22-02-2008 10:37

Hicap ve türban...

Türkiye’deki tesettürlü kadınlar olarak bizler örtü ile olan ilişkimizi daha çok kimlik üzerinden savunuyoruz. Dolayısıyla bizim meseleyi ortaya koyuşumuzda antiemperyal, bireysel bir kimlik vurgusu hakimken, diğer İslâm coğrafyalarındaki kadınlarda daha teolojik, imani esas konusunda bir söylem vurgusu hakim...

Hicap ve türban...
Sibel ERASLAN / Vakit
 
Bu yazıyı Tahran’dan yazıyorum. Hemen “zaten biz demiyor muyuz, bunlar ülkemizi İran’a çevirecek” diyenlere baştan vereyim cevabımı: Uluslararası Müslüman Düşünür Kadınlar Platformu, bu sempozyumun kararını geçen yıl almıştı ve benim ilgili çeviri makalem de altı ay öncesinden zaten yayımlanmıştı. 
Yani Türkiye’deki eş zamanlı tesettür tartışmalarıyla herhangi bir siyasi rastlantısı yok bu sempozyumun. 
Sempozyumu benim için önemli kılan yönü ise hiç şüphesiz farklı kültür ve milletlerden Müslüman kadın akademisyen ve yazarlarla tanışmak, onları dinlemek imkanıydı... 50 ülkeden 500’ün üzerinde kadının katılımı ile gerçekleşti oturumlar. Yeni kurulan Kosova Cumhuriyeti’nden bile üç temsilci vardı... Atelyeler halinde çalışıldığı için genel kurul toplantıları dışındaki diğer alt kozaları takip edemedim. Benim çalıştığım kozalarda “hicab (tesettür) ve modernizm karşılaşmaları” ele alındı. Türk katılımcılardan Prof.Dr. Ümit Meriç’in konuşması ve Fatma Ünsal Bostan’ın “Leyla Şahin Davası üzerinden Eurosentrizm” konulu makale sunumu büyük alakayla karşılandı.
Fatma Ünsal; Avrupabenmerkezciliğini Yargıç Tulkens ve Evans’ın muhalefet şerhlerini de kritik ederek ortaya koydu. Eurosentrik bakış; kendi gerçeği ve deneyimi dışındaki tüm oluşlara kör Avrupacı Göz anlamında. Fatma Ünsal, Avrupacı Göz’ün örtülü kadına yönelik “potansiyel kurban” ve “potansiyel saldırgan” şeklinde iki stereo tip üzerinden çizdiği genelleştirici bakışı tartışmaya açtı. Leyla Şahin davasında alınan kararın “önleyici savaş doktrini”ne has bir kolaycılıkla, Müslüman ve örtülü kadını “potansiyel suçlu” olarak gördüğünü anlattı.
Leyla Şahin davasının Avrupacı felsefenin kendi içinde de ciddi bir yarılmaya sebep olduğunu düşünüyorum bendeniz. Zira bu kararla Avrupacılar, Hristiyanlık dışındaki diğer dinleri din olarak görmediklerini deklare etmiş oldular. Leyla Şahin davasında Şahin’in “dini hakkımı kullanıyorum” mahiyetindeki savunması dikkate alınmamış, “örtünün kadın-erkek eşitsizliğine sebebiyet verdiği” söylenmiştir. Kısacası Leyla Şahin değil, İslâm Dini eleştirilmiş ve uygunsuz bulunmuştur. Avrupacı (eurosentrik) Göz nazarında örtülü kadınlar tekil kimlikleri üzerinden değil, zaten uygunsuz bulunan İslâm üzerinden uygunsuz ve potansiyel suçlu ilan edilmişlerdir.
Bu konuyu niçin bir felsefi yarılma/kırılma olarak görüyorum?
Zira Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bağıtlı olduğu Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesi’yle “evrensel insan”a atıf yapar. Halbuki Leyla Şahin kararıyla evrensel olmadığı, hatta Avrupa içindeki tüm Avrupalılara dahi açık olmadığı ortaya çıkmıştır. AİHM bu kararıyla, geçmişte haklı olarak övündüğü Doğal Hukuk kriterlerinin; sadece beyaz, hristiyan ve göçmen kökenli olmayanlara ait olduğunu ortaya koyarak, tersinden bir içe kapanmaya yönelmiştir.
Tesettür meselesi şimdiye kadar sadece örtünen kadınların problemi olarak dile getirildi. Fakat güçsüz bir kadın teması gibi görünen bu olay, Avrupacılık felsefesinin evrensellik iddiasını tuzla buz eden bir eleştiriye dönüştü... Demek ki insan hakları kavramı, iddia edildiğinin tersine asla evrensel değilmiş!
Tahran’daki sempozyuma katılan kadınların geneli (Amerika, Kanada, Avustralya, Avrupa ve Asya’dan gelenler) tesettüre “hicap” diyorlar. Hicap, bizim dilimizde daha çok utanmayla, ar etmeyle anlamını bulan faziletli, yüksek bir kavram. Bu sempozyumda yeniden fark ettim ki, Türkiye’deki tesettürlü kadınlar olarak bizler örtü ile olan ilişkimizi daha çok kimlik üzerinden savunuyoruz. Dolayısıyla bizim meseleyi ortaya koyuşumuzda antiemperyal, bireysel bir kimlik vurgusu hakimken, diğer İslâm coğrafyalarındaki kadınlarda daha teolojik, imani esas konusunda bir söylem vurgusu hakim... Belki de herkes kendi özgeçmişi ve kişisel hayat hikayesi üzerinden konuşuyor, bilmiyorum. Ama öyle sanıyorum ki; bizlerin burada yaşadığımız uzun yasaklar ve hukuk mücadeleleri, dilimizi bizim dışımızdakilerin yaşadığı acı hikayelerine de komşu kılmış. “Acının yol açtığı empatik dil” diyorum ben buna. Dolayısıyla sadece dinsel bir hak olarak görmüyorum Başörtüsü meselesini... Yaşama, düşünme, katılım ve ifade hürriyetini de yanında taşıyan bir varoluş talebi aynı zamanda.
İslâm toplumlarının rengarenk ve çeşitli giysiler içindeki mazlum ama onurlu kadınlarını dinlerken, yasaklarla donanmış uzun korku tünellerinden ve bu uğultulu, gürültülü geçitlerden, savaş, işgal, yoksulluk, açlık gibi en zorlu imtihanlardan sağ salim çıkabilmiş hemcinslerimin “HİCAP” vurgusu bana çok tesir etti.
Ruha içkin ve daha çok nefsi terbiyeyi işaret eden HİCAP ile benim içinde bulunduğum VAROLUŞ ve ÖZGÜRLÜK teması üzerinden işleyen antiemperyal dili çok net ayırd etmeme vesile oldu bu sempozyum... Onlar ruh’tan ve kutsal olana tabiyetten, ben ve arkadaşlarımsa beden’den ve hayata ne olursa olsun katılmaktan bahsediyorduk.
Dil üzerinden gerçekleşen İslâmcı felsefedeki bu yarılmayı şimdilik kimse konuşmuyor, su yüzüne çıkarmıyor. Buna vaktimiz de yok hem... Zira işgal, savaş, yasak ve ayrımcılık gibi acil konular ve gürültüler arasında, henüz kendi seslerimize yönelecek felsefi dinginlikten uzağız... Dizimize vuran çekice karşı ayağımızı ileri atışımız kadar refleksler üzerinden yürüyor şimdilik işler...
Hintli bir kız, çay molasında avucumun içine tükenmez kalemiyle bir çiçek çizdi. Yeni Delhi’de psikoloji doktorası yapıyormuş. “Sizi erkek zannediyordum” dedi bana. Yorgunum. Ama hâlâ gülecek şeyler var işte hayatta! (Vakit)
 
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !