Modernizmden Korunmanın Yolları
Bu içerikleri itibarıyla bakıldığında, modernizmin temel kavramlarının İslam`la açıktan çeliştiği kolaylıkla görülebilir. İslam`ın `model insan`ı olan mü`min, her şeyden önce Allah`ın `kul`udur. Allah`tan başka üst otorite tanımaz ve onun sözlerini `buyruk` kabul eder.
M.Kürşad ATALAR /İktibas Dergisi
Modernizm, Batı coğrafyasında, Rönesans ve Reform süreçlerinden sonra başlayan ve Aydınlanma ile devam eden bir dönemin adı olarak görülebilir. Bu dönemin, genel olarak, insan, hayat ve evren hakkında, kendinden önceki genel anlayışlardan bazı farklılıkları vardır ve zaten bu farklılıklara nispetle, bu yeni evreye 'modern dönem' denilmiştir. İşte bu farklılıkların bilinmesi durumunda, modernizmin anlaşılması mümkün olabilecek ve böylece ondan korunmanın yolları da bulunabilecektir. Şu halde öncelikle, bu farklılıklar üzerinde durulmalıdır.
Rönesans dönemi, bilindiği gibi, 'yeniden doğuş'un gerçekleştiği bir tarihsel evredir. İtalya'da başlayıp Fransa, İspanya, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere, zaman içerisinde bütün Avrupa'yı etkilemiş bir yeni dünya tasavvurudur. Esas itibarıyla, Yunan ve Roma dönemlerinde hakim olan kavramsal çerçevelerin 'yeniden ihyası'nı amaçlamaktadır. Bu dönemin temel kavramları hümanizm ve doğacılıktır. Bin yıllık bir Hıristiyanlık tecrübesi yaşayan Avrupa'nın, insanı merkeze alan ve doğada var olanı 'gerçek' kabul eden bu yeni yaklaşımla birlikte, kabuk değiştirdiği ve tabiri caiz ise, 'kutsal'ı terk etmeye başladığı dönemdir. İnsanın merkeze alınması, Tanrı kavramının önemini yitirmesine, doğal hukuk kavramının benimsenmesi ise 'ilahi hukuk'un önemsizleşmesi anlamına gelmiştir. Bu dönemin hemen ardından başlayan Reform hareketlerinin de katkısıyla, Aydınlanma'nın önü açılmıştır. Reform sürecinde Luther ve Kalvin'in başlattığı hareket, başlangıçta Roma Katolik Kilisesi'nin otoritesini sorgulama işlevi görmüş olmasına rağmen, sonraları, genel olarak 'din'in kurumsal veçhelerinin sorgulanması ve giderek reddi tarzında bir netice vermiştir. Bu arada, dünyanın farklı bölgelerinin Avrupalılar tarafından 'keşfi' ve bu bölgelerdeki zenginliklerin Avrupa'ya akması, önceleri giderek gelişen bir tüccarlar sınıfını doğurmuş, ancak zaman içinde bu sınıf mahiyet değiştirerek 'kapitalist' unvanını almıştır. Önceleri ekonomik dengeler üzerinde etkili olan bu grubun, zaman içinde gücünü artırması sonucu, siyasal alanda da etkili olma yönünde talepleri olmaya başlamıştır. İşte tam da bu dönemde 'rasyonalizm' kavramının da etkisiyle Avrupa'da yeni bir döneme girilmiştir ki, bu dönemin adı 'Aydınlanma'dır. Fransız Devrimi ile somut ifadesini bulan bu anlayışta, dini kavram ve kurumlar otoritelerini bütünüyle yitirmişlerdir. Artık yeni bir 'insan modeli' ve yeni bir 'toplum tasarımı' ortaya çıkmıştır. Buna göre, insan, rasyonel bir varlıktır; neyin iyi veya kötü, ya da neyin doğru veya yanlış olduğuna bizzat kendisi karar verebilir. Dışarıdan ona kural veya ilke vaz edecek bir otorite veya kurum yoktur. Buna Tanrı da dahildir. Bu yüzden, toplum yaşamını da insan kendi belirlediği kurallar çerçevesinde düzenleyecektir. Günlük yaşamını, seküler bir