Şükrü HÜSEYİNOĞLU

15 Kasım 2012

HAKLA BÂTIL BİRBİRİNE KARILIRKEN MÜSLÜMANLAR NE YAPIYOR?

Devir postmodern devir ya, hakla bâtılı birbirinden ayırıp ayrıştırmak, safları netleştirmek yerine hakla bâtılı birbirine karıştırıp sentezlemek moda! İşin en üzücü tarafı ise bu modaya Kur’ani ilkelerle karşı çıkması, direnmesi gereken nicelerinin, bu koroya dahil olmak için akreditasyon ve rezervasyon yarışı içine girmiş olması…

Evet, yaşadığımız zaman dilimi, bâtılın hakla olan savaşında; hakla bâtılı kitlelerin gözünde birbirinden ayrıştırılamayacak şekilde birbirine bulama, aynı potada eriterek aradaki sınırları belirsizleştirme stratejilerinin öne çıktığı bir dönem…

Bu şeytani stratejiye karşı durması, hakla bâtılın arasının net olarak ayrıştırılarak hakkın apaçık şekilde ortaya konulması ve insanların buna göre tercihlerini yapabilmesi yönünde mücâdele etmesi beklenen Müslüman fert ve çevrelerin çoğunun da, hakkın apaçık tanıklığı yerine, bu postmodern belirsizlik ortamından kendileri için “özgürlük vasatı” devşirme yarışına girdiklerini görmekteyiz.

İşte bu sebeple, henüz beş-on yıl öncesinde sıkça duyduğumuz “cahiliyeden ayrışma”, “cahili toplumsal ve siyasal işleyişi Kur’an’la inkılaba uğratma” gibi söylemler işitilmez olmuştur ve bunun yerine entegrasyon süreçleri hızla ilerlemekte, cahiliye adına başarıyla tahkim edilmektedir.

Bu noktada insanın aklına şu sorular gelmektedir: Hak gelince bâtılın yok olup gideceğine dair Kur’ani öğreti (1), hakla bâtılı sentezlemeye ve bir potada eritmeye dayalı politikalardan medet uman bugünün Müslümanları için bir şey ifade etmemekte midir?

Hakkı bâtılın beynine atıp bâtılı paramparça etme yükümlülüğünün (2) bugünkü muhataplar için bir karşılığı kalmamış mıdır?

Bunlar bugünün Müslümanları için hayati sorulardır. Zira bugünün Müslümanları ne yazık ki çoğunluk itibariyle bu tevhidi perspektif ve iddialardan uzaklaşmış, sinirleri alınmış, bâtılın yanında veya yedeğinde, sınırlandırılmış bir “İslami yaşantı”ya rıza gösterecek hale gelmişlerdir.

Bâtılı ortadan kaldırıp hakkı ikame etmek, münkerle her alanda savaşmak, Allah’ın hükümlerini hâkim kılıp yeryüzünde fitneyi ortadan kaldırmak gibi temel iddialar nice oldu? Şimdilerde revaçta olan, demokratik-laik işleyişler içerisinde İslam’ın yaşanabileceği (!) alanlar dilenmek, bâtılla ve bâtılın türlü putlarıyla barışık olarak, onlarla kavga etmeden, bâtılın lütfedeceği alanlarda Müslümancılık oyunu oynamak!

Maaalesef durum budur ve bu duruma itiraz eden az sayıdaki mü’min, bırakalım bâtıl otoriteleri, düne kadar omuz omuza yürüdüklerini düşündükleri, aynı Kitab’a iman, aynı Rasul’e ittiba iddiasındaki kişi ve çevrelerden bile çatlak ses muamelesi görmektedirler.

İslam akidesi ile muhafazakâr akide farkı  

Yazıya giriş mahiyetindeki bu tesbitlerimizin ardından konumuza geçebiliriz. İslam akidesiyle muhafazakâr akide, dolayısıyla İslami siyasetle muhafazakâr siyaset arasındaki en temeldeki farklılık, birinin hakla bâtılın arasını kesin hatlarla ayırmayı amaçlaması, diğerinin ise hakla bâtılı harmanlayan bir zihni yapıya sahip olarak hak-bâtıl karması bir toplumsal ve siyasal vasatı oluşturmaya yönelmesidir.

Bu temel farklılık, İslam’la muhafazakâr anlayışı her daim ve her alanda birbirinden ayrıştırmakta ve kaçınılmaz olarak karşı karşıya getirmektedir.

Bu durumun son örneğini, Kurban Bayramı ile Kemalist-laik sistemin “Cumhuriyet Bayramı”nın denk geldiği bu yıl ki “bayram kutlamaları” örneğinde müşahede ettik.

Aslında, iki ayrı dünya görüşünün, hakla bâtılın iki ayrı bayramı söz konusuydu ve olması gereken şuydu: Mü’minler kendi bayramlarını, yani Kurban Bayramı’nı, laik kesimler ise, laik sistemin kuruluş vesilesiyle ilan edilen kendi bayramlarını idrak eder, böylece herkes inancının gereğini yapmış olur. Böylece hak ile bâtılın ayrılığı ve uzlaşmazlığı olması gerektiği üzere “bayram” pratiği üzerinden de ortaya konulmuş olur...

