09-09-2009 16:42

Kitap tanıtımı: Haberlerin Ağında Mehdi

Bu defa tanıtmaya çalışacağımız kitap, Mehmed Ali Durmuş’un “Haberlerin Ağında Mehdi’’ adlı eseri.

Kitap tanıtımı: Haberlerin Ağında Mehdi

  Hikmet Ertürk
İslam ve Hayat

Bu defa tanıtmaya çalışacağımız kitap, Mehmed Ali Durmuş’un “Haberlerin Ağında Mehdi" adlı eseri. Elimizde, bu kitabın Anlam Yayınları tarafından 2003 yılında yapılmış birinci baskısı var.

Mehmed Ali Durmuş, takip eden kardeşlerimizin de bildiği üzere İktibas Dergisinde yazılarına devam etmektedir. Bu kitabın tanıtımına, daha önce 2003 yılında iktibas Dergisinin sanat bölümünde Yüksel İsmailoğlu tarafından yer verilmiş.

"Basiret sahibi insanlardan bu hadislere dikkatle bakanlar, hadislerin mesajından Rasulullah’I tenzih etmekte kalplerinde asla bir sıkıntı duymazlar. Zira o hadisler içinde aşırılık ve tarihin tamamen ters yüz edilmesi, aşırı mübalağa içinde boğulma, halkın umurunddan bihaber olma; maruf sünnetullah’a aykırılık gibi (şeylerin tamamı) vardır." (Ferid Vecdi)

Yıllardır Kur'an'ın ve İslam'ın daha iyi anlaşılması için mücadele veren Anlam Yayınları yayınladığı yeni bir kitapla bu mücadeleyi bir adım daha ilerletti. Kur'an perspektifinden bakıldığında itikad alanında görülen hataları gidermenin en iyi yolu, bunları ortaya çıkarıp tartışmaktır. "İtikad"ın, ister büyük ister küçük olsun hata kabul etmediği müslümanlarca bilinen bir gerçektir. İtikadda bulunan minicik yanlışları bile Allah'ın kabul etmeyeceği, pisliğin en ufağının bile elbiseyi kirleteceği, amelleri bozacağı, istenen yaşam şeklini etkileyeceği müslümanların bildiği bir gerçektir. Bu doğrultuda Anlam Yayınları, Eylül ayında, Mehmet Ali Durmuş tarafından hazırlanan "Haberlerin Ağında Mehdi -Mehdi Hadislerinin Tedkiki-" isimli çalışmayı yayınladı.

"Haberlerin Ağında Mehdi" çalışması Mehmet Ali Durmuş'un ilk kitabı. Aynı isimli yüksek lisans tezi gözden geçirilerek hazırlanmış bu akademik kitap, müslüman toplumlarda yer etmiş Mehdi (kurtarıcı) inancını, dayandırıldığı hadisler ışığında ele almakta.

Önsöz bölümünde hem Kur'an'a hem de mehdi kavramına bakışını anlatan Durmuş, sahip olduğu ilim çerçevesinde elinde bulunan kaynakları değerlendirerek, doğruyu bulma çabası içinde olduğunu 'hatalardan beri' olmadığını, kitaba bu gözle bakılması gerektiğini ve ciddi eleştirilere de her zaman açık olduğunu belirtmiş. Kitabı okuduktan sonra bu ifadelere de güvenerek hem kitabı tanıtmak hem de bir takım eleştirilerde bulunmak için bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim.

Kitap Mehdi kelimesinin tahlili ile başlıyor. Arap diline vakıf bir kişi olan Mehmed Ali Durmuş, Mehdi kelimesinin "heda" kökünden geldiğini ve "yol gösterilmiş, delalet edilmiş, öğretilmiş" kişi olduğunu, Allah'ın hakka ilettiği kimseye el-Mehdi dendiğini belirtiyor ve ardından Kur'an'da geçen bir kavram olmadığını, Kur'an'da buna en yakın anlamda "muhtedi" kelimesinin geçtiğini, bunun da "hidayete eren" anlamına geldiğini anlatıyor. Bu noktada konunun önemi ortaya çıkıyor. Günümüzde bile çok yaygın bir şekilde beklenen ‘Mehdi’ inancı nereden kaynaklanıyor? Müslüman toplumların geleneksel olarak inanageldiği Mehdi’, çıkış noktası Kur’an olmadığı halde sırf bazı hadislere dayanarak nasıl yaygınlaşabilmiş, nasıl itikada girebilecek kadar kabul görmüş İslam toplumlarında?

Mehdi kelimesi, Kur'an'da olmadığı açıklandıktan sonra, hadislerde nasıl geçtiği ile ilgili incelemeye alınmış. Hadislerde mehdinin hangi kelimelerle tanımlandığı ve bu tanımlamaların da aslında mehdi kavramından çok İslam toplumu ile ilgili başka gerçekleri yansıttığına dikkat çekilmiş. Yalnız bu noktada önemli bir ayrıntının altını çizmek gerekiyor, kitabın giriş bölümünün başında belirtilen bir not var: "Bu kitabın asıl inceleme konusu, sünni hadis kitaplarındaki 'mehdi haberleri'dir." Durmuş, konuyu özellikle sünni hadis kitapları ve dolayısıyla sünni toplum açısından ele almış. Şia ile ilgili konuların ise bu incelemeye esas teşkil etmediğini, gerekli olduğu noktalarda gerekli olduğu kadar Şia ile ilgilenildiğini ifade etmiş. Gerçekten de bir çok konuda Şia ile Sünni kaynaklardaki benzerlikler dikkatle incelenmiş, yorumlar yapılmış. Aslında Şia bu haberlerin gerçek kaynağı olduğundan sünni kaynakların incelenmesi, Şia’da Mehdi inancı konusunda araştırma yapacaklara da bu çalışma ışık tutacaktır.

Giriş bölümünün sonunda Mehdi kelimesinin, toplumsal bir "figür"e dönüştüğü, dini bir mahiyet kazandığı, hatta "akide"nin bir parçası haline geldiği yargısına varılıyor. Kanımca erken bir değerlendirme olmuş. Kitabı henüz okumaya başlamış ve geleneksel fikirler taşıyan, bu konuyu düşünmemiş bir kişi açısından bu yargı kitaba bakışı etkileyebilir.
Kitabın I. bölümü mehdi ile ilgili sünni kaynaklardan seçilmiş, çalışmanın esasını oluşturan, 25 adet hadisin yorumsuz salt tercümesinden oluşuyor. Giriş bölümünde "Mehdi kavramı"nın anlatılmasından sonra mehdi hadislerinin dökümünün verilmesi okuyucunun hadisleri okurken duygusal gözle değil, inceler tarzda bakmasına imkan sağlamış.

II. Bölümde ise bu hadislere dayanılarak Mehdi'nin biografisi çıkarılıyor; ismi, şekli, hükmedeceği süre, yapacağı işler, fetihleri, ne ile hükmedeceği, alametleri ve Şia kaynaklarında geçen mehdilerin özellikleri. Bu bölüm gerçekten çok ilginç, özellikle gelecekte olacak şeylerin anlatımı -rivayetlerin biraz da masalımsı bir tarza sahip olması- bu bölümün çok rahat okunmasını sağlıyor. Tabi yazarın üslubunu da hesaba katmak gerekiyor. Çünkü dergideki yazılarından da tanıdığımız Mehmed Ali Durmuş çok akıcı bir üsluba sahip ve  konusunu açık nokta bırakmamaya çalışarak çok yönlü incelemeye çalışan bir yazar. Bu da okuyucunun okurken zorlanmamasını sağlayan ve anlatılan konuyu kavramasını kolaylaştıran bir etken.

Sened tenkidi yapılan bölüm, III. bölüm. Rical Tenkidi yapıldıktan sonra, "Genel" bölümünde Mehdi hadisleri hakkında İbn Haldun, Muhammed ibn Seyyid Derviş, İzmirli Hakkı gibi ulemanın görüşleri verilmiş. Ardından Buhari ve Müslim'in mehdi hadislerine bakışları ile ilgili tesbitler yapılmış. Bu kitabın en ilginç tesbitlerinden birisi de "Buhari, Müslim, Nesei ve İmam Malik'in" Mehdi hadislerini eserlerine almamaları iddiası olmuş. Önemli görünen bu konu yeri geldikçe konu bağlamında ele alınarak incelenmiş. Bu irdeleme hem bu alimlerin hadislerini nasıl seçtikleri ile ilgili hem de mehdi hadisleri hakkında düşünceleri ile ilgili çözümlemeleri kapsıyor.

Sened tenkidinden sonra doğal olarak sıra metin tenkidine geliyor. Durmuş, IV. bölümde bu işe girişmiş. İşin en can alıcı noktası olan metin tenkidi, bu çalışmanın, yazarın da ifadesi ile "kitabın en hacimli ve de önemli kısmını teşkil etmektedir". Mehdi hadislerini ve benzerlerini Kur'an zaviyesinden değerlendirmenin kesinlikle bir zorunluluk olduğunun anlatıldığı bölümde devamla "Aksi takdirde geleneğin ve kültürün, Kur'an eksenli olmayan bir eleştirisi mutlaka eksik kalacaktır" diyor Durmuş haklı olarak.

Mehdi fikrini doğuran harici etkenlerin irdelendiği bu bölümde zerdüştlerin, yahudilerin, hristiyanların ve islam toplumunun mesih inançları ele alınmış. Bunların devamında Şia, "Mesih ve Ric'at inancını benimseyen ilk İslami fırka" olarak görülmüş ve değerlendirmesi yapılmış. Kitabın giriş bölümünde belirtildiği gibi Şia'nın inançları çalışmanın ana konusu olmadığından bu bölümde alt başlık yapılmış. Ardından tasavvufta mesih/mehdi inancı ve son olarak da Fiten edebiyatı ve İsrailiyyat irdelenmiş.

Mehdi hadislerinin siyasi arka planı V. bölümde bulunuyor. Bu hadislerin doğduğu ortam, siyasi durum, hadislerde geçen siyah bayraklar, şehir isimleri, kişiler tahlil edildiğinde hadis olarak adlandırılan rivayetlerin gerçekten hadis mi yoksa belli amaçlara hizmet eder nitelikte hazırlanmış ve toplumun gönlünde bulunan sevgilerin istismar edilmesine olanak hazırlayan sözler mi olduğu tartışılmış. Yazarın bir çok konuda çıkarımları mevcut. "Siyasi arka plan" adı altında incelenen ve yorumlanan konular ise; Emevi saltanatı, Abbasiler, çalkantı içinde geçen yıllar, zulüm altında inleyen ve çıkış yolu arayan fakir ve ümitsiz müslüman halkın ümit olarak önlerine çıkana yapışması, bir parça kendini rahat hissetmesi, mehdi inancının yayılmasını kolaylaştıran ortam. Bu bölüm bir yönüyle İslam tarihinin tekrar değerlendirilmesi olarak da görülebilir. Ve müslüman toplumun başından geçen sıkıntılar bir kez daha hatırlanmış olur. Günümüzün sürekli değişen ve geçmişin hatırlanmasına imkan bırakmayan ortamında, geçmiş ümmetleri yeniden anımsattığından önemli bir bölüm.

