Filistin soykırımına doğru -1-
Filistinlilere yapılan uygulamaları, Nazilerin işledikleri söz konusu toplu zulümler ile ilişkilendirmek gereksiz bir abartı mıdır? Bence değil.
Prof. Dr. Richard FALK / Zaman
Nazi soykırımının insan türünün kanlı tarihinin tamamı boyunca ortaya çıkan mutlak kötülüğe yakın olduğu konusunda şüphe yoktur. Soykırımın kitleselliği, gizlenmeyen soykırım niyeti ve Avrupa'daki ölüm kamplarında icra edilmesine imkan tanıyan modernizmin zihniyet ve araçlarına istinat etmesi ahlaki tasavvurumuzda Nazi soykırımına özel bir statü kazandırmaktadır. Bu özel statü, sorgulanan hadiselerin sona ermesinden bu yana geçen altmış yılı aşan bir süreden beri bütün iğrenç gerçekleriyle filmler, kitaplar ve farklı kültürel ürünlerle sürekli olarak takdim edilerek sergilenmektedir.
Nazi soykırımının hatırası, özellikle Almanya'daki Nazi yönetimi dönemi boyunca yaşanan dehşetli hadiseleri tasvir etmek için kurulmuş olan çok sayıdaki müzenin varlığıyla sürekli olarak canlı tutulmaktadır.
Bu geçmişe rağmen, Filistin halkına yönelik olarak İsrail tarafından sürekli ve yoğun bir şekilde sürdürülen istismarı "soykırım" gibi tahrik edici bir ifadeyle tasvir etmek zorunda olduğunu hissetmek bir Amerikan Yahudisi olarak benim açımdan özellikle elem vericidir. Kelime Yunanca'daki (tamamen anlamına gelen) holos ile (yakmak anlamına gelen) kaustos kelimelerinden türetilmiştir ve kadîm Yunan'da ilahlara sunulan kurbanın tamamıyla yakılmasını ifade etmek için kullanılmıştır. Temelinde dini bir yükümlülüğün bulunması nedeniyle Yahudi literatüründe Tevrat'taki kabaca 'felaket' olarak çevrilebilecek olan ve Fransız film yapımcısı Claude Lanzmann tarafından Nazi tecrübesini anlatan 1985 yapımı 9 saatlik günceye de isim olan 'Shoah' tabirini tercih etmek için bir temayül de mevcuttur. Adlandırma konusunda daha da hassas olan Almanlar, yaptıkları şeyi resmi olarak "Yahudi Meselesinin Nihai Çözümü" olarak tanımlamaktadırlar. Elbette ki bu nitelendirme de hatalıdır, zira Yahudi olmayan Romen veya Sintiler (Çingeneler), Yehova Şahitleri, homoseksüeller, engelli kişiler, siyasi muhalifler gibi bir dizi kimliğin sahipleri de benzer şekillerde soykırım uygulamalarının hedefi olmuşlardır.
Filistinlilere yapılan uygulamaları, Nazilerin işledikleri söz konusu toplu zulümler ile ilişkilendirmek gereksiz bir abartı mıdır? Bence değil. Gazze'deki son gelişmeler özellikle rahatsız edicidir, zira İsrail ve müttefikleri tarafından gaddarlığın en son derecesindeki uygulamalarla, bir topluluğun yaşamsallığını kasıtlı olarak bütünüyle tehdit edecek şartlara mahkum etme niyeti son derece açık bir şekilde ifade edilmektedir. Önerilen şey, fiilen bir soykırıma yol açan bu yönetim tarzının engellenmesi için dünya hükümetlerinin ve uluslararası kamuoyunun acilen harekete geçmesi ve sürmekte olan soykırım temayülünün toplu bir trajediye yol açmadan durdurulması için acil bir çağrıyı temsil etmektedir. Şayet, geçenlerde BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen "insanî müdahale" temelinde "koruma sorumluluğu" anlayışı uygulamaya geçirilecekse, buna şimdi Gazze halkını daha fazla acı ve eziyet çekmekten koruyarak başlanabilir. Fakat, ABD'nin İsrail'e verdiği destek ile Avrupa hükümetlerinin son zamanlarda Filistinli bir siyasi güç olan Hamas'ın çökertilmesi konusunda ortaya koyduğu yasal olmayan çabaların derecesi dikkate alındığında, bu kriz karşısında BM'nin bir şey yapmasını beklemek gerçekçi olmayacaktır.
ABD de AB de suç ortakliği yapiyor...
Gazze'deki yapılan baskıların soykırım potansiyeli olduğu kabul edilse ve Amerika'nın jeopolitik şemsiyesi altında İsrail'in dokunulmazlığı bir kenara bırakılsa bile Gazze'de herhangi bir koruyucu eylem yapılabilmesinin bir garantisi yoktur. 1994'te Ruanda'da meydana gelen soykırımda güçlü ilerleme sinyalleri mevcuttu, ve yine de bunu durdurmak için hiçbir şey yapılmadı; 1995'te Srebrenica'da birkaç ay öncesinde Dünya Mahkemesi'nin 'soykırım' olarak tanımladığı bir hadise olarak Boşnaklara yönelik katliam yapılırken BM ve dünya seyretti; benzer şekilde geçtiğimiz yıllarda Darfur'da defalarca kitlesel katliam olduğu söylenen hadiseler meydana gelirken uluslararası camia ne tehdit altındakileri korumak ne de çatışan etnik gruplar arasında bir şekilde yetki ve kaynakların paylaşımını sağlayarak çatışmayı çözmek için neredeyse parmağını bile kıpırdatmadı. Fakat Gazze, henüz kitlesel ölümlerle sonuçlanmasa bile, ahlaki açıdan çok daha kötüdür. Durum çok daha kötüdür, çünkü uluslararası toplum, bazı mensupları Gazze'deki yaklaşımında İsrail'i aktif olarak teşvik edip yardımcı olurken sadece sergilenen çirkin manzarayı seyretmekle yetinmektedir. Yalnızca Birleşik Devletler değil, aynı zamanda Avrupa Birliği de suç ortaklığı yaptığı gibi, Mısır ve Ürdün gibi komşu ülkeler de kendi sınırları içindeki Müslüman Kardeşler'in gücünün artışı nedeniyle bir şekilde kendi problemleriyle ilişkilendirdikleri Hamas'a yönelik endişelerinin etkisiyle suça iştirak etmektedirler. 1936 Olimpiyat Oyunları'nda Avrupa'daki liberal demokrasilerin Hitler'e karşı hürmetkâr tutumlarını ve daha sonra Nazi Almanyası'ndan kaçan on binlerce Yahudi göçmeni geri çevirdiklerini hatırlatmak faydalı olacaktır. Ben birebir mukayese yapılmasını önermiyorum, fakat İsrail'in Gazze'deki politikaları ile ilişkilendirilen bir suç işleme şeklinin fiilen 21. yüzyılın önde gelen demokrasileri tarafından desteklenmekte olduğunu vurgulamak istiyorum. Bu söylenenleri temellendirmek için mevcut durumun geçmişine bakmamız gerekmektedir. Neredeyse kırk yıldan, yani 1967'den bu yana Gazze, İsrail tarafından işgal edilerek bu kalabalık bölge bütün nüfus için günden güne acı ve keder kazanına dönüştürülmüştür. Gazzelilerin yarıdan fazlası sefalet içindeki göçmen kamplarında yaşam sürmektedir ve çok daha fazlası temel insanî ihtiyaçlarını karşılamak için bile insanî yardıma bağımlı durumdadır. 2005'te, Sharon'un yönetimindeyken büyük bir tantana ile İsrail, sözde askeri işgalini sona erdirerek yerleşim yerlerini boşaltmıştı. Bu süreç, İsrail, sınırların, hava sahasının ve deniz sahilinin kontrolünü tam olarak elinde tuttuğu ve şiddetli saldırılar yaparak, Gazze'ye füzeler göndererek ve uluslararası hukuku doğrudan ihlal eden suikast füzeleri göndermek ve sözde fiziki ayrılışından bu yana 300'den fazla Gazzeli sivilin ölümünü yol açmak suretiyle Gazze'deki askeri kontrolde ısrar ettiği için büyük oranda bir hileydi.