Oysa Türkiye’deki laik sistem ve kendilerini İslam’a nisbet etmekle birlikle, bu sistemden akidevi olarak ayrışmak yerine onunla bütünleşme perspektifiyle hareket eden muhafazakâr kesimler için, hakla bâtılın apaçık şekilde karşı karşıya geldiği bu iki “bayram”, safların belirginleşmesine yol açmak şöyle dursun, aksine safların daha da giriftleşmesi, hakla bâtılı arasındaki çizginin daha da belirsizleştirilmesi için adeta bir fırsat oldu!

İslam’la laik sistem arasında bir tenakuz, bir ayrılık yokmuş gibi, muhafazakâr siyasetçiler tarafından “Bir yürek, iki bayram” sloganıyla hakkın bayramıyla bâtılın bayramı bir kalbe sığdırılmaya çalışıldı. “Gönüllerimize iki bayram güneşi doğuyor” vurguları yapıldı.

Sorulması gereken soru

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in, medyada “Kurban Bayramı da bizim, Cumhuriyet Bayramı da” başlığıyla yer alan açıklamaları, muhafazakâr siyasetin hakla bâtılı birbirine bulama ve aynı potada eriterek sentezleme misyonuna ışık tutması açısından ibretlikti: “Kurban da bizim Cumhuriyet de bizim. Her ikisi de bizim ortak paydalarımızdır. Dinimiz, nasıl milletimiz için hepimiz için bir iman ve ahlak kaynağı ise demokrasi ile taçlanmış olan cumhuriyetimiz de idari bakımdan yaşam biçimimizdir. Her ikisine de sahip çıkacağız, yaşayacağız ve yaşatacağız. Toplumsal birlik ve bütünlüğümüzü temsil eden bu değerler hepimizin başının üstünde olması gereken değerlerimizdir.”

Şahin, aynı konuşmasında CHP’nin 29 Ekim’de resmi kutlamaların dışında gerçekleştirmeyi düşündüğü “Cumhuriyete Saygı Yürüyüşü”ne değinerek şöye diyordu:  “Bunun çok yanlış olacağını düşünüyorum. Dini ve milli bayramlarımız ancak bizi birleştirmeli, aynı potada eritebilmeli, ayrı gayrı olmaktan bizi kurtarmalıdır. İşte bunu sağlarsak dini ve milli bayramlarımızı öz ruhuna uygun olarak kutlamayı başarabiliriz.” (3)

Görüldüğü üzere muhafazakâr siyasetin tüm çabası, hakla bâtılın ayrışmasını engelleme yönündedir. Hakla bâtılın ayrışması ihtimali bile muhafazakâr zihniyeti tedirgin etmeye yetmektedir. İslam hakla bâtılın kesin hatlarla ayrışmasını öngörürken, muhafazakârlık, “milli (ulusal) birlik ve beraberlik” adı altında hakla bâtılın bir potada eritilmesini, hakkın bâtıla itiraz etmeden onun şemsiyesi altında, onun verdiği kadar hayat hakkına razı olarak var olmayı kabullenmesini öngörmektedir.

Başından beri muhafazakâr siyaset biçimlerinin yapmaya çalıştığı ve yaptığı bundan ibarettir.

Şimdi soru şu: Yıllarca Kur’ani / tevhidi bilinçlenme süreçleri yaşayan ve “cahiliyeden ayrışma” söylemleriyle meydana çıkan bu coğrafyadaki kimi fert ve çevrelerin şimdilerde gelip dayandıkları noktanın, muhafazakâr siyasetin yandaşlığı ve destekçiliği olması nasıl izah edilebilir?

Bir vesileyle İslam akidesiyle tanışmış olan insanlara yakışan, çeşitli pragmatist mülahazalarla muhafazakâr akide ve bu akideden kaynaklanan muhafazakâr siyaset anlayışının peşinden sürüklenmek midir, yoksa bu anlayış sahiplerini de Kur’an mesajıyla buluşturacak özgün bir İslami duruş ortaya koyup onda sebat etmek midir?

Yazımıza Rabbimizin şu beyanıyla son verelim:
 
"Dinde zorlama yoktur. Hak yol, bâtıl yoldan apaçık ayrılmıştır. Kim tağutu reddedip, Allah'a iman ederse, muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (Bakara, 2/256)  


1- “De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur.” (İsrâ, 17/81); “De ki: Hak geldi, artık btıl ne bir şey ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.” (Sebe’, 34/49)

2- “Hayır, biz hakkı bâtılın üstüne atarız da o onun beynini parçalar, derhal (baâtılın) canı çıkar. Allah'a yakıştırdığınız niteliklerden ötürü de vay size!” (Enbiyâ, 21/18)

3- Şahin’in konuşmasında geçen “dini” ve “milli” tabirleri, bilindiği gibi aslında aynı anlama gelen iki Kur’ani kelimedir. Buna rağmen laik ulus-devletin kuruluşundan buna “ulusal” kelimesi yerine, İslam’dan arakladığı bu kelimeyi tahrif ederek kullanmakta olduğu malumumuzdur.

(Not: Bu yazı, İktibas'ın Kasım sayısında yayınlanmıştır.)