Şükrü HÜSEYİNOĞLU

26 Temmuz 2020

HACCIMIZ, KURBANIMIZ, NAMAZIMIZ BİR SON DEĞİL BAŞLANGIÇTIR

Müslümanların tarihinde çoğu İslami kavramın anlam kaymasına veya daralmasına maruz kaldığı bilinmektedir. İslami bir ihya ve inşa çabasının da, öncelikle söz konusu kavramların asli anlamlarıyla kavranmasıyla mümkün olacağında kuşku yoktur. Zira kavramlar bir akide veya düşünce sisteminin temel yapıtaşlarıdır. Onlar doğru kavranmadan, onlar üzerine bina edilmiş olan akide ve hayat nizamı da doğru kavranamaz ve yaşanamaz.

Nitekim son yarım yüzyıllık İslami uyanışta, kavram çalışmalarının öncü ve önemli etkisi bilinmektedir. Mevdudi’nin “İlah”, “Rab”, “İbadet” ve “Din” kavramlarını Kur’ani asıllarıyla izah etmeye çalıştığı “Kur’an’a Göre Dört Terim” adlı kitabı ile Seyyid Kutub’un başta “Cahiliye” kavramı olmak üzere hak-bâtıl ayrımı ve mücadelesinde kilit rolü bulunan çeşitli kavramları güncel boyutlarıyla gündeme getirdiği “Yoldaki İşaretler” adlı kitabını bu minvalde hatırlayabiliriz.

Rabbimizin bize yine bizim dünya ve ahiret saadetimiz için yüklemiş olduğu mükellefiyetleri doğru anlamamız da, bu mükellefiyetlerimizle ilgili kavramları Kur’ani karşılıklarıyla kavramamıza bağlıdır. Kavramlar yerinde ve doğru algılanmadığında, mükellefiyetlerin bağlam ve kapsamı gözden kaçırılabilmekte, İslami bütünlük ve buna dayalı murad-ı ilahiden şu veya bu ölçüde koparılmış bir dini pratik ortaya çıkabilmektedir.

İşte bugün, Rabbimizin bildirdiği eşsiz hayat nizamı olan İslam’ın bu bütünlüğü içerisinde Namaz, Zekat, Hacc, Kurban, Oruç gibi belli bir forma sahip olan mükellefiyetler konusunda bu tür bir algı ve pratikle karşı karşıya olduğumuzu ifade edebiliriz. Ne yazık ki söz konusu mükellefiyetler yaygın şekilde, Rabbimizin onlara yüklediği anlam bütünlüğünde değil, İslami hayatın bütünlüğünden koparılmış, hayata yönelik etki ve mesajlarından önemli ölçüde uzaklaştırılmış bir anlam kaybıyla algılanmakta ve o şekilde icra edilmektedirler.

Bunda, toplumda İslam’ın bilgi ve bilince dayalı olmaktan çok, atalardan devralınan ve taklide dayalı olarak yaşanmaya çalışılan bir değer olarak algılanmasının rolü ön plandadır.

Tarihsel süreçte ciddi bir anlam daralmasına maruz bırakılan İslami kavramlardan biri de “İbadet” kavramıdır. Rabbimizin, Kitab-ı Kerim’inde, hayatın bütününü kapsayan bir Rab-kul ilişkisi, Rabbe her alanda itaat bağlamında ifade buyurduğu ibadet kavramının zamanla sadece Namaz, Hac, Kurban, Oruç gibi mükellefiyetlere hasredilmesi hem bu mükellefiyetlerin, hem de ibadet kavramının anlam alanının ciddi şekilde daralmasına, hayatla bağlarının kopmasına yol açmıştır.[1]

Mevdudi’nin yukarıda sözünü ettiğimiz “Dört Terim” kitabında altını güçlü şekilde çizdiği gibi, ibadet kavramı Kur’an’da temel olarak, “Tam manasıyla boyun eğerek itaat etmek” karşılığında kullanılır.[2]

Bu kavramı, ibadetin/kulluğun yalnızca kendisine layık olduğu Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a kulluk anlamında kullandığımızda, tabii ki Namaz, Oruç, Hacc, Kurban gibi belli bir forma sahip mükellefiyetler de onun kapsamına girer. Ancak burada sorun, söz konusu kavramın hayatın bütününü ilgilendiren kuşatıcılığından, hükümranlık/egemenlik, itaat mefhumlarından soyutlanarak salt bu mükellefiyetler için kullanılmaya başlanmış olmasıdır.

