylesine yüce olmalıdır ki bir nok­taya bağlı kalmasın. Yoksa bu ülkü, duruş ile durak ile sonuçlanır ve duruş da anlamsızlık ve boşluk bunalımına iletir. Doğaldır ki, kendi zoru içinde tutsak olan insan Doğa'ya egemen olsa bile yine de silahlı bir acizdir. Jean Isole diyor ki: Bir yazar, baştan aşağı sila­ha, tepeden tırnağa altına garkolmuş, fakat için­deki, dermansız bir dert dolayısıyla acı çeken bir şehzadeyi öyküsünün kahramanı olarak an­latıyordu. O, bugünkü Fransa'nın bu şehzadeye benzediğini söyler. Fakat bugünkü Fransa de­ğil, çağdaş insan, her zamankinden daha çare­siz fakat silah kuşanıp altınlara gark olmuş şeh­zadedir.

 

Hollanda'da Rotterdam'da kentin bü­yük meydanının ortasında çok ilgi çekici bir heykel vardır. Heykel taştandır, ancak bütün eklemleri birbirinden ayrılmıştır. Meselâ boyun azıcık yana eğri, dirseği kolunun yanma doğru, diz ve bilekleri de böyle! Öyle ki Meydan'ın ortasında duran bu heykele uzaktan baktığınız­da, hafif bir yel eserse bu heykel yıkılıp-dökülür diye içiniz oynar. Oysa heykel taştan yon­tulmuştur. Heykeltraş, ikinci Dünya Savaşan­dan sonraki insanı simgelemek istemiştir. Fakat bu heykel çağdaş insanın simgesidir. Her zamankinden daha güçlü, kaya gibi, fakat her zamankinden çok mahvolacağı tasası içinde. Bu niçin böyledir? Çünkü üç zindandan kurtuluş ona şimdiye değin sahip olmadığı büyük bir güç vermiş, ancak yine aynı adam, buradan Merih'i (Mars) bombalama gücünde olduğu, buradan karmaşık bir makineyi A3'küresine veya uçsuz bucaksız Uzay'a yöneltip güdebilir durumda bü­yük bir bilgin olduğu halde, başka bir yerde aylığına yüz tuman  zam yapılınca oraya gidecek ve buraya karşı çalışacak ölçüde zayıf olabilecektir. Köleliğin Afrika'nın bazı yörele­rinde henüz var olduğunu işitirdim. Çok geri kalmış ve bozulmuş yarı vahşi bazı Afrika ka­bilelerini bulundukları bölgeden alıp başka bir yörede sattıklarını duyardım. Fakat kendi göz­lerimle gördüğüm kölelik Batı'nın kendisinde, Cambridge (Kembriç)'in merkezinde, Sor-bonne'un merkezinde idi. Kaçak pazarlarda vahşi kabile mensuplarının satıldığı değil, en üstün insan beyinlerinin pazara çıkarıldığını gördüm. Artırma masasına çekiç vuruluyordu; — Sen ne veriyorsun! —O Ne veriyor! deni­yordu. Kara Çini'nden, Sovyetler'den, Kuzey Amerika'dan, Avrupa'dan önemli firmaların bü­yük sermayedarları geldiler. —Beyefendi, bu filan sınıfta ikinci olan öğrencidir! Ne verirsin buna? —Biz mi Beyefendi? Onbeş bin tümen veririz. Oradan bir diğeri atılır: —Biz üstelik bir de otomobil veririz. Üçüncüsü: —Ben bir de sürücü (şoför) veririm. Söz konusu olan kişi de bir o patrona bakar, bir bu patrona bakar, kararsızdır, kimi seçse ki? Sonunda en çok ve­ren birini seçer. Niçin? Çünkü tutsak, esir bir insandır. Kabul etmesi ricaları ile çağırılan ve yüz bin tümen verilmek istenen bu kimse, işte toplumu Doğa zindanından kurtarabilecek insandır yahut insanı Toplum zindanından çıka­rabilecek bir ideolog veya toplumbilimcidir, ya da insanı Tarih zindanından çıkarabilecek fey­lesofun ta kendisidir. Gelgelelim, kendi kendi­nin ne ölçüde zebunu olduğunu görüyoruz. Bu yüzden de köle durumuna gelmiştir. Bir köle insanlığı özgür kılamaz. Kendisi de üç önceki zindandan kurtulmuş olsa bile özgür değildir. İşin çetin yanı şuradadır ki bu dördüncü zindan insanın kendi boyutları arasında, insanın bir parçası gibidir. Bilgin insan, kendi dışında olan zindanlardan kurtulsa bile, kendine karşı başkaldırıp özgür olamaz.