içerikle sürdürecek; toplumsal yaşamı da, çoğunluk idaresinin hakim olduğu bir ölçekte sürdürecektir. İşte bu noktada, demokratik anlayış ve siyasal kurumlar devreye girmektedir. Artık krallıklar veya sultanlıklar devri bitmiştir; yerine halkın iradesinin tecelli ettiği parlamentoların hakimiyet dönemi başlamıştır. Yani artık "hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir." Aydınlanma'dan sonraki dönemi ise, modernizmin bütün kavram ve kurumlarıyla birlikte yerleştiği ve nihayet küresel hakimiyet pozisyonuna oturduğu bir evre olarak görmek mümkündür. Modern Batı, önce Avrupa'da ardından da Amerika kıtasında olmak üzere hakimiyetini tesis etmiş ve nihayet 'emperyalizm' evresiyle birlikte de bütün dünyada hakimiyetini kurmuştur. I. Dünya Savaşı'ndan sonra zamanın küresel gücü İngilizlerin marifetiyle Cemiyet-i Akvam, II. Dünya Savaşı'ndan sonra da, dünyanın yeni süpergücü ABD tarafından Birleşmiş Milletler kurulmuş ve bu dünya hakimiyeti, IMF ve Dünya Bankası gibi başka ekonomik kuruluşlar ile 'doğrudan', 'sivil toplum örgütleri' ile de 'dolaylı' olarak sürdürülmeye çalışılmaktadır. Sorunlu bölgelerde ise, yeni benimsenen 'terörle savaş' veya 'özgürlük adına" gibi sloganlarla, doğrudan askeri müdahale yöntemine başvurulmaktadır.
Bu genel sürecin öncelikle kavram ve kurumlarıyla bilinmesi, modernizmin tehlikelerine karşı korunmak için elzemdir. Çünkü kavramlar, bir gücün meşruiyet zeminleridir. Bu gücün hareket alanlarını, ne yapıp-ne yapmayacağını ve buna karşı ne gibi önlemler alınması gerektiğini bilebilmek için öncelikle kavramsal düzeyde bir tahlil yapılmalıdır.
Bu bağlamda, modernizmin üç temel kavramı olan hümanizm, rasyonalizm ve sekülarizmi iyi analiz etmek gerekir. Ardından da, bu kavramlarla doğrudan bağlantılı olan, demokrasi, eşitlik, ilerleme, bilim, doğal hukuk, birey, vatandaş, özgürlük ve insan hakları kavramları tahlil edilmelidir. Bilindiği gibi hümanizm, Rönenans'la birlikte yeniden gündeme gelen bir kavramdır ve Batılı insanın doğaya bakışıyla birlikte değişmiştir. Bu yaklaşımın temelinde insanın gözlemlenebilen ve hakikatine ancak bu yolla vakıf olunabilen 'doğa'nın bir parçası olduğu tahayyül edilir. Dolayısıyla doğanın 'yasaları' bilinebilirse, insanı tanımlamak da mümkün olabilecektir. Yunan döneminden sonra Rönesans'la birlikte yeniden ortaya çıkan 'doğacı' yaklaşımın sonucu, 'rasyonalizm'in benimsenmesi olmuştur. Çünkü doğayı anlamak suretiyle insanı tanımlamak mümkün olabilecekse ve bunun aracı da artık 'kutsal'ın terminolojisi olmayacaksa, o zaman yeni bir kavramsal araç bulunmalıdır. İşte bu araç, 'rasyonalizm'dir. Descartes'in kartezyen formülü burada devreye girmiştir ve bu evreden sonra, insanın, varoluşu veya hakikati, aklıyla bilebileceği tezi Batı'da hakim olmuştur. (Doğayı tanıma arzusunun bir başka boyutu da elbette, sömürgecilik faaliyetleri olmuştur. Batılı 'kaşifler'in tanıma arzusu, yeni dünyaların keşfine, bu da bu dünyaların zenginliklerinin Batı'ya taşınmasına neden olmuştur. İşte bu yüzden, sömürgeciliğin kökenini, Batı insanının Rönesans'la birlikte yeniden depreşen 'doğa'yı tanıma arzusuna kadar götürmek mümkündür.) Batıda insan aklının bu şekilde