Fılıstın'de demokrasıyı sabote eden güçler
Hikayenin bu ilk kısmında pek de beklenmeyen dramatik ve daha da kötüye gidişe yol açan bir dönüşüm, Ocak 2006'da yapılan ulusal meclis seçimlerinde Hamas'ın galip gelmesiyle meydana geldi. Hamas'ın, özellikle Washington tarafından (şiddetin bir alternatifi olarak) politik sürece bağlılığını göstermek için seçimlere katılmaya teşvik edilmiş olması ve daha sonra başarı cesaretini gösterdiği için kötü bir şekilde cezalandırılması acı bir ironidir. Bu seçimler, eski Amerikan Başkanı Jimmy Carter'ın başkanlığında uluslararası gözlem altında gerçekleştirilmiş ve tamamen adil bir seçim olduğu ilan edilmişti. Bizzat Carter geçenlerde İsrail'in/Amerika'nın bu şekilde yapılan demokratik bir seçimin sonucunu reddetmesini 'kriminal' bir tavır olarak niteledi. Aynı şekilde bu durum Bush'un başkanlığında, halihazırda Irak'taki politik başarısızlığın gölgesinde kalan bir çaba olarak bölgede demokrasiyi teşvik kampanyasının itibarını da derin bir şekilde zedelemektedir.
Filistin seçimlerini kazandıktan sonra Hamas, İsrail'e karşı şiddetten vazgeçmeyen ve siyasi bir varlık olarak Yahudi devletini tanımayı reddeden terörist bir organizasyon olarak kınandı. Aslında Hamas'ın davranışı ve bakışı oldukça farklıdır. Siyasete dahil olduğu andan itibaren Hamas diğer Filistinli gruplarla, özellikle de Fetih ve Mahmud Abbas'la bir 'birlik' hükümeti kurmaya hazırdı. Bunun da ötesinde, yöneticileri, şayet İsrail sonunda BM Güvenlik Konseyi'nin ittifakla aldığı 242 ve 338 sayılı kararlarını uygulayarak 1967 öncesi sınırlarına dönmeyi kabul edecek olursa İsrail'in varlığını kabul etme yönünde bir isteğe de sahiptiler. Daha da dramatik olanı, Hamas'ın İsrail'e on yıllık bir ateşkes önermesi ve daha da ileri giderek 18 ay boyunca süren ve daha çok İsrail'in Gazze'deki şiddete dayalı provokasyonlarına mukabil ortaya çıkan gereksiz tepkilerle meşgul olmak için bozulan tek yanlı bir ateşkesi yürürlüğe koymasıydı. İsrail istihbaratı Mossad'ın eski başkanı Efraim Halevi'den aktarıldığına göre: "İsrail'in Hamas'tan istediği şiddeti sona erdirmektir, diplomatik tanınma değildir." Ve Hamas'ın önerdiği, İsrail'in ise reddettiği şey tam olarak da buydu.
Hamas ve Filistinli diğer aşırılıkçıların sahip oldukları ana silah, sayısı altı yılda 12'yi geçmeyen İsraillinin ölümüne yol açan Kassam füzeleriydi. Her bir sivilin ölümü kabul edilemez bir trajedi olsa bile, iki taraftaki ölüm ve yaralanmaların oranı haklı olarak dünyanın en büyük hapishanesi olarak görülen muhasara altındaki Gazze halkına yönelik olarak sürdürülen ve devamlı olarak daha aşırı güç kullanılması ve toplu cezalandırmaya yol açan güvenlik anlayışını sorgulanır hale getirecek derecede eşitsizdir. İsrail ile Birleşik Devletler, diplomasiyi denemek ve demokratik sonuçlara saygı duymak yerine Hamas'ın Gazze'yi yönetme teşebbüsünde başarısız olmasına yol açmak için tasarlanmış bir dizi uluslararası çabayı organize ederek güçlerini 2006 seçimlerinin sonuçlarını tersine çevirmek için kullandılar.... Bu çabalar mağlubiyete uğramış olan Fetih unsurlarının bir bütün olarak Filistinlilerin temsilcisi olacak bir hükümet kurulması konusunda Hamas ile işbirliği yapılmasındaki isteksizlikleri nedeniyle daha da güçlendirildi.
(*) Bu yazıyı Zaman için kaleme alan Ord. Prof. Falk, dünyaca ünlü uluslararası ilişkiler hocasıdır. Princeton Üniversitesi öğretim üyesi olan ve Filistin Raporu büyük yankı uyandıran Falk, değişik dillerde yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesiyle biliniyor.