Bölümde diğer önemli bir konu da yine Şia ile ilgili bazı değerlendirmelerin yapılmış olması. Şia'nın inancı bundan önceki bölümde de incelenmişti. Aslında Şia ile ilgili değerlendirmeler bir bölüm olarak toplanabilirdi. Bu şekliyle "Şia'nın inancı" konusu bir parça dağılmış görünüyor ve okuyucuyu parçaları birleştirmeye zorluyor. Toplu ele alınması bütüncül olarak Şia'nın imam beklentisinin daha rahat kavranmasını sağlayabilirdi.  Bölümün son kısmında ise Arap ırkçılığının hadislere etkisi ortaya konuluyor ve Mehdi akidesinin her topluluk içinde, Emeviler'de ayrı, Abbasiler'de ayrı, Şia'da ayrı, kendine özgü bir renge büründüğü yargısına varılıyor. Hadislerde bulunan çelişkiler, tutarsızlıklar, abartılar ve uydurmalar VI. bölümün konusu olmuş. Daha I. bölümde hadislerin salt tercümeleri okunurken dikkat çeken, hadisler arasındaki farklılıklar, burada ele alınıyor. Geleceği iddia edilen kişilerin birbirinden farklı olması, soy ve isimlerinin değişik olması, hüküm sürelerindeki çelişkiler ve daha nice tutarsızlıklar burada yorumlanıyor. Bunların yanında masalsı özelliği hazırlayan öğeler; yere batırılan ordu, siyah bayraklar, mehdi için kıyametin uzatılması, mehdinin getireceği bolluk bereket, "cennetin Abdulmuttalib'in çocuklarına ait olduğu" ve benzerleri de burada incelenmiş. Hadislerde geçen kelimeler teker teker ele alınarak gayet mantıklı çözümlemelerle sonuçlar çıkarılmış.  İlgiyle okunan bölümün sonunda yazar "Yahudi/Hristiyani apokaliptik rivayetleri ve diğer din ve inançlardan intikal eden Mesih/kurtarıcı hikayelerinin nasıl İslam toplumu içinde Mehdi hadislerine dönüştüğünü özellikle vurgulamış.

Mehdi hadisleri enine boyuna incelendikten ve onları hazırlayan ortam hatırlatıldıktan sonra Kur'an'a göre değerlendirmeye geçilmiş VII. ve son bölümde. Kur'an'da mehdi kavramının olmadığı bir kez daha vurgulanarak mehdi konusuyla direk alakalı ve Kur’an’la esas çeliştiği noktalar olan ‘kıyamet’, ‘gayb’ ve ‘sünnetullah’ konularına girilmiş. Önce Kur'an'ın kıyameti anlatışı ile kıyamet alametlerinin değerlendirmesi yapılmış. Ardından Gayb'ın ne olduğu, Allah'ın müslümanlara gayb konusunda ne öğütlediği anlatılmış. Nihayet kurtarıcının kim olması gerektiği Kur'an açısından ortaya konmuş, sünnetullah'ın neyi gerektirdiği ince ince tartışılmış. Bunlara göre Mehdi'nin İslam inancının neresinde olması gerektiği açıklanıyor.

Sonuç bölümünde yazar, mehdi ile ilgili yazılan ve söylenenlerin nereden çıkıp nerelere geldiği, Kur'an'a sahip bir müslümanın neyi, nasıl düşünüp yapması gerektiği konularındaki yorumunu yapmış. "Her vadide şaşkın şaşkın dolaşmak yerine" Kur'an'ın kavratmak istediklerinin tesbitini yaparak noktayı koymuş.

Bibliografya bölümünde -dokuz sayfa sürüyor-, Durmuş'un çalışmayı hazırlarken faydalandığı kitap ve makaleler dizilmiş. Bu listenin kabarık olması aslında çalışma sırasında harcanan emeğin de bir göstergesi. Kitabın nerede ise tüm sayfalarında yer alan dipnotlar da bunu gösteriyordu.  Ayrıca metin içinde bolca kullanılan orjinal alıntılar da İslam tarihi ve müslüman toplum hakkında alimlerin değerlendirmelerini yansıttığından, okuyucu açısından oldukça bilgilendirici olmuş.

Yazarın anlatım tarzı, konu çerçevesini kapsamlı tutması ve yukarıda saydığımız bir takım yaklaşımlarını tesbit ettikten sonra, bu eserle ilgili olarak şunu söylemekte bir sakınca görmüyoruz: Nefis bir kaynak kitap olmuş. Önyargılardan uzak, Kur'an perspektifli, akli ve nakli delilleri sadelikle ortaya koyan, anlaşılması ve okunması kolay, öfke yerine yumuşak ama sağlam bir üslubun hakim olduğu, kütüphanelerde bulunması tavsiye edilecek, güzel bir çalışma olmuş. Mehmet Ali Durmuş’u bu değerli çalışmasından dolayı kutluyorum, yeni çalışmalarının da gecikmemesini diliyorum. Hayırlı işlerde birbirimizi teşvik etmeli, hayırları artırmak için birbirimizle yarışmalıyız.’’

"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..." (Al-i İmran-110) ayeti müslüman kimsenin hayrının nereden kaynaklandığını gösteriyor. Bunu yapmaya çalışan herkesten Allah razı olacaktır. Bu amacı taşıyan her çaba hayırla yadedilecek ve mükafaatı da Allah tarafından verilecektir. "Allah, takvâ sahiplerini kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir  fenalık  dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar." (Zümer-61)

Şimdi kitabın Mehdi Hadisleri bağlamında Hadis Uydurma Faliyetleri başlıklı bölümünde aktarımlarda bulunalım.

II- Mehdi Hadisleri Uydurmadır a) Hadis Uydurma Faaliyeti

Hadis uydurma hareketinin, H. 41 yılında, Ali b. Ebi Talib za¬manında başladığı öne sürülmekteyse de," bizce bu tarihin daha öne alınması mümkündür. Çünkü Hz. Ömer'in Ebu Hureyre'yi ha¬dis rivayeti konusunda azarlaması, Rasulullah'a yalan isnad edil¬mesinden endişe ettiğini göstermektedir." Başladığı tarih ve başla¬tanlar her ne ve kim olursa olsun, bu konuda acı bir gerçek varsa o da, hadis uydurma işinin İslam'ın hem akidesini, hem fıkhını, hem de düşünce ve kültürünü, kısacası her şeyini etkilediğidir.

Burada önemli bir gerçeğin altını çizmekte yarar var. 'Hadis uydurma hareketi' kesinlikle 'irticali', tesadüfen oluşan, sıradan bazı insanlarca eften püften nedenlerle başlatılan, masumane bir faaliyet değildir. Bu hareket bilakis, belli hedefleri olan, belli amaç¬lar taşıyan, bilinçli bir harekettir." Bu hareket İslam'ın akidesini, fıkhını, ibadetini, ahlakını, insan anlayışını, fazilet anlayışını, tarih anlayışını, hâsılı her şeyini baştan sona etkilemiştir. Öyle ki, İb-nu'l-Cevzi'nin ifadesiyle (kısa zaman içinde), kimi fıkıhçılar fıkıh ilimlerini tamamen bu mevzu hadisler üzerine bina etmeye, abidler ve zahidler, tamamen bu uydurma hadislerle amel etmeye başlamış¬lardır.

Hadis uydurma hareketi kısa zamanda öyle bir noktaya gelmiş ki, zamanla İbnu'l-Cevzi'nin, hadis uyduranların 4. kademesi ola¬rak değerlendirdiği, "kendilerine selamet ve gafletin ağır bastığı" uydurmacılar, 'söyle' deyince söylemişler, açıkçası, sipariş üzerine hadis uydurmuşlardır. Mesela bunlardan birine, "bu yanındaki sahifedeki hadisler senin bizzat işittiklerin midir?" diye soruldu¬ğunda, "Yo hayır, onları rivayet eden öldü, ben onun yerine rivayet ediyorum!" cevabını vermiştir. Hadis uyduranların en kötüsü el¬bette kasten hadis uyduran zındıklardır. Bunlardan Abdülkerim b. Ebi'l Arca adındaki birisi yakalandığı zaman, "haramı helal, helali haram yapan 4000 hadis uydurdum" itirafında bulunmuştur. Bir tek kişinin itiraf ettiği rakam bu olunca, tüm uydurmacılarınki her¬halde yüz binleri bulmalıdır.

Hadis uydurma işinin en fazla siyasi nedenlerle, siyasi şartların doğurduğu kimi fırkalar eliyle yürütüldüğü görülmektedir. Zındık¬larla, yakından alakalı kimi fırkaların yanı sıra, sıradan mezhep ve fırka fanatikleri de zındıkları aratmayacak derecede hadis uydur¬muşlardır. En zararlı hadis uydurmacılardan biri Abdullah b. Sebe'dir.

Şiilerin özellikle Hz. Ali, bilahare Ehli Beyt, hususan Hz. Hü şeyin, Fatıma ve masumiyetine inandıkları 12 imam hakkında akla hayale gelmedik hadisler uydurdukları bir gerçektir. Arkasından Şii-Emevi rekabeti, bilahare, Emevi-Abbasi çekişmesi, Şii-Abbasi zıtlaşması, yığınlarca mevzu hadisin nedenini teşkil etmiştir. Ahmet Emin'in, hadis külliyatını bir piramide benzeten örneği ne kadar ilginçtir: Piramidin tepesi Rasulullah (sav) dönemini temsil ediyor. Tabanı ise, hadis uydurmanın zirveye ulaştığı sonraki dönemleri. Piramit gittikçe genişliyor, hacmi artıyor. Hâlbuki bunun tam tersi doğru olabilirdi. Yani, sahabe neslinden sonraki nesillere gelindikçe hadislerin sayısında bir azalma olması mantıklı olurdu. Çünkü ashap, [tanımı gereği zorunlu olarak] Rasullah'ı en iyi bilen, en iyi tanıyan, İslam'ın, onun ağzından çıkan yorumuna, onun gös¬terdiği pratiğe en iyi tanıklık edenler olmak durumundaydılar. Sa¬habe sayısı azaldıkça, hadis bilenlerin sayısı da azalmalı, artmamalıydı. Fakat tam tersine, onlardan değil de, sonraki kuşaklardan da¬ha fazla hadis vârid olması, açıklaması zor bir çelişkidir.