merkeze alınması ile birlikte, Ortaçağ olarak bilinen dönemin sonuna gelinmiştir. Çünkü artık bu yeni anlayışta Tanrı'nın, hakikat vazetme hakkı dahi esas itibarıyla iptal olunmaktadır. İnsan, değer koyucu tek merci olmakta ve bunu aklıyla yapabilmektedir. İşte bu temel yaklaşımın sonucu, günlük hayatta dini pratiklerin öneminin giderek azalması ve zaman içerisinde de terki olmuştur. Buna sekülarizm denilebilir. Aklının rehberliğinde hareket eden Batı insanı, artık neyin doğru veya yanlış olacağının kararını kendisi veren bir 'birey' olarak, diğer hemcinsleriyle birlikte bir 'toplumsal' düzenekte yaşayacaktır. Bu yaşamın sınırlarını belirleyen bir diğer önemli kavram ise 'eşitlik'tir. Buna göre, Batı'da artık insanlar, doğuştan eşit oldukları için, haklar konusunda da eşit olacaklardır ve burada artık 'cinsiyet ayrımı' da belirleyici olamayacaktır. Yani kadın-erkek bütün insanlar, siyasal düzenekte, her konuda olabildiğince eşit haklara sahip bireyler olarak var olacaklardır. Feminizmin çıkış noktası da işte burasıdır.
Tam da bu noktada, laiklik, vatandaşlık, cumhuriyet ve demokrasi kavramları gündeme gelmiştir. Laiklik, seküler yaşam tarzının siyasal platformdaki muadilidir ve din ve devlet işlerinin ayrı tutulup, dinin, hükmetme makamından bütünüyle çekilmesi ve 'özel alan'a hapsedilmesi şeklinde özetlenebilir. Bireyler dinlerini, isterlerse kendi özel hayatlarında yaşayabilirler, ancak dinin toplumsal alanda belirleyici bir sözü yoktur. Çünkü toplumsal alanın belirleyicisi, bir 'toplum'u oluşturan 'vatandaşlar'dır. Yani halktır. Vatandaşlık, krallık idarelerinin yıkılıp, parlamenter sistemle birlikte ulus-devletlerin kurulduğu dönemin temel siyasal kavramlarından biridir. Yani 'vatandaş' olabilmek için, mutlaka bir ulus-devletin olması gerekir. Bu devlette, vatandaşları birbirine bağlayan bağ, artık ne Tanrı'dır ne Kilise'dir. Vatandaşları birbirine bağlayan tek bağ, 'ulus bilinci'dir. Vatandaş, ulusu için savaşır, ulusun 'ilerleme'si ideali için didinir ve ulusunun yüceliği için hayatını feda eder. Modern dönem, tarihsel aşamalar içerisinde en ilerisi olduğu için, geride kalan kavram ve kurumları savunmak 'gericilik'tir. 'Vatandaş'ın yüzü, daima 'aydınlık gelecekler'e bakacaktır. Burada da ona rehberlik edecek olan tek şey, 'bilim'dir. Bilimin yol göstericiliğinden (hidayeti) başkaca da 'hüda' yoktur.
Özetle tanımı bu şekilde verilebilecek olan bireylerin oluşturduğu siyasi rejimde ise, temel kural, vatandaşların iradesinin demokratik rejim aracılığıyla ifadesini bulmasıdır. Çünkü 'halkın iradesi'nin tecelli etmediği bir siyasal rejimin meşruiyeti yoktur. Burada Sultanlara, krallara, hanedanlıklara, askeri diktatörlüklere, oligarşilere vs. yer yoktur. Bu siyasi yapının somut karşılığı 'çoğunluk idaresi' olduğu için, ulus-devletlerin bir diğer adı da çoğunlukla 'Cumhuriyet'tir. Bu siyasi düzende, Allah'ın dediği değil, "halkın dediği olur." Kimliklerini bu siyasi düzenek içinde bulan vatandaşlar, 'özgür' bireylerdir ve 'insan' olarak 'haklar'a sahiptirler. Bu haklar doğuştandır ve devredilemez. Hiçbir otorite de bu hakları iptal edemez. Dolayısıyla, 'temel haklar ve özgürlükler' asla sorgulanamaz.
