Nihat GÜÇ

29 Haziran 2021

HRISTİYANLARIN İSTİLASI

Gördüklerim karşısında şaşkındım. Uzun bir süre bu şaşkınlığı atamadım üstümden. Bir an Hristiyanların istilasına uğradığımı sandım. Haçlı seferlerinin yeniden başlamış olabileceği kaygısı bir hançer gibi saplandı böğrüme. Sızlattı, kanattı yüreğimi. Yemyeşil otlarla kaplı, ileriye doğru uzanan meydana odaklanan gözlerim yaşardı. Yürüyüş parkurunda gidip gelen insanlara bakarken efkarlandım, hüzünlendim. Burnumda tüten bir sızı, sigara dumanı gibi helezonlar çizerek yükseldi havaya. 

Şu ileriye doğru sallana sallana ilerleyen genç, Hristiyan sporcular gibi giyinmiş, taranmıştı ve parfümünü sıkmıştı. Koluna yaptırdığı dövmeler korkunç bir canavarı andırıyordu. Esen rüzgarın etkisiyle arada bir havalanan tişörtün altından görünen resimler yüz kızartıcıydı. Tişörtün göğüs ve omuz kısmında yazılan yazılar Hristiyan aleminin dini sembolleri için kullandıkları kelimelerle tıpatıp aynıydı. Meydanın bir ucundan diğer ucuna ilerlerken yaptığı her hal ve hareketi, günlerce eğitim almış bir tiyatro sanatçı gibi sergiliyordu ustalıkla. Bakanlara karşı sergilediği yüz hatları Hristiyan sporcunun mimiklerinden farksızdı.

Çevremde meydan gelen olayları görünce "Yanlış mı görüyorum?" diye düşündüm bir an. Hemen elimi görmemi netleştiren gözlüğüme uzattım. Gözlüğümün yerinde durduğunu görünce "Allah'a şükür" dedim kendi kendime. İşte o zaman görüntülerin gerçek olduğunu anladım. Hayıflanmam katmerleşerek artı. Keşke gözlüğümü kaybetmiş olsaydım da meydanda ve karşı tarafta uzayıp giden caddede aleni sergilenenlerin birer yalan ve sahte olduğuna inanabilseydim. 

Cadde boyu lokantalar ardı sıra uzanıyordu. Her lokantanın kapısının önüne üş beş masa konulmuş ve her masanın üstüne de birer ikişer bira fıçıları dizilmişti. Küçük kutular artık doyurmuyordu insanları. Allah'ın haram kıldığı hemen her şey aleni olarak pazarlanıyordu bu caddede.

Şöyle meydanın kenarında gözlerini ufuklara dikerek selvi ağacının gölgesinde bulunan bankta tek başına oturan teyzenin elbiseleri dikkatleri celbediyordu. Hal ve hareketleri, giyim ve kuşamı, gelip geçenlere karşı takındığı tavırlar sıradan bir Hristiyan kadınının yaptıklarından farksızdı. Şu ileride oturan yüz ifadelerinden merdiveni altmışa dayadığı anlaşılan adamın elinden bırakmadığı gazete İncil'in habercisiydi sanki. Manşetten verilen haberler, iri puntolarla yazılan yazılar bana bunu çağrıştırıyordu. 

Hristiyan batı aleminin elinden bırakmadığı kitapları koltuğunun altında taşıyan ve hızlı adımlarla ilerleyen genç kızın giyim ve kuşam stili; Paris, Londra, Roma, Barselona, Berlin, Atina sokaklarında gezen bayanların giyim tarzından farksızdı. Tıpkısının aynısıydı sanki. Zaman zaman beline kadar uzattığı ve kıvrımlar vererek rengarenk boyattığı saçını esen rüzgara savurduğu da görülüyordu. En az yirmi metre uzaktan geçen erkeklerin koklayabileceği kadar parfüm sıkmıştı üzerine. Belki de yanından geçtiği erkeklere bunu hissettirmek için yapıyordu bu işlemleri. Kimi erkeğin aklını başından almak için o kadar masrafa girişiyordu. O kadar çok sıkmıştı ki parfümü, anlatılamaz. Birkaç genç, kızın arkasından yürüyor; saçının güzelliğinden ve kullandığı parfümün markasından seslerini yükselterek bahsediyorlardı. Kızın takındığı yüz ifadesinden söylenenlerin birer iltifat olduğunu ve konuşuluyor olmaktan hoşlandığı yüz ifadelerinden seziliyordu. Zaten yeni diktirdiği tişörtünün üstüne özel bir dikimevinden İngilizce olarak; "Beni takip et" diye yazdırmıştı. Delikanlıların ağzından çıkan her kelimeye saçını bir o tarafa bir bu tarafa savurarak cevap veriyordu adeta. 