Tarihsel süreçte bu tür bir anlam daraltılmasına maruz kalan başka temel kavramlarımız da vardır. Mesela “Ritüelleştirilen Hayat Ölçüsü: Zikir” başlıklı bir başka makalede ifade etmeye çalıştığımız gibi, zikir kavramı da; hayatın bütününü, Yüce Allah’ın var olduğu ve her an hayata müdahil olduğu bilincinde olma ve bu bilinçle yaşamayı ifade eden kuşatıcılığından uzaklaştırılarak, şekilsel bir mahiyete dönüştürülebilmiştir kimi çevreler tarafından.

İtaatimiz, kulluğumuzdur

Bildiğimiz gibi Yüce Rabbimiz, Zâriyât Sûresi 56. ayet-i kerimede, bizleri yalnızca kendisine ibadet edelim diye yarattığını beyan buyurmaktadır.  Zümer Sûresi 17. ayet-i kerimede ise, tağuta[3] ibadet/kulluk etmekten kaçınıp, yalnızca Yüce Allah’a yönelenler müjdelenmektedir. İbadet kavramının Kur’an’da; hükümranlık, boyun eğme, itaat anlamı çerçevesinde karşılık bulduğu görülmektedir. Bu itibarla bizim ibadetimiz Âlemlerin Rabbi’ne her an ve alanda itaat, bu itaatimiz de ibadetimizdir.

Dolayısıyla İslami açıdan ibadet/kulluk, belli zamanlara has ve belli bir forma sahip mükellefiyetlerden ibaret değildir. Söz konusu mükellefiyetler, kulluğun yalnızca bir boyutunu teşkil etmektedirler. Bununla birlikte, sözünü ettiğimiz Namaz, Oruç, Hacc, Kurban, Zekat gibi mükellefiyetler de hayatın bütününden, kulluğun tamamından bağımsız değildirler. Dahası, bir bütün olarak hayatı, hayatın tüm an ve alanlarını ibadet kılmanın, Allah’a kulluk üzere yaşamanın birer antrenmanı, bu bilinci taze ve diri tutmanın eğiticisi-öğreticisidirler.

Namazımız, Zekatımız, Haccımız, Kurbanımız, Orucumuz bilinç üzere bizatihi ifa edilmeleriyle de fert ve topluma çok şey kazandırmakta ve önemli sonuçlar vermektedirler tabii ki. Namazın insanı belli bir Rabbani program içinde sabit tutması ve kötülüklerden alıkoyması, Zekatın malı arındırıp toplumda sosyal adalete zemin kazandırması, Orucun fert ve toplum açısından faydaları, Haccın insanı yenileyen ve ona ümmet bilinci aşılayan atmosferi, Kurbanın fert ve toplum açısından çeşitli getirileri…

Ancak tüm bunlardan daha önemlisi, söz konusu mükellefiyetlerimizin bize, hayatı Âlemlerin Rabbine kulluk/itaat üzere yaşamak ve istikamet üzere sabit kadem olmak hususunda kazandıracağı bilinç ve bu minval üzere öğretip daima hatırlatmayı sürdürdüğü Rabbani ölçülerdir.

Bu anlamıyla Namazımızın, Zekatımızın, Haccımızın, Kurbanımızın, Orucumuzun ifası, onlara dair mükellefiyetin yerine getirildiği bir son, bir bitiş değil, aslında hayata dair önemli ölçülerin yeniden hatırlandığı bir başlangıçtır.

Namazımız, Zekatımız, Orucumuz, Haccımız, Kurbanımız bize hayata dair bir perspektif kazandırmıyor, hayata bu mükellefiyetlerin zaviyesinden bakmaya ve o zaviyeden bir inşa çabasına bizi sevk etmiyorsa, bu temel mükellefiyetlerin anlamına bırakalım vakıf olmayı yaklaşamamışız bile demektir.

Örnek olarak Namaz üzerinde duralım. Namaz günde 5 vakit farz olduğu için hayata dair yansımaları, insanların gündelik hayatlarını ona göre programlamaları bir ölçüde kaçınılmazdır. Bununla birlikte, makro (ictimai, siyasi, iktsadi) alanlarda ve mikro (ferdi ve ailevi) alanlarda Rabbimizin bize Namazda talim ettirdiği ölçülere ne kadar dikkat ediyoruz, Namazımızı ne oranda hayata taşıyoruz, aslolan hususlardır.

Daha Namaza başlarken “Allahu ekber” diyoruz ya hani, bu dilimizden düşürmediğimiz hakikati hayat alanlarımızda ne kadar gerçek anlamında hatırlıyor ve bu hakikatin gereğince hareket ediyoruz? Namazımızda okuduğumuz Fatiha ayetlerinin ve diğer Kur’ani beyanların bize hayatımız için hangi reel ölçüleri verdiğinin farkında oluyor muyuz? Farkında isek, ki Nisâ Sûresi 43. ayet-i kerimeye göre farkında olmak zorundayız, o halde hayatımızda bu ölçüleri tatbik etme hususunda ne kadar titiz davranıyoruz?

Namaza dururken kıble konusunda gösterdiğimiz hassasiyeti, hayat alanlarımızda ne kadar sürdürüyoruz? Namazdaki kıblemizle hayat alanlarındaki kıblemiz/yönelişimiz farklılık arzediyorsa, aynı istikameti göstermiyorsa Allah’ın dinini ve hayatı parçalara ayırıyoruz demektir.

Kıyam, rüku ve secdemiz hayatımızın tüm alanlarında istikamet ve istikrar üzere devam etmiyorsa, Namazımızdan nasiplenemiyoruz demektir.     

Benzeri soruları Zekatımız için de, Orucumuz için de, Haccımız ve Kurbanımız için de gündeme getirmemiz mümkün. Bu ve benzeri sorular bize, söz konusu mükellefiyetlerimizin Âlemlerin Rabbi’ne kulluğa/itaate dayalı hayat yolculuğumuz için temelde birer talim ve bilinçlenme zemini olduklarını ifade etmektedir.

Bu farkındalık ve bilinçle yerine getirdiğimizde, Namazımız, Zekatımız, Orucumuz, Haccımız, Kurbanımız bizi inşaallah bu dünyada izzete, ahirette de Darus Selam’a ulaştıracaktır. 


[1] Namaz, Hacc, Kurban, Oruç gibi mükellefiyetlerimizin, Âlemlerin Rabbi'ne itaata dayalı hayat bütünlüğünü ifade eden ibadet kavramının salt bu mükellefiyetlerle algılanıp kapsamının daraltılmasına mani olmak maksadıyla da olsa "ritüel" gibi Batı menşeli/Hıristiyani kelimelerle ifade edilmesi son derece yanlıştır, kabul edilemez. Her konuda olduğu gibi bu konuda da İslam'ın kendine özgü kavramlarıyla konuşmamız/yazmamız gerekir. Kur'an'da Rabbimiz söz konusu mükellefiyetleri "Nusuk" kavramıyla ifade etmektedir. Rabbimizin bize öğrettiği Kur'ani bir kavram dururken muharref kültürlerin muharref algı ve eylemlerini ifade eden kelimeleri kullanmak son derece yanlıştır.

[2] Mevdudi, Kur’an’ın Dört Temel Terimi, Sh. 104, Özgün Yayınları 

[3] Hududullah’a razı ve tâbi olmayıp, insanlar için kendi hevasına dayalı hükümler icat edip, onları bu hükümlerle sevk ve idare etmeye, kendisinin hükmüne boyun eğmeye çağıran kişi, zümre veya varlık.

(Not: Bu makale, ilk olarak 2015 yılında bu sitede yayınlanmıştır.)