İşte modernizmin kavramsal içeriği özetle bundan ibarettir. Bu içerikleri itibarıyla bakıldığında, modernizmin temel kavramlarının İslam'la açıktan çeliştiği kolaylıkla görülebilir. İslam'ın 'model insan'ı olan mü'min, her şeyden önce Allah'ın 'kul'udur. Allah'tan başka üst otorite tanımaz ve onun sözlerini 'buyruk' kabul eder. Dolayısıyla, bu noktada, Batılı rasyonel insanla özden farklılığı vardır. Batılı insan iyi-kötü, doğru-yanlış 'normları'nı kendisi koyabilir; fakat mü'min inanır ki, bu konuda nihai merci Allah'tır. Bir Hududullah vardır ve bu sınırlar çiğnenemez. Bu nedenle, mü'min, Allah'a teslim olmuş kişidir. Onun emirlerinin dışına çıkamaz. Çünkü hakikatin kaynağı olarak O'nu görür ve bu yüzden El-Hakk'a teslim olur. 'İnsan Modeli' konusundaki bu temel farklılık, kendisini siyasal platformda da gösterir ve mü'minlerden oluşan topluluk, bu yüzden 'Ümmet' adını alır. Burada 'inanç bağı' belirleyicidir; dolayısıyla ulus-devlet kavramıyla özden bir farklılık vardır. Dil, ırk, cinsiyet farklarının önemi yoktur. Üstünlük ancak 'takva' iledir. Siyasal rejimin temel ilkelerini de yine 'vahy' belirlediği için, yasama alanı, günlük hayatın tanzimiyle ilgili olarak müminlere bırakılır. Hakimiyet Allah'a ait olduğu için, Şura ilkesi, çoğunlukla 'yürütme' alanında işlev görür. Bir başka ifade ile, Batı siyasal düzenlerindeki 'yasama' ve 'yargı' alanlarının temel işlevlerini, Ümmet'in oluşturduğu siyasi birliklerde vahyin kuralları belirler. Bu temel fark nedeniyle de, İslami siyasi düzen, modernizmin ürettiği siyasal düzenlerle bağdaşmaz.
İşte Müslümanlar bu temel farklılıkları bildikleri zaman, kendilerini modernizme karşı koruyabileceklerdir. Fakat burada 'koruma' kaygısıyla hareket edip, savunmacı bir dil geliştirmekten de özellikle kaçınılmalıdır. Bilakis yapılması gereken, orijinal İslami dile vakıf olup, bu dili konuşabilmeyi becermektir. Bu ise, düşüncenin sistematik bir şekilde ifade edilmesiyle mümkündür. Bu noktada yapılması gereken de, İslam'ın temel kavramlarının iyi bilinmesidir. Bu kavramlar içerisinde de en önemlisi, hiç kuşkusuz, 'ibadet'tir. Bu kavramla bağlantılı olarak, iman, İslam, din, ilah, rab kavramlarının bilinmesi ve bunların açılımları konusunda da vukufiyet kesb edilmesi gerekmektedir. Eğer bu konuda bir 'yetkinlik' gösterilebilirse, işte o zaman, modernizme karşı 'özür dileyici' bir üslupla değil, sağlıklı, kendinden emin bir tavırla karşı konulabilecektir. Bu, kitlelerin 'fevc fevc' İslam'a girmesinin de önemli bir aşaması olacaktır. Çünkü bu aşamada, modernizmin ideolojik tahakkümü kırılmış olacak (yani büyük ölçüde "fitne ortadan kalkmış" olacak) ve "dinin bütünüyle Allah'a ait olması" için geride ciddi bir engel kalmamış olacaktır.
(İktibas Dergisi, Haziran 2007)