Peki ya şu kıza ne demeli? Elinde taşıdığı telefonun kulaklığından müzik dinleyerek ilerleyen, zaman zaman el kol hareketleriyle müziğin ritmine kendisini kaptıran yaşı on sekizleri gösteren kızın üzerinde elbise taşıdığına bin kişinin şahitlik yapması gerekiyordu.

Sergilenen rezillikleri gördükçe bazen gözümü yumuyor bazen de yüzümü öbür tarafa çeviriyordum. Böyle yapmakla uluorta sergilenen bu rezillikleri görmek istemeyişimin işaretleriydi. Sergilenen utanmazlıkları görmemek ne mümkün. Ancak orada bulunuyor olmamın sebebini çözemedim ben de? Ya terki diyar etmeliydim ya da müdahale etmeliydim yaşananlara. Ancak nafile, elim kolum bağlanmış gibi ikisini de yapamıyordum. Sanki kıskaca alınmış gibi bir haleti ruhiye kaplamıştı bütün bedenimi. Hatta bir ara kalkmaya teşebbüs ettimse de yanımda bulunan arkadaşım elimden tutup oturmamı işaret etti. Yorgun ve argın düşmüş yılların savaşçısı gibi tekrar gerisin geriye otururken; "Bekle, gidip gelenleri biraz seyret, bak bakalım neler olacak." dedi. 

Kuyrukta bekleyen şu insanlara söyleyecek söz bulamıyordum. Sabahtan akşama kadar fabrikalarda toz toprak içinde çalışan işçilerin iki günlük yevmiyelerini bu kumar kağıtlarına yatırmalarını anlayamadım doğrusu. Sekiz on saat çalışmış olmanın yorgunluğuna aldırmadan kumar kuponlarını almak için saatlerce sıra beklediklerine bizzat şahit olmamış olsaydım inanmazdım ben de. Kilometrelerce uzayan insan sırasında adım adım ilerlemeye nasıl da tahammül edebiliyorlar diye hayret ettim doğrusu. Gördüklerim karşısında şok üstüne şok yaşıyordum. Sergilenen manzaralar karşısında terliyordum. O kadar terlemiştim ki bardaktan boşanırcasına kara bulutlardan yere boşanan yağmur damlalarının tamamının omuzlarıma isabet etmesi gibi bir ıslaklık oluşmuştu üstümde. Nedense cebimde taşıdığım peçeteler kendisinden beklenen görevleri icra etmekten acizdi.

Şu sınava girmek için koşuşturan genç kızın pantolonu iki dizini tamamıyla gösterecek kadar yırtıktı. Üzüldüm doğrusu. Bir elbise alamayacak kadar fakir oluşu sarstı beni. Daha önce fakirliği dibine kadar yaşamış olmanın ıstırabı boğazıma hücum ederek nefesimi kesti adeta. Çevremdekilere çaktırmadan, boğazımı temizlemek için kısa kısa öksürdüm. Farklı da anlaşılabilirdim böyle yapmakla. Bir an kendisini çağırıp; "Eğer kabul ederseniz şu ilerideki konfeksiyoncudan bir pantolon alabilirim size" diyecektim ki yanımda bulunan arkadaşın uyarısıyla tekrar gerisin geriye oturdum yerime. Kotun yırtılmış yerlerinden yer yer sarkan ipler, rüzgarın etkisiyle sallanıp duruyordu. Belki modaya uymuştu kızcağız, belki de moda bayıltmıştı kendisini.

İleride bulunan masada kızlı erkekli karşılıklı oturup el kol hareketleriyle şakalaşan şu gençlerin durumunu silemedim gözlerimden. Sıkılmadan arlanmadan kullandıkları argo kelimelere kısa süreli tanıklık etmiş olmaktan hicap duydum. Kulaklarımı tıkamak için acaba; "Pamuk var mı?" diye ceplerimi kontrol ettiğimi iyi hatırlıyorum. Geçen gün yüksek sesle müzik çalan bir ortamda bulunmaktan dolayı kullanmıştım cebimde her zaman bulundurmak zorunda kaldığım pamuğun geri kalan kısmını. Konuştukları hiçbir kelimeyi duymak istemiyordum haliyle.