 

Görüyorsunuz ki bu zindandan kurtuluş bi­lim yolu ile mümkün değildir. Şu halde bu zin­dandan nasıl kurtulmalı? Aşk ile . Tasavvufi irfanı aşkı veya bunun gibi diğer anlamlarını kastetmiyorum. Bunlar da başlı başına başka zin­danlardır.  Aşk'ı şu anlamda kullanıyorum: Muktedir bir güç. Hesapçı ve oportünist akıldan yüce bir güç gerekir ki benim özbenliğimde, İnsan-Ben'de, Fıtrat'ımın derinlerinde, «Ben» de bir güçlü iç-patlama koparsın, içimden ken­dime karşı bir devrim kopsun, yoksa bu iş do­ğal yasalar ile olmuyor, içten bana karşı bir başkaldırma kopmalı! Değil mi ki dördüncü zindan benim bir iç parçam durumundadır. İç­ten bir patlama geçirmeliyim, tutuşmalıyım. Na­sıl? Niçin ateş ile? Niçin mantık kuralları için­de çalışan ve doğal kanunları ortaya çıkaran akıl ile dördüncü zindandan kurtulunmasın ki?  Çünkü bu alan, mantık yolu ile çözülecek sorunlar alanı değildir. Pareto'nun  terim­leri ile konuyu açıklıyorum: Pareto'ya göre üç türlü sorun vardır. Poir kısmı mantıkî (logique) sorunlardır. Yaşayışımız, yaptığımız iş, aldığı­mız aylık, giydiğimiz giysi, yazın ince kışın kalın giyinmemiz, birine yaltaklanmamız, dü­şünmemiz, okumamız ve incelememiz, bütün bunlar mantık alanına girerler. Belirli davra­nış ile belirli sonuçlara ulaşılabilir. Bazı davra­nışlar ise mantığa aykırıdır. «İllogique»tir. Bir aptal veya delinin davranışları gibi. Bir bölük davranışlar ise, ne mantıkî, ne de mantıksızdır, sadece mantık dışıdır (alogique). Bunlar man­tık yargıları alanına girmezler. Mantıktan da daha güçlüdürler. Mantık, ihtiyaçlarımın gide­rimi süresince kendisinden yararlanabileceğim sebep-sonuç ilişkilerinin kavranması demektir. Ancak kimi zaman insan bütün bunları daha yüce ve üstün bir şey için mahveder, kendini bilinçli olarak ve toplumu ateşten kurtarma uğ­runa yakar. Bu davranışta mantık aranmaz. Hiçbir şey ve hiçbir karşılık istenmeden yapı­lan bu davranışlar, bu özelliklerinden ötürü ahlâk'ın özüne de uygundur. Aşk beni kendi yaşayışımın üzerlerine kurulmuş olduğu çıkar­ları ve yararları, bütün çıkarlarımı feda etme­ye yönelten, hatta yaşamımı ve kendi «imek»i-mi (sein, bûden) başkalarının «imek»i, benim aşık olduğum ülkü uğruna feda etmeye çağıran ve benim olumlu cevaplandırdığım güçtür.

Ben sana yalan söylemiyorsam, sen de ba­na iş hayatında yalan söylemeyesin diyedir. Ben karşılıksız çek vermiyorsam, itibarım sürsün ve bundan sonra da çeklerimi nakit para yeri­ne piyasada kullanabileyim diyedir. Bunlar hep yarar düşüncesine dayanan ahlâkî davranışlar­dır, akıl ve mantık içinde olagelirler. Fakat ben yalan söylememek için yalan söylemiyor ve ken­di zararıma da olsa böyle davranıyorsam, hiç­bir karşılık da beklemiyorsam, doğruyu, mahvoluşum pahasına da olsa söylüyor ve hiçbir kar­şılık beklemiyorsam, üstelik her şeyimi yitiriyorsam, işte burada «ben»i görüyoruz: «İnsan»ın ortaya çıkışı muştusudur bu! Hangi insanın? İçindeki korkunç dördüncü zindandan da kur­tulabilen ve iman ve aşk güneşi altında insan olma yönüne doğru adım atmaya başlayan in­sanın!

