Hem dindarız, hem de laik maşallah!
Pek farkında değiliz, ama cebimiz doldukça ruhumuz boşalıyor. Hassasiyetlerimiz “zaman aşımı”na uğramış gibi: “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” anlayışı içinde yaşıyoruz! Kaynak: Hem Dindarız, Hem de Laik Maşallah!
Lâmı-cimi yok, biz makam-mevki, mel-para görmeye başladığımızdan beri adım adım dünyevileştik..
Dünyevileştiğimiz ölçüde de lükse ve gösterişe meylettik...
Marka giyiyor, görkemli arabalara biniyor, imkânımız varsa yalılarda filan oturuyor, saraylarda düğün yapıp Dubai’deki yedi yıldızlı otelde balayımızı geçiriyoruz!
Eskiden ahirette kavuşacağımıza inandığımız tüm nimetlere fani dünyada ulaşmayı kafamıza koymuş gibi itişip kakışarak para kazanmaya çalışıyoruz!
“Helâl-haram ver Allah, rezil kulun yer Allah!” havasına girdik!
Pek farkında değiliz, ama cebimiz doldukça ruhumuz boşalıyor. Hassasiyetlerimiz “zaman aşımı”na uğramış gibi: “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” anlayışı içinde yaşıyoruz!
Düne kadar kravat takmayan, hanım eli sıkmayan, takkesiz namaz kılmayan dikkatimize bir haller oldu...
“Pozisyon gereği” Batılılaşıp laikleştik! Alacağımız son pozisyonun toprağa yanak dayamak olduğunu bile bile dikkatimizi maddiyata kurban ettik.
Nasılsa, “Ümmete haram olan Mehmed’e helâl mi?” diye kükreyecek bir Molla Gürani’miz de yok! Çünkü dünyevileştiğimiz ölçüde o “yürek adam”ları da kaybettik!
¥
Fetihten sonra ilk ramazan. Fatih Sultan Mehmed, hocalarına iftar veriyor. Bizans sarayından ele geçen altın tasları, sahanları, kaşıkları sofraya koydurmuş...
Molla Gürani, bu duruma çok kızıyor. Hemen tavır alıyor. Bunu da ezan okunduktan sonra iftarını açmayarak gösteriyor.
Öte yandan gencecik Padişah sabırsızlanmıştır. Dakikalar geçip midesi iyice kazınmaya başlayınca, dayanamıyor:
“Buyurunuz taam edelim” diyor, Molla Gürani’ye bakarak, “merak buyurmayınız, soframızda haram lokma yoktur!”
Molla Gürani’nin beklediği an bu andır. Müthiş bir hışımla Sultan Mehmed’e dönüyor, sofradaki altın kapları, kaşıkları göstererek kükrüyor:
“Ümmete haram olan Mehmed’e helâl mi kılındı?..” diye soruyor, “Bizans İmparatoru’nu taklit ediyorsan, bil ki, Bizans’ı bu gösteriş belâsı batırdı.”
Ve ancak sofradaki altın kaplar, kaşıklar kaldırıldıktan sonra iftarını açıyor.
Fatih kıpkırmızı olmuş, önüne bakarak susmuştur. Bu ona iyi bir ders oluyor: Bir daha gösteriş tutkusuna kapılmıyor.
Kuşkusuz biz Fatih değiliz, Konstantiniye’yi fethetmeyeceğiz. Sadece yüreğimizi fethetsek yeter! Ne çare, ona bile dünya (tul-u emel) hükmediyor!
¥
İnanç konusunda zayıf olanların lüks ve gösteriş tutkusunu anlamak mümkün: Onlar her nimeti fani dünyada tatmak, her lezzeti fani dünyada yaşamak istiyorlar.
Ya ebedî hayatın varlığına inananlara ne oluyor; neden tek dünyalılar gibi yaşamaya hevesleniyorlar? İşte bunu anlamakta zorlanıyorum...
¥
Diyelim ki geleneksel kıyafetimizi mecburen terk ettik; peki ya dilimizi neden bozduk, mutfağımızı neden kapattık, tarihe neden yüz çevirdik, hayat felsefemizden, doğru geleneklerimizden, “helâl” kazancımızdan, paylaşma anlayışımızdan, komşuluğumuzdan neden uzaklaştık?
Düne kadar eleştirdiğimiz halde bugün “fesfut” yiyor, “Kokakola” (yazıldığı gibi okunur) içiyor, “arabesk pop” dinliyor, “moda” giyiyor, defilelere katılıyor, kısalta kısalta “kirli”ye dönüştürdüğümüz sakalımızla en önlere kurulup manken seyrediyoruz!
Eskiden “huri taifesi”ne Cennet’te kavuşacağına inanan Müslüman işadamı, artık huriyi podyumlarda arıyor!
Kısacası biz dindarlar da artık “modern hayatın icaplarına göre” yaşıyoruz. Ve git gide varlık sebebimizden uzaklaşıyoruz. Tevekkeli değil: “İnandığını yaşamayan yaşadığına inanmaya başlar”mış. Şu yaşadıklarımızla kendimizi hâlâ “dindar” zannetmemiz, salt alışkanlıktan olmalı!
Kimse kusura bakmasın, ama biz artık “dindar” falan değil, laikliğinin farkında olmayan laikleriz!
Yavuz Bahadıroğlu / Yeni Akit