Giyim ve kuşamları Hristiyan aleminin giydiklerinden farksızdı hatta bu konuda kendilerine; "Daha cesur" da denilebilirdi. Şu ileride dut ağacının altında bulunan bankta ayak ayak üstüne atarak kurulmuş on, on iki yaşlarında olduğunu söyleyebileceğimiz çocuğun elinde bir dergi vardı. Derginin kapağındaki yazıya dikkat kesildim bir süre. Biraz uzak olması hasebiyle zar zor seçilebiliyordu yazılanlar. "Cesur pozlar" manşetinin altında her türlü rezillik sergileniyordu aleni. Benim yüzüm sergilenenlerden dolayı kızarır, bozarırken çocuğun yüzünde utanma, arlanma kavramından herhangi bir eser görünmüyordu. Bu gençler giyim tarzlarını belirlemek için mi o dergiye bakıyorlardı yoksa o dergi bu gençlerin uymaları gereken moda kurallarını medeniyet adı altında dimağlarına zerk etmek için mi basılıyordu? Anlamakta güçlük çektim doğrusu. Arada bir esen serin rüzgar üzerimde biriken terin hafiflemesine yol açıyordu.

Keçilerin koyunlardan daha medeni olduklarına olan inancım bu meydana geldikten sonra gördüklerim karşısında biraz daha perçinleştiğini rahatlıkla ifade edebilirim.

Bir ileri bir geri gidip gelen şu kız erkek karma gençlerin tamamı sanki yataklarından çıktıkları gibi fırlamışlardı dışarıya. Belki de dışarı çıkarlarken aceleden dış elbiselerini unutmuşlardı evde. Kimisinin göğüsleri, kimisinin göbeği, kimisinin de baldırı açıktaydı. Gidip gelen gençlerin arasından hiçbirisinin giydiği şortun uzunluğu dizini geçmiyordu. İç çamaşırlarının dışarıdan görüntüsü ise apayrı bir dine sahip olabilecekleri düşüncesi zuhur etti zihnimde. Ben mi yanlış düşünüyordum yoksa bu görüntü zorunlu bir şekilde beni bu düşünceye sevk etti, tam olarak bilemiyorum hangisi önde. 

Şu ileride yer alan kafe'de kurulu bulunan ve yirmi dört saat deveran eden televizyon ekranında oynanan dizinin adı; "Yalan Rüzgarı." Pürdikkat izlenen dizinin arasında birkaç saniyeliğine yapılan reklamlar dikkate şayandı. "Ateş seni çağırıyor" diye anons ediyorlardı ürünlerini. Dondum kaldım bu sıcak yaz günlerinde. Yaklaşık kırk yıldır bıkmadan usanmadan bu ekran izleniyor bu mekanda. Babasının birinci cihan harbinde sergilediği destansı savaş sahnelerini anlatan hayat hikayesini izliyor gibi gözlerini ekrandan ayırmayan izleyicilerin haddi hesabı yoktu. Uydurulan acıklı yalanlar karşısında hüngür hüngür ağlayanların yanaklarından akan gözyaşlarını silmek için ellerinde peçete bulunduranlar bile göze çarpıyordu. Sergilenen tiyatronun dokunaklığına odaklanarak aval aval bakan kimi insanın ağzından salya akıyordu. Yerleri ıslatabilecek kadar akan bu salyayı silmeye vakitleri mi yoktu kimsenin yoksa akan salyanın farkında mı değillerdi? Belki de kaldırımlara konulan fıçılardan ölçüsüz bir şekilde içilen biranın etkisiyle sarhoş olmuşlardı bu salya sahipleri. Ancak bir sarhoşun bu kadar pür dikkat ekrana kilitlenebileceğini düşünebilmek akıl karı değildi. Sanırım son dönemlerde yürüyen sarhoşlar türemişti bu meydanda.

Okulda ders anlatan şu öğretmenin ağzından çıkan her cümle Papa'nın ağzından düşürmediği cümlelerle paralel, hatta bir çok kelimesi tıpatıp aynı. Ateist ve deistlerin kullandıkları materyalden farksızdı kullanılan ders kitapları. Derse iştirak eden bir çok insan, anlatılanlar karşısında küçük dillerini yutmakla beraber Papa'nın sınıflara kadar gelip ders işlediğine dahi inanabilirdi.