İbn Ebi'l-Hadid'in uydurma hadislerin başlangıcı hakkındaki görüşleri ilginçtir. O, faziletler hakkında ilk defa hadis uyduranla¬rın Şiiler olduğunu söylemektedir. İlk olarak onlar Ali b. Ebi Talib'i öven hadisler uydurdular. Selman'ın (melekler tarafından) yıkan¬ması, Rummane v.b. hakkında uydurdukları hadisler karşısında Ebubekir taraftarları da tepki olarak, Ebubekir hakkında uydurma¬ya başlamışlardır. Bu artık durmak bilmeyen bir süreçti.

Hadis uydurma hareketi ile Mevalî ve Şu'ubiye hareketleri arasında mühim bir bağ bulunmaktadır. Arap ırkından olmayan Müslümanlara Mevalî denmekteydi. Çok farklı etnik, kültürel ve dini kökene mensup bu insanlar, "çok uzun bir geçmişi simgeleyen eski inanç ve kültürlerinden kolayca vazgeçmediler. Mirasçı ol¬dukları eski dinlerin ve kültürlerin muhtevalarını, yeni dini anlayış ve yorumlayışlarında referans olarak kullandılar."

Mevalî'nin, sözü edilen başlıca referansları Zerdüştilik, Mazdekizm, Maniheizm gibi eski İran dinleri idi. Zamanla, örneğin Ebu Müslim Horasani'nin bile ölmediği, bir gün yeniden geleceği gibi ric'at inanışlarını benimseyen zümreler, Zerdüşti, Maniheist ve Mazdeki inançlarla İslami inanışları bağdaştırma çabası içine girdi¬ler. Bu mehdici (mesiyanik) telakkilerle eski Mezopotamya mito¬lojik inançları arasında büyük bir benzerlik söz konusudur.

Mevali konusunda söylenmesi gereken önemli bir nokta daha var, o da şudur: Onların zihinlerinde, eski İran şanını yeniden ihya etmek, Zerdüşt inancını terk etmemiş olanlar ki, zımmi kabul edi¬liyorlardı- ise güçlenen İslami durdurmak istiyorlardı.137 Yani Mevalî'yi motive eden önemli bir faktör, İran'ın (yeniden) önderlik ve özgürlüğünü isteyen ulusal bir dürtü idi. Sasani döneminde muha¬lefeti temsil eden zihniyet, İslam döneminde de aynı kulvarda kal¬maktan rahatsızlık duyuyordu. Öyleyse, Maniheizm ve Zerdüştiliğin önündeki engelin, yani 'İslam tehlikesi'nin bertaraf edilmesi gerekiyordu.

Eski İran artığı Gulat, Sebeiyye ve Keysaniyye fırkaları "İsla¬ma yabancı, İran kökenli düşüncelerini". İslam'a soktular. Bu ara¬da, Ahmet Emin'in, Ehli Beyt telakkisinin oluşumunda Farısiler'in nasıl Fars kralına duydukları tanrısal saygıyı aynen Peygamber'e; kralın evine olan kutsal bağlılıklarını da Peygamberin evine (ehli beyt) uyarladıkları yorumunu hatırlamalıyız.

b) Mehdi Hadisleri Uydurmadır

Kuşkusuz Mehdi hadislerinin uydurulmasının tek sebebi Mevalî, Şu'ubiyye, Zendeka hareketleri değildir. Fakat sebep her ne olursa olsun, sonuçta önümüzde duran bir gerçek var, o da bu ha¬dislerin uydurma olduklarıdır. Birçok müdekkik ilim ehli bu tespiti yapmaktadır.

Mehdi hadislerini uzun uzadıya tedkik eden îbn Haldun, İmamların Kureyş'ten olması rivayetini doğru kabul etmek gibi çelişkileri varsa da, hadislerin hiç birini itimada şayan bulmamak¬tadır.

Esne'1-Metalib müellifi Muhammed b. Seyyid Derviş de Meh¬di hakkında çok sayıda hadis olduğunu, fakat hepsinin de eleştiril¬diğini söyleyerek, bir anlamda, kabul edilemez olduklarını vurgu¬lamaktadır.

Ahmed Emin, Mehdi inancının Aleviler'de, Emeviler'de ve Abbasiler'de farklı farklı renkler aldığına dikkat çekmekte; mehdi fikrini, hilafeti kaybetmelerinin ardından Şia'nın uydurduğunu açıkça yazmaktadır.

Hadisleri tenkit eden İzmirli İsmail Hakkı, "Hızır'ın (a.s) ha¬yatı hakkında varit olan haberler nasıl tenkit olunmuşsa, Meh¬di'nin zuhuru hakkında varit olan hadisler de tenkit edilmiş, neti¬cede Mehdi'yle ilgili hadislerin tamamı zayıf çıkmıştır. Zayıf ha¬disler ise şayanı itimat değildir." sözüyle bunların güvenilmezli¬ğini açıklamaktadır.
'İslam'a Yönelen Yıkıcı Hareketler'i  gerçek bir mümin sada¬kati ve duyarlılığı ile açıklayan Bağdat Üniversitesi Öğretim üyesi Muhsin Abdulhamid, Mehdi fikrinin esasen Hıristiyanlık ve bilhas¬sa Yahudilikten (İbn Sebe eliyle) İslam'a geçmiş bir inanç olduğu tespitinden sonra, çelişkilerle dolu Mehdi hadislerinin uydurma oldukları hususunda kesin bir kanaat belirtmektedir.

'İslam ve Yahudi Mezhepleri' müellifi merhum Yaşar Kutluay'ın, "İslamiyet’teki 'mehdi' inancı Mesih ve onunla ilgili fikirle¬rin aksinden ibarettir" ifadesi, hadislerin uydurma olduğuna inan¬dığını göstermektedir.

Hollandalı Şarkiyatçı Gerlof Van Vloten de, 'Emevi Devri'nde Arab Hâkimiyeti, Şia ve Mesih Akideleri Üzerine' yaptığı araştırmasında, Kur'an'da bulunmayan Mehdi ve Deccal'ın zuhuru gibi beklentilerin Emeviler devrinde akide haline gelmesine dikkat çekerek, bunların uydurma olduklarını belirtmektedir.

M. Said Hatiboğlu, fırkaların, birbirleri aleyhinde kullanmak istedikleri her türlü malzemeyi Peygamber'e söylettiklerini, Peygamber'i hadis uydurmada alet olarak kullandıklarını değişik ifade biçimleriyle izah etmekte, istikbal haberlerinin uydurulduğuna dikkat çekmektedir.

Önceki bölümlerde, fiten rivayetlerinin kaynağına işaret etmiş¬tik. Bu kaynak hiç kuşkusuz Tevrat gibi kitaplar; Ka'bu'l-Ahbar gi¬bi ravilerdir. Özellikle Mehmet Paçacı'nın vurguladığı gibi, fıten rivayetleriyle apokaliptiklerden gördüğümüz Mesih/Mehdi rivayetle¬ri neredeyse birbirinin tıpkısının aynısıdır. Yani, fiten rivayetleri, apokaliptiklerden iktibas edilmiştir. İsrail’i ve Melihi efsaneler İslamî kisveye büründürülmüştür.

Reşid Rıza, A'raf suresinin tefsirinde, Mehdi haberlerinin vaadettiği geleceğin ne kadar asılsız ve anlamsız olduğunu göstermek için, Rasulullah'ın, ashabıyla nasıl çalışarak ve mücadele ederek dini koruduklarına dikkat çekmektedir. Rıza, Mehdi haberlerinin şa¬hinliğine inanmamaktadır.

Mahmud Ebu Reyye, Mehdi hadisleri ve benzerlerinin, Reşit Rıza'nın kanaatlerini de referans göstermek suretiyle israiliyyat cinsinden olduğunu söylemekte, hadislerin kaynak itibariyle Yahudi kökenli olduğunu belirtmektedir.

Dinler Tarihçisi Ekrem Sarıkçıoğlu, önceki dinlere has Mesih/Mehdi tasavvurlarıyla, İslam'ı seçen yeni din mensuplarının, kargaşalar karşısında, eski bilgilerini yeni dinin ışığında yorumladıklarını, taraftarlarına ümit bahşetmek için iyi niyetle(!) Peygam¬ber (sav) adına hadisler uydurduklarını ileri sürmektedir.

Mehdilik konusunda müstakil bir eser yazmış olan Avni İlhan, İslam öncesi kimi kavimlerdeki kurtarıcı fikrinin, Yahudi ve Hıristiyanlarda 'Mesih' fikrine dönüştüğüne, bununla Şiilerin Mehdi'si arasındaki hem motif, hem de sebepler bakımından paralelliğe dik¬kat çekmekte; Yahudi ve Hıristiyan ürününün Abdullah b. Sebe eliyle İslam pazarında satıldığını vurgulamakta, ayrıca Mehdi ha¬dislerinin tevatür derecesine ulaşmadıklarından, bunlar esas alına¬rak bir inanç esası tesis edilemeyeceğini söylemektedir.

Buraya kadar yapmış olduğumuz incelemelerden, yer verdiği¬miz görüşlerden anlaşılmaktadır ki, Mehdi rivayetleri, tek kelimey¬le söylemek gerekirse uydurmadır. Yahudi/Hristiyanî apokaliptik rivayetleri ve diğer din ve inançlardan intikal eden Mesih/kurtarıcı hikâyeleri 'Mehdi hadisleri'ne dönüşmüştür. Bu rivayetlerin, ünlü hadis mecmualarında yazılmış olmaları, bunları 'sahih' yapmaya yetmemektedir. Söz konusu rivayetleri gelenekçi bir taassupla, salt hadis muhafazakârlığı adına sahih saymak, hatta onlara dayanarak bir inanç esası tesis etmek kesinlikle mümkün değildir, bunun hiç¬bir ilmi ve ahlaki tutarlılığı yoktur.

MEHDÎ HADİSLERİ VE KUR'AN

I- Kur'an'da 'Mehdî' Kavramı Yoktur

Kur'an'da 'muhted', 'mühtedi', 'muhtedîn'gibi kelimeler kul¬lanılmasına rağmen, 'hedâ' kök fiilinden türeme ismi mef'ul olan mehdi sözcüğü geçmemektedir. 'Muhtedî' sözcüğü 'hidayete er¬miş' anlamına gelmektedir, çoğulu 'muhtedîn'dir. Allah'ın isimle¬rinden biri olan, 'hidayete erdirici' anlamındaki 'el-Hâdî' ismi Kur'an'da bir kaç defa kullanılmıştır.

