Herkes dininin sahici adamı olmalı
Dininin sahici adamı olanların giderek de daha da azaldığı bir süreçten geçiyoruz üstelik. Saflar gittikçe netleşeceği yerde her geçen gün daha da karmaşıklaşıyor, suret-i haktan görünme gayretiyle riyakarlıkta tavan yapan uslanmaz İslam düşmanları yanında, “la” demeden illaAllah diyerek (yani tağutları ve tağuti sistemleri reddetmeden İslam’a tabi olunabileceğini zannederek) dünya ve ahiret saadetinin yegane kaynağı İslam’ın sancağı altına girdiğine inanan niceleri de bu karmaşıklığa katkı sağlıyor.
Şükrü Hüseyinoğlu
Bundan on yıl kadar önce Selam gazetesinde bir yazar, laikçi cenahın İslami değerlere dinmek bilmez bir hasmaniyetle yaklaşan nice aktörlerinin yeri gelince suret-i haktan görünme çabasına yönelip takiyye silahına davranması karşısında isyan etmiş ve isyanını şu ironik ifadelerle dile getirmişti: “Ebu Cehillere hasret kaldık!”
Bir Müslümanın Hz. Peygamber’e amansız bir şekilde düşmanlık yapmış Ebu Cehil (Amr b. Hişam) gibi birisine yönelik ironik de olsa bir özlemi dillendirmesi kuşkusuz ki ilginç bir durumdu.
Aradan on yıl geçti ve ikiyüzlülük cephesinde değişen hiçbir şey yok. Yazarımız aynı özlemi bugün de dillendiriyor olmalı! Ne kadar İslam düşmanı varsa, ihtiyaç duyduğunda “Benim dedem de hafızdı”, “Ninem iki defa hacca gitmişti”, “Babaannem örtülüydü” riyakarlığına başvurmakta beis görmüyor.
Kimse “Evet arkadaş, ben İslam’ın düşmanıyım. İslam’ın adını duyunca kırmızı görmüş boğalara dönüyorum” şeklinde açıkça içinde olanı ortaya koymuyor. İslam’a düşmanlıklarını dürüstçe ortaya koymuyorlar, namaz, tesettür, oruç, hacc, kurban ve İslam’ı diğer tüm ölçü ve ilkelerine düşmanlık besliyor ve yönettikleri gazete ve televizyonlarda, tuttukları köşelerde ve yetkili iseler yetki alanlarında (çoğu zaman yetki alanlarını da aşarak) İslami değerlere karşı şeytanın askeri kesiliyor, Müslümanlara dünyayı dar etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Fakat bunu yaparken İslam’ı hedef aldıklarını söyleyememekte, kendilerince İslam’a “irtica” diye bir kod isim vererek düşmanlıklarını yapmaktadırlar.
Hayatları camii düşmanlığıyla geçen kelli felli laikçiler, öldüklerinde musalla taşına konulmakta, namaz ve dualar eşliğinde Müslüman mezarlığına defnedilmekte bir sakınca görmüyor. Bunun birkaç istisnası çıktı şimdiye kadar, Aziz Nesin başta olmak üzere. Kısacası, Ebu Cehil misali “özüyle sözüyle bir”, inkarcı gibi inkarcı bulmak çok zor bu devirde.
Peki “özü sözü bir”, inkarcı gibi inkarcı bulmak zor da, Hamza gibi, Ömer gibi, Ali gibi (selam olsun onlara) özü sözü bir Müslüman bulmak çok mu kolay? Kelime-i tevhidin gereği olarak tağutların otoritesini reddedip yalnız alemlerin Rabbi’nin hükümranlığını tanıdığını açık ve net olarak ilan eden ve bu çizgide sapmayan ve saptırmayan, doğrularını hiçbir yerde değiştirmeyen, davranış kodu olarak takiyye değil takvayı benimseyen özü ve sözü bir ne kadar Müslüman var çevremizde? Şüphesiz ki yok değil, fakat böyle sahici Müslümanların bugün Müslümanlar içinde istisnaları teşkil ettiğini üzülerek belirtmek zorundayız.
Nasıl ki laikçi şövalyeler ölçü ve değerlerine karşı şeytanın askeri kesildikleri İslam’a hasımlıklarını açık sözlülükle yapmıyor, ihtiyaç duyduklarında dede ve ninelerinin hafızlığından, hacılığından medet uman zavallı bir takiyyeciliğe tevessül ediyorlarsa (yeri gelmişken Türkiye’de takiyyeciliğin mucidinin ve mevcut takiyye borsasının en büyük yatırımcısının mevcut sistem olduğunu belirtmeliyiz), bugün birçok Müslümanın da küresel ve yerel tağuti sistemlerle ilişkisinde benzeri bir ikircillik, yer yer hakkı batıla bulamaya varan bir takiyyecilik kendini göstermektedir maalesef.
Bazı Müslümanlar, “seferle mükellefiyet” hakikati yerine kendilerine “zaferle mükellefiyet” icad edip bu yolda “köprüyü geçene kadar tağuti sistemlere yaranma” gibi batıl ve beyhude bir çaba içerisine girmekte, bu yolda bilumum tağuti kavram ve ilkelere bağlılıklarını deklare etme noktasına gelebilmekte, putlara sözlü ve fiili tazimde bulunmakta söz konusu “köprü teoremi” çerçevesinde bir sakınca görmez olmaktadırlar. Tabii söz konusu köprü de bitip tükenmek bilmediğinden bir noktadan sonra, önceleri köprüden geçmek için “katlanılan” ilkesel ödünler, zihinlerde normalleşmekte ve içselleştirilmektedir.
Laikçi kesimde topluma karşı takınılan takiyyecilikle kendini gösteren suret-i haktan görünme çabası ve buna karşılık dindar kesimdeyse sisteme karşı takınılan takiyyecilik sonucu ortaya çıkan suret-i laiklikten görünme çabası ortaya her şeyin karmaşıklaştığı, hakla batılın toplum nazarında belirginleşemediği, safların netleşmediği, kimin neye taraf olduğunun çok net olmadığı, insanların birbirleriyle dürüst ve açık yüreklilikle diyalog kurmaktan kaçındığı, hep birbirine rol yapan, içten pazarlıklı, gizli gündem sahibi insanlar toplumuna dönüşen bir ortam çıkarmış bulunuyor.
Dininin sahici adamı olanların giderek de daha da azaldığı bir süreçten geçiyoruz üstelik. Saflar gittikçe netleşeceği yerde her geçen gün daha da karmaşıklaşıyor, suret-i haktan görünme gayretiyle riyakarlıkta tavan yapan uslanmaz İslam düşmanları yanında, “la” demeden illaAllah diyerek (yani tağutları ve tağuti sistemleri reddetmeden İslam’a tabi olunabileceğini zannederek) dünya ve ahiret saadetinin yegane kaynağı İslam’ın sancağı altına girdiğine inanan niceleri de bu karmaşıklığa katkı sağlıyor.
Oysa alemlerin Rabbi yüce Allah, insandan inanıyorsa da inkar ediyorsa da bunda dürüst olmasını, riyakarlığa tevessül etmemesini istiyor. Kitab-ı Keriminde, hakla batıl arasında bir yakınlaşma tesis etme çabası içerisine girilmesine kesin bir reddiyede bulunuyor:
“Şu halde yalanlayanlara itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.” (Kalem 68/8-9)
Bu ayet-i kerime hakta sebat etmek yerine batıl anlayış ve ideolojilerle ilkeler üzerinde karşılıklı tavizleşmeye dayalı bir uzlaşma sapmasına yönelme tehlikesine karşı tüm çağların Müslümanını uyarmaktadır.
Şehid Seyyid Kutub, Rabbimizin bu apaçık ikazını tefsirinde şöyle değerlendiriyor:
“Onlar tıpkı ticarette olduğu gibi pazarlık yapmaya, ortak bir nokta etrafında uzlaşmaya çalışıyorlar. Oysa inanç ile ticaret arasında büyük fark vardır. İnanç sahibi bir kimse inancının hiç bir prensibinden vazgeçmez. Onun gözünde büyük küçük bütün ilkeler aynı öneme sahiptir. Daha doğrusu inanç sisteminde büyük küçük diye bir ayırım olmaz. İnanç sistemi, her bir parçası birbirini bütünleyen bölünmez bir gerçektir. İnanç sistemine bağlı birisi, bir prensibe uyarken, bir diğerinden asla vazgeçemez.
İslam ile cahiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslam ile her zaman ve her çağdaki cahiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural dünkü cahiliye için olduğu gibi, bu günkü cahiliye için de, yarınki cahiliye için de geçerlidir. İslam ile cahiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkansızdır…” (Prof. Seyyid Kutub, Fi Zilal-il Kur’an, Cilt 10, sh. 126, Dünya Yayıncılık)
İnsanlık tarihinin medar-ı iftiharları peygamberler, Rablerinden kendilerine bildirilen ilke ve ölçüler üzerinde kimseyle pazarlık yapmadılar. Hiç kimsenin putuna “köprü geçme” vs gibi hiçbir gerekçeyle tazimde bulunmadılar. Sahici birer Müslüman olarak yaşayıp, beraberlerindeki Müminlerle birlikte dosdoğru bir hayat ve mücadele çizgisi sürdürdüler ve hakikatin sapmayan ve saptırmayan şahidleri olarak örnek hayatlarını bize miras olarak bıraktılar.
Bahaddin Urlu ağabeyin Hz. Musa örneği çerçevesinde çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi, onlar dinlerini değil dillerini yumuşattılar zalim ve tağutlar karşısında. Zorluklar karşısında zalimlerle uzlaşma arayışına değil, alemlerin Rabbi’ne sığındılar. Her biri “Sahici Müslüman nasıl olunur?” sorusunun yaşayan birer cevabı oldular. Hz. Peygamber, kendisine inandığı ilkelerden bazı tavizler vermesi karşılığında Mekke’nin meliki olması teklifine “Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz davamdan vazgeçmem” cevabını verdi.
Peygamberler, riyakarlığa, “sizin ilahınız da kutsal bizimki de” şirkine, ilkeler üzerinde pazarlığa asla prim vermedi. Özleriyle sözleriyle bir oldular ve beraberlerinde iman edenlere de bunu öğrettiler. Hakkın batıldan kesin olarak ayrışmasını, safların netleşmesini, herkesin tercihini açık ve net olarak ortaya koymasını şiar edindiler.
Bugünün Müslümanları olarak bizler, Nebevi geleneği diriltmek ve her an ve ortamda Rabbani ilkelere sadakati hakim tavır kılmak gibi büyük bir yükümlülüğün altında bulunduğumuzu bilmeliyiz.
“Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Kim tağutu inkar edip Allah'a iman ederse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256)
-
V.Selimoğlu 05-02-2008 20:35
Yazının başlığı "Ebu cehllere hasret kaldık" olsaydı daha çok yakışırdı. s.a.