Meydanın en ücra köşesine inşa edilen bir binada yapılan mahkemenin sonucunda verilen her karar sanki Hristiyan Avrupa ülkelerinin mahkemelerinin siyah taşlarla örülmüş, kalın duvarlarla çevrilmiş rutubet kokan salonlarında yankılanan seslere benziyordu. Hakimlerin önüne konulan kanunlar mı aynı merkezden finanse ediliyordu yoksa hüküm veren hakimlerin aldıkları eğitimler mi Hristiyan Avrupa'nın kiliselerinde verilenlerle tıpatıp aynıydı? Bu kadar benzerlik, bu kadar aynilik şaşırttı doğrusu. Boğazım kurudu, nutkum tutuldu. Boğazımı birazcık yumuşatmak adına elimde bulunan suyu ağzıma götürmek için kapağını usulca açtım. Besmele çektim. Peygambere benzemek adına sağ el ile içmek istiyordum suyu. İleriden biri avazı çıktığı kadar yüksek bir sesle bağırmaya başladı; "Hemşerim! Bu meydanda su, ancak sol el ile içilir. Sol el ile içecek olursan buyurun. Aksi taktirde ya burayı terk edersin ya da suyu sittin sene içemezsin." dedi bana. Kavga etmek istemediğim gibi ona benzemeye niyetim de yoktu. Bir seferden ne çıkar demeyecektim. Zaten her günah bir seferden başlar diyerek; "Olsun, susuzluktan ölmeye razıyım ancak sana ve senin gibilere benzeye razı değilim." diyerek su şişesinin kapağını gerisin geriye kapattım oracıkta. Susuzluktan ölmeyi göze almıştım amma su içerken bile Peygambere muhalefet etmeyi şimdilik düşünmüyordum.

Tam o esnada minarelerden yükselen bir ezan sesi ortalığı kapladı. Kulağımın pasını silen bu nida ferahlattı yüreğimi. Son baharda yağan yağmurun kurumuş nebatatı yeşerttiği gibi canlandırdı bedenimi. Çok iyi geldi bu ezan. Gözlerim açıldı adeta. Gittikçe yalnızlaşan yüreğimi, benliğimi sahipsiz olmadığına ikna etti. 

Ancak "Allah'u Ekber, Allah'u Ekber" nidaları arşı alayı kaplarken amaçsız ve hedefsiz yürüyen canlı varlıkların simalarından sezinlenen bir nahoşluk bir nahoşluk anlaşılır gibi değildi. Dönüp küfretmediklerine şükrettim bir an. Sonra baktım ki bu meydandan geçen kız erkek, küçük büyük hemen herkesin kulağında birer kulaklık var. Bu kulaklıklar, beyinlere Allah ve Resulü ile ilgili nahoş sözler sarf eden notaları taşımakla meşgul. Müziğin ritmine kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki ezanı dinleyecek ne kulak bırakmıştı kafalarda ne de beyin. 

Dalgınlık bastı yine. Efkar zirveye tırmanıyordu her an. Nerede olduğumu düşünmekle epey zaman geçti. Zamanın ne kadar geçtiğini bilemiyorum ancak kimi karartı gidip geliyor gözlerimin önünden. Anlamsız bazı sesler kulağıma kadar geliyor ancak ne olduğunu kestiremiyorum. Uykuda mıyım uyanık mıyım henüz karar verebilmiş değilim.

Ezan sesini duyunca kısa süreliğine kendimi kaptırdığım dalgınlıktan kurtararak yanımdaki arkadaşa gördüklerim ve duyduklarımdan yola çıkarak hangi memlekette olduğumu sorma gereğini hissettim. 

Bunun üzerine sesini yükseltip biraz da kızarak: "Bilmiyormuş gibi soru sorma bana?" dedi. 

"Peki" dedim alçak bir sesle. Gözlerimi yere dikerek: "Korkma! Bir daha bu insanlar kim? Biz neredeyiz? Müslümanlar nerede? Burası bir Hristiyan ülkesi mi? Bu şehir birçok Peygamberlerin Allah'a çağırma görevini yürüttükleri şehir değil mi? diye soru sormam." dedim.