Önemli olan, Kur'an'da 'mehdî' sözcüğünün bulunmaması de¬ğildir. Esas önemli olan, mufhum olarak da 'mehdi'nin Kur'an'da yer almamasıdır. Biraz daha açarsak, ahir zamanda gelip sihirli for¬mülüyle dünyayı ıslah edecek, yeryüzünü adaletle dolduracak, hal¬ka kucaklar dolusu mal dağıtacak, kurtla kuzuyu dost kılacak denli barış ve adalet ortamı sağlayacak, hem yerdeki, hem de göktekilerin kendisinden memnun kaldıkları bir 'süpermen' portresi Kur'an'da kesinlikle yer almamaktadır. Bu anlama delalet eden ne 'mehdî', ne de bir başka kelime bulunur Kur'an'da. Bu bağlamda sadece 'Mehdi' değil, aynı zamanda Deccal, Mesih, İsa'nın nüzulü gibi sözde gaybî haberlerin hiçbiri Kur'an'da bulunmamasına rağ¬men, bütün bu asılsız haberler, bir şekilde Kur'an'la irtibatlandırılmaya çalışılmıştır. Buna tek kelimeyle Kur'an'ın istismarı denir. Kur'an, israiliyyata ve mesihiyyata alet edilmiştir. Her türlü hura¬feyi reddetmek ve insanları tertemiz, sahih İslam akidesine davet etmek için inzal buyurulmuş olan şerefli Kitap Kur'an, ne yazık ki hurafelerin nesnesi kılınmıştır. Yahudi-Hıristiyan mistik kültürü Kur'an'ın önüne geçirilmiştir.

Mehdî ve mesih kavramları Kur'an'da, 'ahir zaman'da ortaya Çıkacak 'kıyamet alameti' olarak da yer almaz. Çünkü Kur'an'ın 'ahir zaman' tanımıyla, apokaliptik kültürün 'ahir zaman' anla birbirinden neredeyse tamamen farklıdır. Apokaliptik kültürün 'ahir zaman' tanımı sırcılık, gizem ve şifrelerle bilinebilen batını varsayımlara dayanırken, Kur'an'ın ki açık, anlaşılır, net, belirli, şifre, sır içermeyen gerçekçi bir tanımdır. Kur'an gerek bu dünya için gerekse ahiret için kurtuluş reçetesi olarak, herkesin kolaylıkla anlayacağı ve herkes için geçerli olan belirli ilkeler koymuştur. Bu ilkeler kıyamete kadar değişmeyecektir. Akıl sahibi kimseler bu ilke¬lerin değişmeden varlığını sürdürdüğünü bilmektedirler.

Kur'an'da 'mehdi' benzeri uydurma kavram ve konuları bula¬mayanlar, Kur'an'ı söz konusu konu ve kavramlara uydurmaya ça¬lışıyorlar fakat bu da yeterli olmayınca, "ama bu konu hadislerde var" diyerek beşerin icad ettiği hilelere sığınıyorlar. Hâlbuki hadis demek Kur'an demek değildir. Hadis demek Peygamber demek de değildir. Dolayısıyla, 'mehdi' gibi istikbale ait haberlerin öncelikle Kur'an açısından bir anlam ifade edip etmediği çok önemlidir. Et¬miyorsa bu bir kenara iyice not edilmeli, başka hiçbir gerekçe bu tespitin önüne geçirilmemelidir. Zaten Mehdi konusunun hadisler açısından ne ifade ettiğini de hemen her yönüyle incelemiş bulunu¬yoruz.

II- Mehdî Ve Kıyamet Alametleri

İncelediğimiz 'sahih' hadislerin hiçbirinde, açık bir şekilde "Mehdî'nin zuhuru kıyamet alametlerindendir" anlamında bir hü¬küm bulunmamaktadır. Ancak Ebu Davud'un 4282. ve Tirmizi'nin 2230. hadislerinde, "Mehdî hakim olmadıkça dünya son bulmaz denmektedir. Yine Ebu Davud'la (4283) Tirmizi'nin (2231) bir ha¬disine göre, dünyanın ömrü bir gün bile kalmış olsa, eğer Mehdi gelmemişse, gelmesi için Allah o günü uzatacaktır. Bu ifadeler kıyamet kopmadan önce mutlaka Mehdî'nin geleceği anlamını ihtiva etmektedir. Dolayısıyla Mehdî'nin zuhuru, bu haberlerin anlam ör¬güsüne göre, kıyametin alametlerindendir.

Mehdî hadisleri daima kitapların Fiten bölümlerinde ve 'kıyamet alametleri' dolayımında tasnif edilmiştir. Deccal'ın zuhur ı İsa'nın nüzulü gibi 'kıyamet ahvali' de aynı bölümlerde bulunmaktadır.

Özellikle sünen kitaplarını şerh eden, bu konularda müstakil eserler yazan veya kıyamet gibi konularda görüş belirten ilim ehli¬ne göre Mehdî'nin kıyamet alametlerinden biri olduğunda tam bir kanaat birliği vardır. En azından aleyhte bir görüşe rastlanmamak¬tadır. Sünen kitaplarının sarihleri, Mehdî hadisleri babında şöyle demektedirler:

"Bil ki, asırlar geçmesine rağmen Ehli İslam'ın kâffesi arasın¬da meşhur olan görüşe göre, ahir zamanda Ehli Beyt'den dini güç¬lendirecek... Bir adamın çıkması kesindir."

Fakat 'Kıyamet Alametleri' (Eşratu's-Sa'a) adı verilen gaybî ihbarlar acaba ne derece sahihtir, Kur'an'da bunlar açıklanmakta mıdır, bir başka deyişle bu alametler acaba Kur'an'dan mı istin bat edilmiştir, yoksa sadece fiten edebiyatında yer alan rivayetler mi¬dir?

Kur'an'da Kıyamet Alametleri

Bilindiği üzere ahiret hayatı ve onunla bağlantılı olarak kıyametin kopması ile ilgili tasvirler Kur'an'ın en yoğun bölümlerini teşkil etmektedir. Özellikle Mekke'nin erken döneminde inen sure¬lerde ahiret (yeniden diriliş)le ilgili anlatımlar oldukça yoğundur Fakat Kur'an, mutlaka gerçekleşeceğini bildirdiği kıyametin ala metleri'nden bahsetmemektedir. Kur'an'da 'kıyamet alametleri' bağlamında kullanılabilecek yegâne malzeme fiten kitapları ile sunenlerin, fiten bölümlerinde bab başlığı olarak kullandıkları eşrat kelimesidir. Bilahare bu sözcük 'kıyamet' anlamına gelen 'es-Sâ'a' (saat) sözcüğüyle terkib edilerek eşrâtu's-sâ'a, yani 'kıyamet ala¬metleri' kavramı elde edilmiştir. Şimdi 'eşrat' sözcüğünün kullanıl¬dığı bağlamı görelim:

"Yoksa onlar es-Saati, onun ansızın gelmesini mi bekliyorlar? Hâlbuki onun işaretleri (eşrâtuha) şimdiden gelmiştir. O (saat) baş¬larına geldikten sonra, hatırlamalarının onlara ne faydası olacak ki?"

Ayeti kerimedeki eşrat kelimesi 'şart'ın çoğuludur ve burada alamet, emare, belirti anlamlarına gelmektedir. Müfessirlerin ekse¬riyeti bu ayetin akabinde kıyamet alametleri ile ilgili yorumlar yap¬maktadırlar. Fakat ayet dikkatle okunduğu zaman, sonradan kavramlaştırılan kıyamet alametlerinden bahsetmediği anlaşılacaktır.

Bize göre ayet, 'her gelen yakındır' ('küllü atin qaribun') Arap özdeyişi mucibince, insanların kıyametin gelmesini uzak görmeme¬lerini, bir gün Allah'ın muhakemesiyle mutlaka yüz yüze gelecek¬lerini telkin etmektedir. Yani, müşriklerin mantalitesiyle, 'Hz. Muhammed'in onlara şu anda kıyameti getirememiş olması' onlar için bir savunma mekanizması veya bir inkar gerekçesi olamaz. Çünkü kıyamet geldikten sonra artık iş bitirilmiştir, o gün insanların gerçe¬ği anlayıp tevbe etmeleri, sonucu değiştirmeyecektir. Çünkü artık zaman geçmiş,9 insanların, günahlarını bağışlatmaları fırsatı kaçmiştir. Zemahşeri bu anlamı pekiştirmek için 89/Fecr-23 ayetini örnek olarak hatırlatmaktadır.10 Ayetin vermek istediği mesajı, Firavun'un, tam boğulma esnasında iman ettiğini açıklaması üzerine Allahu Teala'nın, "Şimdi mi?" ('âl-ân?!') sözünde de bulmak mümkündür. Tıpkı bunun gibi hiçbir inkârcıya, kıyametin gelmiş olması bir fayda sağlamayacaktır, çünkü iş olup bitmiştir.

Bu yoruma Fahreddin er-Razi de katılmaktadır. O, ayetin, halkın kıyameti uzak görmemesi gerektiğine dair uyarı mesajı taşı¬dığına değinmekte ve 54/Kamer suresinin 1. ayetini de aynı bağ¬lamda görmektedir. Ayetin hemen akabinden 'kıyamet alametleri'ni sayma kolaycılığına düşmeyen müfessir Elmalılı H. Yazır, konuyu şu şekilde izah etmektedir: "Bu ayette de Kıyamet saatini bütün dünyanın yıkılması anlamında Saat-ı Kübra (insanların muhasebe için yeniden dirilişi)ya yüklüyorlarsa da, burada anılan kâfirlerin bilhassa kendi kıyamet saatleri, kendi kıyametlerinin kopması ma¬nasını anlamak daha makul ve "işte onun işaretleri gelmiştir" (Mu¬hammedi 8) ifadesiyle, uyarı ve korkutmaya daha uygundur." Bu pasajın devamında Elmalılı'nın, söz konusu aşrat'ın, Hz. Peygamber'in ve inananların günden güne gelişip yükselmesi, buna muka¬bil müşriklerin Mekke Cumhuriyetinin günden güne çöküşü gibi mucizeler olabileceğini yazması15 oldukça ilginçtir. Bu konuda en açık olan, Razi'nin yorumudur: "Buradaki 'eşrafın, insanın yoktan yaratılması, göklerin ve ye¬rin var edilmesi gibi, haşrin ve ba'sin (dirilişin) mümkün olduğunu gösteren deliller olduğu söylenebilir. Nitekim Cenab-ı Hak, 'Gök¬leri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?' (Yasin, 81) buyurmuştur." Muhammed Esed de aynı kanaattedir "Son saatin kaçınılmazlığı ile ilgili birçok Kur'anî habere ve aynı zamanda, her önyargısız zihnin, bütün mahlûkatın maddi anlamdaki gelip-geçiciliğini görmesini sağlayan açıklığa işaret."