 

Nietzsche deha sahibi büyük bir feylesof, çağdaş beşer düşüncesinin övünçlerinden biridir.  Fakat genç Nietzsche gururlu-kibirli bir adamdır. «Hak zorunludur, kaba-güç, zor esastır» kabilinden sözleri vardır. Bunlar genç­lik gururundan ileri gelen sözlerdir, ömrünün sonlarına doğru o kadar iyilik ve nezaket dolu, aşk, sevgi ve insan sevgisi sahibiydi ki, şaşıla­cak bir davranışta bulundu. «Merhamet aczin ifadesidir, aciz ve zayıf kimseleri yok etmek ge­rekir, nitekim Eskimo'lar böyle yapıyorlar, ça­lışamaz duruma gelen yaşlılarını kar ve buz içinde ölmeye bırakıyorlar, bu da doğrudur, bu yaşlılar artık üretici değil sırf tüketici olduk­larına göre mantık onları bertaraf etmemize izin verir.» demiş olan aynı Nietzsche, sokaktan geçerken devrilmiş ve çukura düşmüş bir araba gördü. Arabacı ata ve sakat kalması ihtimaline hiç aldırmadan her ne pahasına olursa olsun, atı kaldırmaya ve yola düşürmeye çalışıyordu. Atı acımasızca kamçılıyor, kamçı darbeleri al­tında doğrulmaya çalışan at, ağır yükün etki­siyle tekrar çukura düşüyordu. Ayağı kırılmış­tı. Durumu gören Nietzsche çok sinirlenerek arabacıdan böyle davranmamasını rica etti. Ön­ce yükleri indirip sonra atı kaldırmalı idi. Ara­bacı aldırmadı. Nietzsche de çabuk sinirlenen bir kimse olarak arabacının yakasına sarıldı ve ata kamçı vurmasına müsaade etmeyeceğini söyle­di. Arabacı da bunun üzerine Nietzsche'ye vur­maya koyuldu. Attığı bir tekme, Feylesofun eve döndükten bir sure sonra, ölümüne yol açtı. Bu olayı dinleyen herkes, şimdi bizim duyumsa­makta olduğumuz gibi, içinde çelişik duygula­rın varlığını sezer. Sizin her birinizin «Ben»inde iki kişi vardır: Birincisi, Nietzsche'nin bu olay­daki ruh güzelliği ve ahlâk, ruh ve duygu yüce­liği, kendisini bir hayvanı koruma uğruna feda edişi sırasında, bir cinayete, bir faciaya taham­mül edemeyişi karşısında heyecan duyar. İkin­cisi, bu mantıksız ve aptalca olaya, bir dâhinin bir beygir uğruna ölmesine güler. Fakat burada aptalca bir şey yoktur. Bu mantıkî bir davranış veya mantıksız bir davranış değildir. Mantık dı­şıdır, mantıkî değerlendirme ötesindedir. Ahlâk ve aşk da böyledirler. İhtiyaçlarımızdan birini gidermek için bir seçim yapar, bizi sevmesi için birini sever, ya da gereksinmelerimizden birini giderir diye yahut onun sevgisi bize bazı im­kânlar sağlar düşüncesiyle birine sevgi gösterir­sek, gerçekte sadece bir alışveriş yapmışız de­mektir. Aşk ise her şeyi bir amaç uğruna ver­mek ve karşılığında hiç bir şey istememektir. Bu büyük bir seçimdir. Ne seçimi? Bir ülkünün ve­ya başkalarının yaşaması, bir ülkünün gerçek­leşmesi için kendine ölümü seçiş.

 

Bu dördüncü aşamada insan kendini feda eder. Başka hiçbir dilde olmayan çok zengin anlamlı bir sözcük ile «iysâr» aşamasına ulaşır. «îysâr» öyle bir aşamadır ki, bu aşama da insan başkasını kendine üstün tutabilir, ken­dini feda edebilir. Canını, menfaatini, şöhretini, mutluluğunu, huzurunu, gelirini bir uğurda fe­da edebilir.

Kolayca ele geçirilemeyen bu korkunç dör­düncü zindandan, insan, aşk gücü ile kurtula­bilir. Aşk, akıl ve mantığın ötesinde, bizi kendi­mize başkaldırmaya ve kendimizi (nefs-i emmâre) yadsımaya çağırır. Gereğinde bir ülkü veya başkası uğruna fedakârlık etmeye çağırır. Bu, insan olma sürecinin en üst aşamasıdır.

Sözlerimin özü: O özgür kılıcı, yaratıcı, bi­linçli insan; Doğa, Tarih ve Toplum düzeni zin­danlarından bilim ile kurtulur. Dördüncü zin­dandan ise din ile kurtulur, aşk ile kurtu­lur..."

Dr. Ali Şeriati’nin konuşmaları burada sona eriyor…Hayırlı okumalar diliyorum.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !