Şükrü HÜSEYİNOĞLU

30 Nisan 2014

HİRA SONRASINA AİT BİR DURUŞA SAHİP OLMALIYIZ

Tarihsel süreçte üretilmiş bir kutsallık olan “Mevlid Kandili” ile, asırlardır sürdürülen bu geleneğin üzerine Türkiye’de laik rejimin din kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı’nca bina edilen “Kutlu Doğum” haftası etkinliklerini, meşruiyetleri ve işlevleri açısından değerlendirmek istiyorum.
 
Bilindiği gibi ilk neslin gündeminde Allah Rasulü’nün (s) bir bebek olarak dünyaya geldiği günün anılması, kutlanması gibi bir konu yoktu. Rabbimiz, onların gündemine böyle bir konu taşımış değildi. Rabbimizin Kadir Sûresi 1. ve Duhan Sûresi 3. ayetlerde onların gündemine taşıdığı doğum, Hira’da gerçekleşen doğumdu. Rabbimizin kudsiyet yüklediği doğum, bu idi. Rabbimizin kudsiyet yüklemediği bir eşya ve hadiseye kudsiyet yüklemek doğru değildir.
 
Mekkeli Abdullah oğlu Muhammed’i herhangi bir kimse olmaktan çıkarıp, tüm insanalrın kendisine iman ve itaat etmekle yükümlü oldukları Allah Rasulü kılan doğum, 610 yılı Ramazan ayının bir gecesi Hira’da gerçekleşmişti. İşte Kur’an’ın ve ilk neslin gündeminde olan doğum bu olmuştu.
 
Bu doğumdan önce de O, Mekke toplumunun şirkine ve zulümlerine ortak olmuyordu, emin ve sâdık olarak biliniyordu. Hılful Fıdul gibi vicdani çabaların içinde bulunuyordu evet, fakat elinde şirke ve zulme karşı bir çözüm, bir yol haritası yoktu. Kur’an’ın deyimiyle şaşırmış haldeydi (Duha Sûresi 7. ayet) ve kitab nedir, iman nedir bilmiyordu (Şûra Sûresi 52. ayet). Bu yüzden arayış içindeydi ve bu yüzden 35 yaşından itibaren Ramazan aylarında Hira’ya çıkıp geceleri tefekkür ediyordu.
 
Hira bir arayış süreciydi. 40 yaşına ulaştığında, vahyin inzal olmaya başlamasıyla birlikte aradığını bulmuştu ve ondan itibaren Hira’ya hiç çıkmamıştı. Çünkü artık Rabbani ölçü elindeydi ve kesintisiz davet ve mücadele süreci başlamıştı.
 
Hira öncesinde de kendi geleneklerine tâbi olmayan Muhammedul Emin’den rahatsızlık duymayan Mekke şirk düzeni, Hira’dan sonra ondan rahatsızlık duymaya başlayacak ve ona karşı mücadele bayrağı açacaktı. İşte burada, şirke ve şirk düzenine müdahil olmakla olmamak arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Şirkten bireysel uzak duruş ile, şirke karşı mücadelenin farkı ortaya çıkmaktadır. Tarihin her döneminde çatışma, şirke dayalı egemenlik anlayışı ve işleyişe itiraz edilip, yeni bir egemenlik anlayışı ve referans sistemi gündeme getirildiğinde çıkmıştır. İşte Hira sonrası olan da buydu.
 
Bu noktada günümüzde Türkiye’deki İslami çevrelerin son yıllarda ortaya koyduğu profili ele almakta fayda var. Son yıllarda giderek tevhidi hükümranlık (hükmün kaynağının ancak Yüce Allah olduğu) iddialarından vazgeçerek STK’laşan ve çeşitli alanlardaki hak, özgürlük taleplerine indirgenen bir sistem içi mücadele anlayışına savrulan çeşitli İslami çevrelerin, bu açıdan Hira öncesine ait bir duruşa sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaklaşım ve mücadele anlayışı, en fazla ‘Hılful Fıdul’a denk gelmektedir zira.
 
İslam özel gün ve geceler dini değil, bir hayat nizamı olduğu gibi, bu dinin elçisi, mübelliği, en güzel örneği Hz. Peygamber (s) de, belirli gün ve gecelerde hatırlanacak, anılacak geçmişe ait bir figür değildir. O, hayat alanlarında yaşamış, mücadelesi ve kulluğuyla bizler için öncü ve örnek olmuştur.
 
Rabbimiz, İsra Sûresi 95. ayette şayet yeryüzünde melekler yaşasaydı o takdirde elçi olarak melek gönderileceğini beyan buyurmaktadır. Bugün tarihüstücülük (mealcilik) anlayışı sahiplerinin iddia ettiği gibi şayet Allah Rasulü’nün (s) misyonu salt vahye aracılık yapmaktan ibaret olsaydı, bunu pekala bir melek de gerçekleştiridi. Nitekim Allah Rasulüne vahyi bir melek (Cebrail) getirmişti. Rabbimiz, Bakara Sûresi 151. ve Tevbe Sûresi 128. ayetlerde Rasulullah için “sizin içinizden” vurgusu yapmakta, Necm Sûresi 2. ayette de “arkadaşınız” nitelemesiyle örnekliğin zeminini ifade etmektedir.
 
Ahzab Sûresi 21. ayette de Rasulullah’ı bizler için “usvetun hasene” olarak nitelemekte, onu bizler için takip edilmesi gereken bir örneklik olarak zikretmektedir. Hz. Peygamber, bizler için müjdeci, uyarıcı, mebelliğ, şahit, örnek ve bir itaat merciidir. Nitekim Rabbimiz, Nisa Sûresi 80. ayette, peygamberleri kendilerine itaat edilmesi dışında bir sebeple görevlendirmediğini beyan etmekte, Al-i İmran Sûresi 31. ayette de “De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” buyurarak, Rasulüne itaati kendisini sevmenin ön şartı kılmaktadır.
 
Kur’an’sız bir Peygamber anlayışı da (ki bugün söz konusu ettiğimiz etkinlikler de maalesef Kur’an’ın tanıttığı değil, insanüstü bir Peygamber anlayışı hâkimdir), Peygambersiz bir Kur’an anlayışı da yanlıştır, sakattır. Hz. Peygamber’i en iyi şekilde Kur’an’dan tanıyacağımız gibi, Kur’an’ı da Hz. Peygamber’in pratik örnekliğini göz ardı ederek bütüncül ve doğru kavrayamayız. Annemiz Hz. Aişe’nin, kendisine Allah Rasulü’nün ahlakını soran genç sahabilere “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an’dı” cevabı verdiğine dair haber, bu konuda dikkate değerdir.
 
Kandil ve benzeri anlayış ve pratikler, insanların İslam’a ulaşmalarında bir köprü vazifesi mi görüyor, yoksa bir yapay tatmin ve doyum oluşturarak insanların sahici İslami hayata yönelmesi önünde engel mi teşkil ediyor? Burada, toplumumuzdaki Cuma namazı pratiğini hatırlayabiliriz. Bugün toplumumuzun hayatında Cuma namazı, insanları İslam’ı yaşamaya götüren bir köprü olmaktan çok, bir tatmin aracı işlevi görüyor ne yazık ki. İşte kandiller de aynı işleve sahipler. Bu üretilmiş sınırlı irtibatlar, insanların İslam’la sahici irtibatlar kurmasına engel teşkil ediyor.
 
Hz. Peygamber bilindiği gibi söz konusu etkinliklerde gül ile sembolize ediliyor. Bu ne kadar doğrudur, bunu ayrıca değerlendirmek gerekir fakat Hz. Peygamber’in adeta dikensiz bir gül gibi anlatılması, onun herkesi seven, herkesi kucaklayan, hiç muhalefeti, kavgası olmayan, salt sevgi, merhamet kavramlarıyla anlatılması ciddi bir sorundur. Merhamet Peygamberi olduğu kadar, şirke, zulme, küfre karşı savaş Peygamberi olduğu söz konusu edilmiyor ne yazık ki. Herkesi seven, herkese gül dağıtan, mücadelesi, kavgası olmayan bir Peygamber portresi, İslam’ın Peygamberini anlatmıyor.
 
“Kutlu Doğum” haftası üretilmiş bir kutsallık olduğu gibi, bu haftanın miladi takvimi esas alınarak düzenlenmesi, 23 Nisan törenlerine göre tarihinin değiştirilmesi vs gibi uygulamalar da ayrı sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda bir Cumhuriyet gazetesi yazarı örneğinde olduğu gibi “Madem öyle, Kurban ve Ramazan bayramları niçin miladi takvimle sabitlenmiyor?” söylemlerine zemin kazandırılmış olunuyor. “Kutlu Doğum” törenlerinde bir araya gelip Hz. Peygamber’e övgülerde bulunan siyasi liderlerin, bir hafta sonra Anıtkabir’de buluşup bu defa M. Kemal’e övgü sırasına girmesi ise çok kutsallılığın her yıl tekrarlanan bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
 
Tüm bu üretilmiş kutsallık ve çok kutsallılık sapmalarına karşı sahih din anlayışı için Kur’an’a yönelmek ve Hz. Peygamber’in güzel örnekliğine tâbi olarak bütüncül bir İslami hayatla Rabbimizi razı kılma çabası içerisinde olmamız gerekir.
 
(Not: Bu yazı, yazarın Halk Eğitim Dayanışma ve Eğitim Derneği (Heda-Der)’in “Kutlu Doğum Ne İfade Ediyor?" başlıklı seminerinde yaptığı konuşmanın metnidir.)