Şu halde, Kur'an'ın bu ayetini, fiten bablarındaki kıyamet ala-metleri adı verilen rivayetlerle bağdaştırmak mümkün değildir.

Buhari dâhil olmak üzere, 'Sahih Hadis Kitapları'nda "kıyamet alametleri" adı altında bir dizi gaybî haber sıralanmıştır. Bu rivayetlerde kıyametin on alameti sayılmaktadır On alamet şunlardır: 1,2,3) Doğu'da, Batı'da ve Arap yarımadasında bir yer göçecek, 4) Duhan çıkacak 5) Deccal çıkacak, 6) Dâbbetü'1-Arz görülecek, 7) Ye'cuc-Me'cuc gelecek, 8) Güneş battığı yerden doğacak, 9) Yemen'in dip tarafından, halkı süren bir ateş çıkacak, 10) İsa (a.s) gökten inecek, (ya da, halkı denize fırlatacak bir rüzgar çıkacak). Gerek Tirmizi'de gerekse Müslim'de kaydedilen farklı varyantlar¬da 10. alametin, insanları denize fırlatacak bir rüzgar, ya da İsa'nın inmesi olduğu hususunda bir ihtilaf gözlenmektedir.

Bunun dışında ipek giysi giyilmesi, İçki içilmesi, Erkeklerin hanımlarına itaat etmeleri, Mescitlerde seslerin yükseltilmesi, yır¬tıcı hayvanların insanlarla konuşması, zinanın yayılması, yüksek binaların yapılması, ahmak oğlu ahmakların dünyada en mutlu insanlar olması, Türklerle savaşılması ve İstanbul'un fethi gibi ilginç kıyamet alametleri zikredilmektedir. Bu sonuncular genelde 'küçük alametler' olarak bilinmektedir.

'Kıyametin alameti' demek, kıyamet kopması vaktinin yaklaş¬tığını haber veren işaretler demektir. Dolayısıyla 'kıyamet alametleri'nin belirmesi, bir anlamda kıyametin vaktinin belirmesi, kıya¬metin vaktinin bilinemez olmaktan çıkması demektir. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi, Kur'an'da 'kıyamet alametleri' bahis ko¬nusu edilmemekte, kıyametin vakti ve belirtileri ile ilgili en küçük bir açıklama bile yapılmamaktadır. Kur'an'a göre kıyametin vakti¬ni Allah'dan gayrı hiç kimse bilemez. Bunun anlamı şudur: Kıya¬metin vaktini sadece Allah bildiğine göre, Hz. Peygamber de bu ko¬nuda aynen başkaları gibidir. Ona da kıyametin vaktiyle ilgili hiç¬bir bilgi verilmemiştir. Kur'an bu gerçeği en açık bir biçimde bildirmektedir:

"[Ey Peygamber], Sana kıyamet saatinden, onun ne zaman ge¬lip çatacağından soruyorlar. De ki: doğrusu, onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Kıyametin vaktini O'ndan başka açığa vura¬cak kimse yoktur. O, göklere de, yere de ağır gelmiştir. O size an¬sızın gelecek. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: onun bilgisi ancak Allah katındadır, fakat insanların çoğu bilmi¬yor."

"İnsanlar sana (kıyametin) vaktini soruyorlar. De ki: onun bil¬gisi ancak Allah katındadır. Ne biliyorsun, belki de (kıyametin) vakti yakındır!"

"[Ey Peygamber,] Sana kıyamet saatinden, onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. Onu bilmek nerde, sen nerde! En son vaktine kadar onun bilgisi Rabbinin katındadır. Sen ancak, (o kıya¬met gününden) korkanları uyarıcısın. Onlar (kıyameti) gördüklerin¬de kendilerine, sanki dünyada bir akşam vakti ya da kuşluk vakti kadar kalmış gibi gelecektir."

Bu ayetler, din hakkında Kur'an'a, mutlak ilzam edici kaynak olarak iman eden müminlere, kıyametin ne zaman kopacağı hakkında Allan’dan başka hiç kimsenin bilgi sahibi olmadığını açıkça tebliğ etmektedir. Peygambere bile kıyametin ne zaman vuku bula¬cağı hakkında bir bilgi, hatta bir ipucu bile verilmemiştir. Ona verilmediyse, hiç kimseye de verilmeyecektir. Bu mesele çok önem¬lidir ve 'elde var bir' diyerek, bir kenara yazılması gereken çok önemli ikinci ilkedir.

Şimdi sorun şudur: Hz. Peygamber (sav) bile, kıyametin vakti¬ne ilişkin bir bilgi sahibi değilse, o halde, ona izafe edilen ve sayısı yüzleri bulan kıyamet alametleri nereden çıkmaktadır, Peygamber (sav) bu bilgileri nasıl, nereden ve hangi 'imkânla' elde etmiştir? Kur'an'ın dışında, Peygamber'in (dinle ilgili) bilgilenmesi mümkün olan ikinci bir yol daha bulunmadığına göre, bu tür bilgiler onun adına uydurulmuş olmalıdır. Bunun başka türlü izahını yapmak mümkün değildir.

Yukarıda andığımız, camilerde yüksek sesle konuşulması, ipek giysi giyilmesi, erkeklerin kadınlara itaat etmesi gibi davranışların kıyamet alameti sayılmasını anlamak mümkün değildir. Camilerde, kıyamet alameti olur gerekçesiyle yüksek sesle 'dünya kelamı' ko¬nuşturulmayan halkın yerine, Zalim Haccac'lar, İbn Hubeyre'ler konuşmuştur. Bu sözde alametleri okuyunca, halkın mescitlerde 'dünya kelamı konuşmak günahtır' anlayışını nereden edindiği an¬laşılmaktadır. Yine bu rivayetleri okuyan erkekler herhalde, kıya¬metin bir alametine sebep olmamak için, asla hanımlarına itaat et¬memeye itina göstereceklerdir. Hâlbuki erkekle kadının birbirlerinin sözlerini dinlemeleri, hayra yönelik işlerde hangisinin sözü doğru ise ona uyulması, 'kıyametin alameti' değil, İslami takvanın alameti olarak algılanmalıydı. Allah, mümin erkekleri ve mümin kadınları birbirlerinin velisi saymaktaydı.

Öte yandan içki, zina gibi kötü fiiller, herhalde insanlık tarihiy¬le yaşıt olmalıdır. Yani bu kötülükler daha 'dün' çıkmadı ki, kıyametin alameti olsun. Günümüzden yaklaşık olarak dört bin yıl ön¬ce yaşamış olan Lut kavmi, en iğrenç bir ahlaki sapmayla birlikte anılır. Şüphesiz zina gibi ahlaki bir sapma, Lut kavminden önce de vardı. Bu anlayışa göre, insanın yaratıldığı ilk günlerden beri, 'kıyametin alametleri' görülmeye başlamış olmalıdır! Doğrusu odur ki, kıyametin kopması, her çağda yakındır. Kıyametin ilk alameti, bizzat dünyanın ve içindeki hayatın yaratılmasıdır. Bir insanın doğması nasıl ki, ölmesinin de garantisi ise, dünyanın var olması da kıyametin kopmasının kesin şartıdır. Çünkü bu düzeni kuran büyük Kurucu böyle kurmuştur. Hâsılı, ilk insan Âdem için kıyamet ne ka¬dar yakın idiyse, bizim için de o kadar yakındır, bizden sonrakiler için de yakındır.

Kur'an'ın hiç bilgi vermediği, hatta Allan’dan gayrı herkese onu bilmenin yollarını kesin bir dille kapadığı kıyamet alametleri'nden kuşku duymamak elde değildir. Bir mümine düşen, Rabbu'l-Alemin'in buyurduğu gibi, kıyametin mutlaka -ve ansızın- gelece¬ğine inanmak, Allah'ın bilgi vermediği alanlarda gereksiz malumat-furuşluk taslamamaktır. Allahu Teala mü'minleri 'gaybı taşlamak'tan  men etmiştir. Bize verilen bilgiler, hem dünya hem de ahiret saadetimiz için yeterli düzeydedir.

'Ahir zaman'da, kıyametin bir alameti olarak Mehdi'nin gel¬mesi, Kur'anî bir hüküm değildir. Kur'an'ı indiren Allah, böyle bir 'kurtarıcı' gönderecek olsaydı herhalde yeni bir Peygamber gönde¬rirdi. (O peygamber de 'Mehdi' olmazdı...) Hz. Muhammed'i son peygamber kabul eden ve peygamberliğin kesinkes bittiğini kabul eden geleneksel din anlayışının, Mehdi-Mesih şeklinde, adı konul¬mamış bir tür peygamberlik icad etmeleri çok önemli bir tenakuz¬dur.

III-Gaybî Haber

a) Gayb Nedir?

"Vasıtalı veya vasıtasız, duyu organlarımızla ulaşamadığımız ve ilmimizle ihata edemediğimiz her şeye gayb denir. Gayb sahası¬nın zıddı 'müşahede' sahasıdır." Gaybı ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi mutlak gayb olup, kıyamet, ahiret gibi alanların da dâhil olduğu, "beşer imkân ve kabiliyetleriyle -dünyada- hiçbir zaman ihata edilmeyen saha"33 olarak tanımlanmaktadır. İkincisi ise izafi gayb'dır ve "zaman, mekân, imkân ve kabiliyet farklarından dolayı bir kısım insanlar için ulaşılmaz, ihata edilmez iken diğerleri için ulaşılan, ihata edilen saha" demektir.

Kıyamet ahvali de en büyük gayb haberlerindendir.

Siyasi-îctimai meselelerle hadis münasebetlerini incelediği çalışmasında gaybî haber'e yer veren ve oldukça önemli tespitlerde bulunan M. S. Hatiboğlu'nun önemli değerlendirmelerine burada yer vermek istiyoruz.

Hatiboğlu Peygamber açısından gaybî haberleri üç kısma ayırmaktadır:
a) Kendisinden çok Önceleri cereyan eden gaybî olaylar. Bunlar, Nuh kıssası, Yusuf kıssası gibi, Hz. Peygamber'in ve yaşadığı muhitin [bizatihi mülaki olmamak nedeniyle bilmeleri mümkün olmayan haberlerdir.

b) Peygamber'in hal-i hayatında vuku bulmuş olaylar. Hz. Peygamber'in yaşadığı zaman ve mekân dâhilinde, sayısız olay cereyan etmekle beraber, (gaib olanları), Cenabı Hak bildirmedikçe bilmesi mümkün değildir. Kendisi de bunun farkında olarak, örne¬ğin, mahkemede ağzı iyi laf yapanın, diğerine haksızlık yapmasının mümkün olduğuna işaret etmiş,37 dolayısıyla kendisinin gaybı bile¬meyeceğini hatırlatmıştır. Zürkani'nin bu hadisle ilgili yorumu şöyledir: Bundan murad Hz. Peygamber'in yaratılışta diğer insan¬lardan bir farkının olmadığıdır. Ve Peygamber demek her gaybı bi¬lir demek değildir!

c) Gelecekte olacak olaylar. İşte bizi, konumuz itibariyle esas olarak bu haberler ilgilendirmektedir. Kıyamet ahvali de bu grup¬tandır.

b) Gayb'ı Yalnızca Allah Bilir

Gayb'ı yalnızca Allah'ın bileceği Kur'an'da açıkça ve defalar¬ca tasrih edilmiştir:

"De ki göklerde ve yerde Allah'dan başka hiç kimse gaybı bil¬mez. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler."

"Allah sizi gayba muttali kılacak değildir..." "Allah gaybı bilendir, gaybı(n bilgisi)ne kimseyi muttali kıl¬maz."

"De ki gayb ancak Allah'a aittir..." "Gaybın anahtarları O'nun katındadır..."

Allahu Teala'nın, Peygamberleri lisanıyla gayba ilişkin öğret¬tiği disiplin gayet yalın, hiçbir muğlâklık içermeyen, anlaşılır birdildedir:

[Nuh:] "Ben size 'Allah'ın hazineleri yanımdadır' demiyorum, ben gaybı da bilmem, 'ben bir meleğim' de demiyorum..."

[Muhammed:] "De ki, ben size, 'Allah'ın hazineleri yanımda¬dır' demiyorum! Ben gaybı da bilmem, size, 'ben bir meleğim' de demiyorum..."

Şu halde, gaybın tek sahibi vardır o da Allah'dır. Gaybî bilgiyi -vahyin dışında- hiç kimseye açmamıştır. Bu alanda Peygamber'in bildikleri bizim de bildiklerimizdir, çünkü onun da gayb bilgisi Kur'an'dan ibaretti.

İstikbale ait haberlerden olarak örneğin, "hiçbir kimse yarın ne işleyeceğini, hiçbir kimse nerede öleceğini bilmez." Bu cümleden olarak Hz. Peygamber'e şöyle demesi öğretilmiştir:

"De ki, ben Peygamberlerin ilki değilim, benim ve sizin başı¬nıza ne gelir bilmiyorum..." Hasan Basri bu ayette altı çizilen, bil¬meme olgusunun bu dünyaya ilişkin olduğunu, yani müşrikler tara¬fından ne yapılacağını Hz. Peygamber'in bilmeyeceği anlamına geldiğini belirtmiş. Dünyada başına gelecekleri bilmeyen bir Pey¬gamber, acaba kıyamete dair -Rabbi'nin bildirdikleri dışında- ne bi¬lebilirdi ki?

Üçüncü gruptan (istikbale ait) olup, vahyin bildirmesi ile bili¬nebilen olaylar vardır. Bunlardan biri, Bizans'ın, beş-on sene zar¬fında (kendilerini yenen) İranlıları yeneceklerinin haberidir.

c) 'Kıyamet Alametleri'ni Peygamber de Bilmiyordu

Şu halde Hz. Peygamber'in, Allah'ın kendisine inzal ettiği Kur'an'ın dışında, gaybî bilgisi olmadığı Kur'an'ın şehadetiyle ke¬sinlik kazanmaktadır. Ancak, bu konuda, sanki Kur'an'ı yeterli görmeyen kimi insanlar, Hz. Peygamber'in bu tür bilgileri vahyi gay¬ri metlüv yolu ile edindiği iddiasını ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki Hz. Peygamber Allah’tan aldığı bütün bilgileri tebliğ etmiştir, bütün bilgiler elimizdeki Kur'an'da bulunmaktadır. Kur'an'ın dışında başka vahiy, başka ilahi bir Kitap aramak mümkün olamayacağına göre, o halde, kıyametin alametleri ve Mehdî gibi, gelecekte olacağı müjdelenen şeylerin haberini Kur'an'la karşılaştırmak, bu ha¬berleri Kur'an'ın doğrulayıp doğrulamadığına bakmak gerekmek¬tedir. Bu bakışta, alacağımız sonuç ise bellidir. Zira Kur'an gaybın tamamen Allah'ın katında olduğunu, Allah'ın gayba hiç kimseyi muttali kılmadığını kesin bir dille bildiriyor. Bu 'hiç kimse'ye Pey¬gamber de dâhildir. Kur'an'ın dışında başka bir vahiy bulunmadı¬ğına, Kur'an vahyinde de istikbal haberleri yer almadığına göre Hz. Peygamber'den, istikbale ilişkin haberlerin sadır olması imkânsızdır.

Gaybî haber konusundaki çalışmasını özetlediğimiz Hatiboğlu sonuç olarak şöyle bir kanaate ulaşmaktadır:

"Peygamberlerde kendilerinden sonra vuku bulacak şeylere dair bilgi yoktur, ta ki, Allah bildirmiş olsun. (Taberi, 7/126). O hal¬de, Kur'an-ı Kerim'de görmediğimiz bir istikbal haberinin kasd-ı mahsusla vücud bulmuş olduğunda tereddüdümüz olmayacaktır."55 Bu sözün 'mehdi' meselesine tatbiki şudur: Mehdi hadisleri kasd-ı mahsusla vücud buldurulmuş sözlerdir!

Sonuç olarak diyebiliriz ki, istikbal haberleri Peygamber (sav)  adına uydurulmuş haberlerdir. Kıyametin alameti cinsinden Mehdî'nin zuhuru veya İsa'nın nüzulü haberleri Hz. Peygamber'e ait olamaz. Çünkü onun -bilhassa itikadda bilgisinin yegâne kaynağı olan Kur'an böyle bir haberi vermemektedir. Karşı tarafta ise, İsrailiyyat gibi, Kur'an dışı kaynakları gösteren pek çok kanıt vardır. Öyle ise bu haberleri İsrailiyyat ya da Mesihiyyat cinsinden gör¬mek, sorunu doğru tespit etmektir.

IV- Kurtarıcı Usturesi Değil, Ceht Ve Gayret

Kur'an-ı Kerim'in, bir topluma hini hayatta bozulan, kesata ve fesada uğrayan toplumsal yapının ıslahı ve felahı için, mutad olanın dışında, olağanüstü biçimde, sihirli değneği ile bir anda dün¬yayı bir cennete dönüştüren bir kurtarıcı vaat ettiğini hiç kimse id¬dia edemez. Çünkü onda böyle bir kurtarıcı vadini değil bildiren, çağrıştıran bir ibareye bile rastlanmaz. Zaten, eğer böyle bir ibare olsaydı, Mehdî/Mesih beklemeyi öğütleyen yığınlarca haber ve ha¬dis, bu ibareye, yani Kur'an ayetine istinat eder, bu bulunmaz imkânı sonuna kadar kullanır, hatta onu daha da abartarak, yanına baş¬ka ayetleri de katarak kendisine önemli bir referans sağlamış olur¬du. Kur'an böyle bir referansı ihtiva etmediği için, istikbal haberle¬rinin mimar ve mühendisleri, bunları 'hadis' formuna sokmak için ne gerekiyorsa onu işlemişlerdir.

O halde Kur'an, toplumların bir kurtarıcı bekledikleri ortamlar için, fesada boğulan, zulmün hakim olduğu, sosyal adaletin ve ah¬lakın tamamen ifsat olduğu, Allah'a değil putlara prestij edildiği dönemlerde toplumun felahı için neyi öngörmekte, neyi önermek¬tedir? İşte bu sorunun cevabını verebilmek için kısaca sünnetullah kavramına başvurmamız gerekmektedir. Çünkü sorunun cevabı bü¬yük oranda bu kavramın muhteviyatında mevcuttur.

a) Sünnetullah

'Sünnetullah' kelimesi kur'an'da "Allah'ın davranış biçimi" anlamına gelmektedir. Kelimetullah, kelimetu Rablik ve qavl (söz) kelimeleri de aynı anlamla ilişkilidir. Bu kelimelerin kullanıldığı Kur'an ayetlerini incelemiş olan araştırmacılar, bunların "Allah'ın tarih içindeki tavrından söz etmekte olduklarını" tespit etmişlerdir. Allah'ın tarih içerisinde nasıl davrandığı belirsiz değildir. Aksine, "Allah'ın hangi durumlarda nasıl davranacağına dair kendisine ve bu ilahi tavrın muhatabı olması itibarıyla insanlığa söz verdiği fik¬ri işlenmektedir."

"Allah ezelde tarih içerisinde nasıl davranacağını belirlemiş ve bu davranış tarzını değiştirmeyeceğine dair söz vermiştir (qavl, ke¬lime). Tarihin başlangıcından beri verdiği söz gereği Allah değiş¬mez bir tavır sergilemektedir (sünnetullah) ve bu tavır ileride de aynı kalacaktır."

Şu halde sünnetullah kavramı Kur'an'da 'tarih yasaları' anla¬mına gelmektedir. Tarihin yasaları vardır. Bu yasalar uyarınca işle¬yiş tarzı demek olan sünnetullah değişmemekte ve değişmeyecek¬tir.

Kur'an, önceki (müşrik) kavimlerin helak edilişine atıfta bu¬lunduktan sonra, bunun "öncekilerin kanunu" (sünnetü'l evveliin) olduğunu belirtmekte ve bu kanunun işleyişinde (sünnetullah) asla bir değişme (tebdil, tahvil) olmayacağını 'hükme bağlamaktadır.™ Hem de Fatır suresinin 43. ayetinde hem tebdil (değişiklik) hem de tahvil (sapma) sözcükleri ikisi birden kullanılarak, sünnetullah'n değişmeyeceği, kati şekilde vurgulanmaktadır.

Bu Kur'an ayetleri, hem insanların sünnetullah'ı değiştireme¬yeceği anlamını hem de, Allah'ın da, hiç kimsenin hatırı ve arzusu istikametinde bu kanunlarını değiştirmeyeceği anlamını içermekte¬dir.

b) Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları

Allahu Teala bu değişmezliği bir başka yerde şöyle anlatmak¬tadır:

"...Gerçek şu ki insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Al¬lah onların durumunu değiştirmez ve Allah insanlara [kendi kötü¬lüklerinin bir sonucu olarak] bir felaket tattıracağı zaman hiçbir şey bunun önünde duramaz: çünkü onların, kendilerini O'na karşı ko¬ruyabilecek kimseleri yoktur."

"Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez ve |bilin ki Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir."

Muhammed Esed bu ayetin yorumunda sünnetullah'a atıfta bu¬lunmaktadır: "En genel anlamıyla bu ifade hem bireysel hem de toplumsal hayata yön ve biçim veren, taşıyıcılarının ahlaki nitelik¬lerine ve 'iç dünyalarındaki' ruhi/manevi biçimlenmelere göre uy¬garlıkları yükselten ya da alçaltan ilahi sebep-sonuç ilke ya da iliş¬kisini, yani, sünnetullahı dile getirmektedir."

İşte Kur'an bu iki ayette, değişimin yasaları olarak adlandırı¬labilecek, sünnetullahın önemli bir kuralına temas etmektedir. Ra'd suresinin 11. ayetini ciddi bir kitap çalışmasında enine boyuna işle¬yen Cevdet Said, dünyada olması gereken bu değişimin, toplumun değişmesi anlamına geldiğini uzun uzadıya izah etmektedir. Yani bu ayet bireyin değil, toplumun değişmesine ilişkin bir yasa koy¬maktadır. Çünkü tek bir ferdin değişmesi o toplumu değiştirmek için yeterli değildir. "İnsanın ruhi konumu/psikolojisi temeldir. Toplumsal konum ise, onun üzerine yükseltilen binadır. Bu üst ya¬pıyı değiştirme ancak temelin değişmesiyle mümkün olur."

İşte, kâfir veya mümin, bütün insanlar bu değişim yasasına ta¬bidir. Değişim yasasının işlemesi için toplumun mümin ya da kâfir olması önemli değildir. Bakara suresinin 214. ayetini sünnetullah bağlamında yorumlayan Muhammad Bakır es-Sadr şöyle demektedir:

"Ayet onların kendileri için tarihi yasada bir istisna meydana gelmesi beklentisini reddediyor. Siz kendiniz için tarihi yasada bir değişiklik olacağını mı umuyorsunuz? Siz Kur'an'ın ifadesiyle şid¬detle sarsılacak kadar sıkıntı ve zorluk gibi şartların kıskacından geçerek zafere ulaşan ve sonunda cennete giren ümmetler gibi zor şartlarla kuşatılan bir hayat yaşamadan mı zafere ulaşmak ve cen¬nete girmek istiyorsunuz?"

Bunun gibi, Kur'an'ın diğer bazı ayetleri de süreklilik ve de¬ğişmezliği vurgulamaktadır. Hiçbir topluluk, kendisinin değişim yasaları karşısında bir istisna teşkil etmesini, yasaların kendisi için özel tarzda işlemesini bekleme hak ve salahiyetine sahip değildir. 2/Bakara, 214. ayet bu kesin gerçeğin altını çizmektedir. Hele de, kendilerini dindar sanıp, tembellik ve miskinliklerinin doğurduğu boşluğu doldurması için Allah'a dua eden insanların, Allah'ın kendilerine en büyük zaferleri bağışlamasını talep etmeye hiç hakları olmamalıdır. Çünkü böyle bir durumda Allah tembelliği, çalışma¬mayı, gayrı ahlakîliği ödüllendirmiş olur ki bu mümkün değildir.

Kur'an'da, fitne konusu işlenirken, fitnenin toplumsal kuşatıcılığından bahsedilir ve müminler buna karşı uyarılırlar. Bu uyarı 'sünnetullah' kavramıyla bütünlük arz etmektedir: "[Ey iman eden¬ler!] Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, sadece içinizden zalimle¬re isabet etmekle kalmaz. Ve bilin ki Allah'ın azabı pek şiddetli¬dir." Bu ayet, fitneden yalnızca zalimlerin zarar görmeyeceğini, zulüm kendisine sirayet etmez sanarak zulme seyirci kalan müminlerin de zulmün pençesine düşeceğini bildirmektedir. Çün¬kü bir toplumda ortaya çıkan bir kötülük, o toplumun tamamını ku¬şatıcıdır. Demek ki, fitnenin sirayeti değişim yasalarından bağımsız değildir. Fitne toplumunda bulunan Salih insanlar da bu fitne ateşinde yanmaya mahkumdurlar. Bu ateşten ancak, İbrahim, Nuh, Mu¬sa, Isa ve Muhammed (sav) gibi, fitneyle gerçek anlamda mücade¬le eden kimseler kurtulmayı hak ederler.

Kur'an, fitnenin def edilmesi ve dinin tamamen Allah'a has kı¬lınması görevini mü'minlere yüklemiştir. Bu, müminler için ger¬çek bir yükümlülüktür:

"Fitne kalmayıncaya ve Din tamamen Allah'a has kılınıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, zalimlerden başkasına-düşmanlık etmek yoktur."

"Fitne kalmayıncaya ve Din tamamen Allah'a has kılınıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, elbette Allah onların yaptıklarını çok iyi görendir."

Fitnenin toplumu sardığı, zulmün bütün insanları kuşattığı dö¬nemlerde müminler Allah'a başvurmakta, O'na yalvarmakta, Al¬lah'dan yardım dilemektedirler. Buna 2/Bakara, 214. ayetinde de işaret edilmektedir. Fakat Allah'ın yardımı (nasrullah), hiçbir za¬man sünnetullah'ın gereklerini ihmal ederek talep edilemez. "Nas¬rullah bağış kabilinden bir şey değildir. Tesadüflere bağlı olarak gerçekleşen bir olgu da değildir. Körü körüne meydana gelen bir vakıa hiç değildir." Nasrullah'ı hak etmek için tarihin yasalarını bilmek, tarihin mantığını kavramak gerekmektedir. Aksi takdirde toplum, nasrullah (Allah'ın yardımı) yerine, kendi kendine yaptığı zulmü kazanır. İnsanlar hak etmedikçe Allah'dan hiçbir şey inme¬yecektir. Köşe başlarında miskin miskin başkalarına avuç açan di¬lencileri nasıl ki kimse sevimli bulmuyorsa, içinde bulunduğu kötü şartları değiştirmek için bir gayret göstermeyip de, sadece Allah'a yalvaran dilencileri de kimse hoş görmez. Bu tür 'dilencilere Allah yardım etmeyecektir.

Sonuç olarak, sünnetullah gereği toplumu Allah değil, toplu¬mun kendisi değiştirecektir. Toplum, bilincindeki fikirlerini, kav¬ramlarını, sanılarını, değer yargılarını, kutsadıkları varlıkları, he¬deflerini, istikbale ilişkin programlarını, eğitimini, üretim felsefesi¬ni, insan anlayışını, saygı anlayışını. Değiştirmedikçe, durumla¬rının değişmesi için Allah onlara yardım etmeyecektir. Çünkü top¬lum bunu hak etmemiştir. Bu imtihan dünyasında, zalimin yetenek¬leri mazlumda da vardır. Bütün mesele, zulmü istemediğine karar vermek, zulmü defetmek için kımıldamak, harekete geçmektir. Al¬lah'ın yardımı da o andan itibaren gelecektir.

Sünnetullah'ın gereklerini terk edip, kendilerini 'mehdi' adın¬da hayali bir kişinin sulh ü selamete çıkartmasını beklemek, kendi¬lerini Müslüman olarak tanımlayan koskoca bir kitle için zül değil midir? Acaba, şikâyetçi oldukları(?) kötülüklerden kurtulmak için hangi şeyleri eksiktir? Onlar hangi gayreti (cehdi=cihadı) gösterdiler de, Rableri onları yardımsız bıraktı?

Kısacası, 'sünnetullah' 'Mehdi'yi içermiyor.

d) Kur'an Mehdî Vaat Etmiyor, Çalışmayı Emrediyor

Kur'an'ın bu yol gösterici, nurlu buyrukları varken Müslümanlar, Kur'an'ın Allah Resulü’ne inzalinden henüz yüz yıl geçmeden, kendilerini kuşatan fitneden kurtulmayı, sünnetullah kavramı doğ¬rultusunda değil, hayali umutlara sarılmakta bulmuşlardır. Müslü¬manlar, Hz. Osman'ın feci bir şekilde katli ile başlayan, Emeviler ve Abbasiler döneminde, hilafet merkezlerinin, kesik başlar defile¬sini andıran manzaralara büründüğü o korkunç fitne günlerinde ger¬çekten en acı ızdırapları yaşamışlardır. Dünyaya adaleti getirmekte olan bir dinin mensupları, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve dinin tamamı Allah'ın oluncaya kadar cihad etmekle emrolunan bir Peygamber'in ümmeti şimdilerde birbirlerinin boynunu vurmaktaydılar.

işte bu karanlık günlerin, Müslümanların zihinlerinde bıraktığı korkunç yeis hali, sünnetullah'ı gereği gibi okumak yerine, bir kur¬tarıcı bekleme kolaycılığını empoze etmişti. Şüphesiz bu bir vehim¬di. Her ne olmuşsa olmuş, hangi yolla girmişse girmiş, hangi kül¬türden intikal etmişse etmişti, ama sonuçta mevhum bir kurtarıcı beklentisi Müslümanları da sarmıştı. Sanki Kur'an'ın şu yukarıda sözü edilen ayetleri, Mehdî bekleyen Müslümanlar tarafından hiç okunmamıştı! Sanki bu rivayetlerin Kur'an ayetleriyle temelden çatıştıklarını bu insanlar görmemekteydiler. dö¬nemlerinde, Hz. Ali evladından birçok kahraman mümin fitneye karşı çıkmış ve Şüphesiz bu fitne kanıyla, canıyla Allah yolunda mücadele etmiştir. Ama toplumun geneli bu müminlerin fedakârlığını gösteremediği için, fitneyi tam olarak def edememişlerdir.

Kur'an'da bir kısım peygamberlerin ve kavimlerinin hayat hikâyesi anlatılmaktadır. Bu hayat hikâyelerinin hiçbirinde, her şeyin birden bire, sihirli bir değnek ile eşyanın tabiatına aykırı bir biçim¬de değiştiği görülmemektedir. Toplumlar mümin de olsalar, kafir de olsalar, sünnetullah gereği, irade ve eylemleriyle ancak istedik¬leri neticeleri elde edebilirler. Buna son Peygamber Hz. Muhammed (sav)in ümmeti de dahildir. O, ümmetine bu konuda en güzel bir mirası bırakmıştır.

Peygamberi erinki de dahil, hiçbir toplum mucizevi bir biçim¬de ıslah olmamıştır. Hiçbir zalim, ona karşı duran adaletin temsilci¬si bir topluluk bulunmadan zulmünden vazgeçmemiştir. Hal böyle iken, Müslümanlar nasıl olur da, kendi kurtuluşlarını hayali bir kur¬tarıcıya bağlarlar?!

Sonuç itibariyle İslam dini insanların çalışıp çabalamalarını istemektedir. İnsanlar sadece kendi sa'ylerinin karşılığını görecekler¬dir. Kur'an'ı vahyeden Allah, eyleme dönüşen iradeyi emretmekte¬dir. Ma'rufu emredip, münkirden men edecek bir topluluğun bu¬lunmasını emreden ayetler Kur'an'ın en kolay anlaşılır ayetleridir. Daha bunun dışında, yeryüzünde şirkin, zulmün, ifsadın, fitnenin defi için aktif müdahaleyi emreden ayetler oldukça fazladır. Al¬lah'ın Resulü Hz. Muhammed (sav) de bu ayetlerin mesajını bihak¬kın yerine getirmiş bir toplum önderidir.

Allah'ın göndereceği yegâne kurtarıcı peygamberdir, onu da göndermiştir. Mehdî ya da mesih beklemek hiçbir açıdan Kur'an İslamı'yla bağdaştırılamaz. Kur'an'ın hiçbir ayetinden bu mevhum Mehdî mefhumu çıkartılamaz. Öyle ise Mehdî hadislerini Kur'an'la test ettiğimizde bu hadisler tamamen atıl kalacaklar, Kur'an dokusuyla uyuşmayacaklardır. Kur'an'la temelden bir çe¬lişki ve çatışma içindedir bu hadisler. Kur'an ve bu hadisler apayrı dünyalara, apayrı zihniyete, apayrı akideye aittirler.

Kur'an'ın mübelliği Peygamber (sav)i de bu hurafelerden ten¬zih etmek dini bir vecibedir. Onun örnek sîreti dururken bir Mehdî beklemek batıl bir hayaldir ve Müslümanlar için züldür, dini yoku¬şa sürmektir.

Kur'an bilgisi bizi, Mehdî hadislerinin kesinkes Peygambere ait olamadığı sonucuna iletmektedir.

SONUÇ

Buraya kadar, Kutüb-i Sitte'den Ebu Davud, Tirmizi, îbni Ma-ce'nin Sünenleri ile İbni Hanbel'in Musned'ini esas alarak, Mehdi-i muntazar'ı haber veren hadisleri hem sened tenkidi ve hem de metin tenkidi bakımından tetkik etmiş bulunuyoruz.

Hadislerin sened tenkidi göstermiştir ki, hadisçilerin en çok önem verdikleri sened açısından da güvenilir değillerdir. Her bir ha¬disin en az bir ravisi, şiddetle tenkid edilmiştir.

Metin açısından ise konu her yönlüyle eleştirilmeye müsaittir. Metin tenkidi açısından ilk başta göze batan husus, hadislerin içer¬dikleri mantıksal, tarihsel çelişkiler ve abartılardır. Ardından, bu hadislerin, Kur'an mantalitesiyle çatışan içerikleri gelmektedir.

Ayrıca fiten kitaplarında fiten rivayetlerinin Tevrat'tan alındık¬ları çok açık biçimde görülmektedir. Bu bir tahmin değil, varsayım değil, iftira da değildir. Bizzat -Nuaym b. Hammad'ın kitabındaki gibi- ravilerin kendi beyan ve itiraflarıdır.

Mehdî fikrini Müslüman kültürüne ilk taşıyanların Şia ve Gulat-ı Şia olduğu açığa çıkmıştır. Şia'nın Mehdî telakkisi gibi, Ma¬sum İmam inancı da İslami akide ile asla kabil-i telif değildir. Çün¬kü İslam'a göre günahsız/masum insan yoktur. Hiçbir insanın söz¬leri Allah'ın sözleri gibi ittihaz edilemez. Zira insan lahutî değildir. Tasavvufun kutub, abdal gibi ricalu'l-gayb öğretisiyle, Şia'nın masum imam inancı arasında, esasta bir fark yoktur. Bütün bunlarda İran Zerdüştiüğünün, Maniheizm ve Zendeka hareketlerinin etkisi vardır. Sünni kesimin yanı sıra, Şia'dan da insaf sahibi Müslüman ilim adamlarının çıkıp, akidelerini Kur'an dışı bütün batıl unsurlardan, İsrailiyyat ve Mesihiyyattan temizleyecekleri, Din'i aslına irca edecekleri günleri büyük bir iştiyakla beklemek lazım.

Hadis uydurma anaforunda Mehdî hadisleri, sahne dekorunun önemli bir parçasıdır. Yahudi ve Hristiyan mesih figürü, Mehdî ve İsa'nın nüzulü gibi renklere boyanarak, Müslüman inancında ken¬dine yer bulabilmiştir. Deccal gibi Mehdî/Mesih fonksiyonunun karşı kutbunu temsil eden isimler için de aynı hüküm geçerlidir.

Mehdî hadisleri uydurmadır ve hiçbir itikada delil teşkil ede¬mezler. Bunları uydurma kabul etmeyen geleneksel öğretinin kendi kurallarına göre de itikada delil teşkil edemezler. Çünkü bunlar ahad haber cinsindendir. Ahad haber de itikadda delil olamaz.

Mehdî hadislerini Kur'an'la test ettiğimizde ise hiçbir şekilde ele alınır tarafları bulunmamaktadır. Kur'an mü'minlere, mucizevî, sihirli bir kurtarıcı vaat etmiyor. Bilakis, adaletin tesisi, toplumun ıslahı ve şirkin yerine tevhidin ikamesi için sünnetullahı kavratmak istiyor.

Bundan ötesi, "her vadide şaşkın şaşkın dolaşmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.’’

Kitap tanıtımımız burada bitiyor. Sizlere de hayırlı okumalar diliyorum.

YORUMLAR
  • hubeyb   04-10-2009 15:32

    Bu düşüncelerin temelinde, Müslümanların Kitab’lı bir dine mensup olmalarına rağmen “kitapsız”mış gibi davranmaları yatıyor.Kur’an’a inanıp Kur’an’dan habersiz bir Müslümanlığın gelip duracağı anlayış,Hissi dindarlık, Kitab’sız dindarlıktır.Kitap’sız dindarlık da olur mu?” demeyin. Olur ama işte böyle olur. Kur’an “Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez” derken, kendi sorumluluğunu yükleyecek bir hoca, bir üstad, bir mürşit, bir şeyh, bir imam arayan dindar tipi çıkar. Kur’an “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır” derken, başkalarının sırtında cennete girmek için planlar yapan bir dindar tipi çıkar.Her müminin boynuna yüklenen “Allah yolunda var gücünü harcama” (cihad) gibi bir farzın yanına yaklaşmayıp, gözleri ufukta Mehdi ve Mesih bekleyenler çıkar. Onların bu talebine bakıp iştahı kabaran ve “Ben Mehdi’yim, Ben Mehdi’nin habercisiyim! Ben Mehdi’nin habercisinin habercisiyim! Ben Mesih’im” diyen uyanıklar ve onları pazarlayarak geçinenler çıkar.Sahte Mehdi ve Mesih’lerin Allah’tan geldiğini söyledikleri sahte vahiyler çıkar. (Şu anda en az üç adedi tedavülde bulunuyor)Allah razı olsun.

  • gulaislame   03-10-2009 13:53

    Allah razı olsun kitabı çok guzel özetlemişsiniz. kuran nın Allah tarafından korunduğunu ve uzerinde hiç kimsenin tahribat yapmasına gucu yetmeyeceğini biliyoruz. O zaman hadislerle karşılaştığımız zaman kuran nın penceresinden bakmamız gerekiyor. eğer kuranla çatışıyorsa anlamalıyızki bazı cıkarcıların uydurmasıdır. Kuranı okuduğumuz zaman mehdi hakındaki hadislerinde uydurma olduğunu anlıyoruz. eğer böyle bir şey olsaydı allah bunu kuran da belirtirdi. gaybı Allahtan başka kimse bilemez. Allah dini kemale erdirmiş ve bizim için din olarak islamı seçmiştir. mehdi yi beklemek gibi bir yanlışı yapmaktansa, yeryuzunde birer halife olduğumuzun bilinciyle sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışalım. Tekrar Allah razı olsun.

  • Hervele   30-09-2009 19:13

    Kitabı ben de okudum, gerçekten okunmaya değer bir çalışma. Mehdi konusu değişik açılardan aydınlatılmış. Özellikle hadis rivayetlerinin senedlerinin, ravi zincirlerinin tenkidine geniş yer verilmesi de kitaba ayrı bir derinlik katmış. İtikadi konularda takip edilmesi gereken usul de etraflıca işlenen önemli bölümlerden.

  • hasan enes   19-09-2009 15:11

    kuranın türkçe mealini okudum. Ve ne kadar yanlış bilgiye sahip olduğumuzu anladım. Yazar kardeşimizinde düşüncelerine katılmamak için art niyet taşımak gerek.Allah razı olsun.

  • mehmet gündüz   18-09-2009 20:34

    Özellikle böyle bir kitabın tanıtımında bulunduğunuz için çok teşekkür ederim.Allah razı olsun.Yazarın kitabını almış olmama rağmen okumak nasip olmadı. Ama inşallah okuma planı yaptığımda okuyacağım ilk kitaplardan biri olacaktır.Rahmetli ercüment özkanın dediği gibi söylenilenleri kurana vurarak sağlamasını yapmalı, uyanı alıp uymayanı atmalı.Bir müslümanın yapıp ettiklerinden dolayı sorguya çekileceği gerçeği dururken, bu tür hadis vs. sözleri çıkararak insanları avutan vede bir şeylerden medet uman duruma düşürenlere Allahın gazabı şiddetli olacaktır.Yazardan da Allah razı olsun.

  • mamakzindanlari   14-09-2009 04:44

    Selamun Aleykum Hem kitap hem de tanıtım için çok emek harcanmış Rabbim mukafatını versin inşaallah...O kadar uzundu ki kitabı okudum sandım:)İlgimi çeken bir kitap oldu kısa zamanda okumak isterim.Genel olarak Mehdi hakkındaki dşüncelerine katılsam da yazarın hadislere bakış açısını hayli eleştirisel buldum uydurma hadisler noktasında aynı kanaatteyim lakin zayıf hadisle amel konusu düşünülmeli diye düşünüyorum...Şia'yı bu tabloda gördüğüme hiç şaşırmadım nerde acaip garaip bir vakıa orda Şia...Allah yardımcımız olsun...