Hüseyin Bülbül, Kur`ani ilimleri anlattı
İktibas Dergisi Kayseri Şubesi, etkinlikler dizisine Hüseyin Bülbül’ün sunduğu ‘Kur’anî İlimler’ konusu ile devam etti.
İktibas Dergisi Kayseri Şubesi, etkinlikler dizisine Hüseyin Bülbül’ün sunduğu ‘Kur’anî İlimler’ konusu ile devam etti. Konunun oldukça detaylı olarak işlendiği sunum soru-cevaplarla birlikte yaklaşık iki saat sürdü.
Rahman ve Rahim olan adıyla, kovulmuş Şeytan’ın şerrinden Allah’a sığınarak sözlerine başlayan Hüseyin Bülbül’ün konuşması ana hatlarıyla şöyleydi:
Uzun yıllardan beri Kur’an’ın okunması ve anlaşılması konusunda toplumumuzun büyük bir problemi var. Yani bir taraf Kur’an okunur anlaşılır, yaşanır derken; diğer bir kısmı da Kur’an’ın özellikle anlaşılamayacağı noktasında iddia sahibiler. Ne zaman Kur’an’ın anlaşılacağını gündeme getirseniz hemen şu kelimeler dillerinden dökülüverir. “Kur’an’ın muhkemi vardır, müteşabihi vardır; nasihi vardır, mensuhu vardır; mücmeli vardır, müşkili vardır” gibi konuları gündeme getirmek suretiyle Kur’an’ın anlaşılamayacağı noktasında tezlerini güçlendirmeye çalışırlar.
Bu nedenle bizim bugün Kur’anî İlimler dediğimiz konu, usül kitaplarında yaklaşık yirmi iki başlık altında verilmektedir. Konuyu açıklayıp sonunda da kararımızı vereceğiz. Yani Kur’an gerçekten anlaşılmayan bir kitap mı, bu ifadeler bize neyi anlatmaya çalışıyor, bunlar üzerinde inşallah durmaya çalışacağız.
* Ayet veya surelerin nüzül sebepleri (Esbabu’n nüzül)
* Nasih ve Mensuh (Nesh meselesi)
* Muhkem ve Müteşabih
* Bazı surelerin başındaki harfler (Hurufu’l Mukatta’a)
* Surelerin başlangıcı (Fevatihu’s Suver)
* Garibu’l Kur’an (Yabancı veya Kureyş lehçesi dışında kullanılan kelimeler)
* Üslubu’l Kur’an (Kur’anın Kendine özgü konuları anlatım biçimi)
* Kur’an’ın eşsizliği (İ’câzü’l Kur’an) Benzerini getirin ayeti…
* Kur’an’ı Kerim’de yeminler (Aksamu’l Kur’an)
* Kur’an’ı Kerim’de kıssalar (Kısasu’l Kur’an)
* Kur’an’ı Kerim’de tekrarlar (Yeri ve zamanına göre bazı ayet ve konuları tekrar etmek)
* Kur’an’ı Kerim’de meseller (Emsalü’l Kur’an) özlü sözler, darbı meseller
* Hakikat ve mecaz (Mecaz: Bir kelimeyi gerçek anlamından başka bir anlamda kullanmaktır.)
* Müşkilu’l Kur’an (İki söz arasında bulunan uyumsuzluk tenakuz demektir ki, sözün zahirinde görülen tenakuz gerçekte Kur’an için söz konusu değildir. 4/82’de bu açıkça belirtilmiştir.)
* Mücmel ve mübeyyen (Kapalı olan lafızlara mücmel, onları açan ayet ve lafızlara da Mübeyyen beyan eden açıklayan denir.)
* El Vücuh ve’n nezair (Vücuh, bir kelimenin değişik ayetlerde değişik manaya gelmesine denir. Nezair ise bir çok kelimenin aynı manaya gelmesine denir.)
* Kur’an’daki müphemler (Müphematü’l Kur’an) Kur’an’da ismi açıkça zikredilmeyip de zamirler ve ismi mevsuller ile işaret edilenlerin neye ve kime delalet ettiğidir.
* Halkul Kur’an (Kur’an Allah’ın kelamı olduğu için onun mahlûk olup olmama meselesidir.)
* Kur’an’ı Kerim’de hitaplar (Peygambere ve onun dışındakilere yapılan hitaplar)
* Kur’an’ı Kerim’de soru ve cevaplar (Sorulan sorular ve verilen cevaplar)
* Kur’an’ın faziletleri (Fedâilü’l Kur’an) Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir. (H.Ş.)
* Ayet ve sureler arasındaki uygunluk ve tutarlılık (Tenasüb ve İnsicam) Mana bütünlüğü, anlatımdaki güçlülük, ifadedeki uyum ve ahenk bir birini takip etmektedir.
Bu başlıklardan ilki, Esbâ Bu’n-Nüzûl (Nüzûl sebepleri)’dir. Yani herhangi bir ayetin veya surenin hangi sebeple geldi ise buna o ayetin veya surenin nüzûl sebebi denmektedir. Her ayetin bir nüzûl sebebi var demek söz konusu değildir. Nüzûl sebepleri, mutlaka ona o olaya, o güne, o tarihe şahit olan insanların şahadetiyle ortaya çıkar. İctihâd ile nüzûl sebebi belirlenemez.
Bakara suresinin 195. ayeti ile alakalı, bir olay nakledilir. Muaviye hilafeti ele geçirdikten sonra (Hz. Osman zamanında Kıbrıs’ı fethetmişti) oğlu Yezit komutasında bir ordu hazırlayarak İstanbul’un fethine memur eder. O dönemde hicret esnasında peygamberimizin hanesinde konuk olarak kaldığı Ebu Eyyüp El-Ensari dediğimiz zat o günlerde seksen yaşındadır. Bu sefere katılmıştır. Tabii abdest almak üzere kollarını sıvarken seksen yaşındaki ihtiyar delikanlı, iki genç konuşuyorlar birbirleriyle. Diyorlar ki, “bak Allah şöyle buyurmuyor mu kendi elinizle canınızı tehlikeye atmayın, diye. ‘Bu adam seksen yaşında nasıl savaşacak? Bu ayete muhalefet ediyor. Kendi eliyle kendi canını tehlikeye atıyor”. Ebu Eyyüp da “Gençler siz ayeti yanlış anlıyorsunuz, biz Resulullah aramızda iken dedik ki, ihtiyarlar savaşa katılmasınlar, gençler savaşa katılsın dedik, bunun üzerine bu ayet geldi. “Allah yolunda cihattan geri kalmak demek, kendi elinizle canınızı tehlikeye atmak demektir.” diyor. Şimdi bu rivayeti beraberinde okuduğumuz zaman ayeti en ince noktasına kadar net bir şekilde anlamış oluyoruz.
Ayrıca tedricen kaldırılan birtakım yasaklar vardır veya davranış biçimler vardır ki, içki yasağı onların başında gelmektedir. Hani Bektaşi’ye sormuşlar, “niye namaz kılmıyorsun?” diye. O da, “Allah Kur’an’da diyor ki namaza yaklaşmayın, ben de yaklaşmıyorum” diyor. Nisa suresinin 43. ayetini örnek getirir. Halbuki ayetin başı ve sonu vardır. Gelmesinde bir hikmet vardır. Biz bu hikmetleri bazen aklımızlâ idrâk ediyor ya da başka ilimler yardımıyla öğreniyoruz. Bu konuda bize rehberlik eden ilimlerden biri de nüzûl sebebidir.
Meselâ, Ashâb’dan bize gelen bilgilerde anlatıldığına göre, "Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz" (en-Nisâ, 4/43) ayeti şu olay üzerine nazil olmuştur: Sahabeden bir grup Abdurrahman b. Avf'ın davetlisi olarak evinde toplanmışlardı. Yemeklerini yiyip içkilerini içtikten sonra (tabii o gün içki henüz yasaklanmamış) namaz vakti geldiğinde onlardan biri, sarhoş bir vaziyette onlara namaz kıldırmış; namazda Fatiha'dan sonra Kâfirûn suresini okumuş ve surenin lâfızlarını birbirine karıştırmıştır (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır 1968, s.87); "Ey kâfirler, sizin taptığınıza tapacak değilim" âyetini, "Ey kâfirler, taptığınıza taparım" şeklinde okumuştur.
Bu olay üzerine yukarıda söz konusu ettiğimiz ayet inip ayık olmadan namaza yaklaşılamayacağını bildirdi. Bildiğimiz gibi içkinin yasaklanması tedrici bir surette olmuştur. Bu ayet, yasaklamaya doğru ikinci aşamayı teşkil etmektedir.
Mesala bir başka ayette, kıblenin değişikliğinden sonra, kıbleyi araştırıp ta bulamayan bir insanın herhangi bir yöne doğru kıldığı namazın namaz olup olmadığı noktasında bir sual geliyor. Bunun üzerine Bakara suresinin 115. ayeti, "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" bunu okuyan bir insan şöyle bir anlayışa kapılabilir. O zaman kıbleye dönmek gibi bir zorunluluk yok, istediğimiz istikamete dönüp namazı kılabilirmişiz. Halbuki ayetin maksadı o değil. Bu konuda “Nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescit-il Haram’a çevirin.” buyuran ayet-i kerim’e var. O zaman tezat mı var, hayır. Bunun hikmeti binek üzerinde namaz kılan insanlar veya bir ülkenin-memleketin garibidir, kıbleyi bilmiyor. Bu insan gerekli araştırmayı yaptıktan sonra namazını kılıyor. Namazı bitirdikten sonra da kıblenin neresi olduğunu öğrenebilir, keşfedebilir. Dolayısıyla namazım boşuna gitti anlayışına kapılmasın, çünkü siz nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi-zatı oradadır. Anlamında olaya çözüm getiriyor.
Yine, "İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur" (el-Mâide, 5/93) ayetine bakarak içkinin mübah olduğunu söyleyenlerin çıkması mümkündür. Ama ayetin, içkinin yasaklanmasından önce içki içmiş ve ölmüş Müslümanların durumlarının ne olacağına dair tereddütleri yok etmek için indiğine nüzul sebebiyle ilgili rivayetlerden öğrendiğimizde; ayetin, sadece bu kimseler hakkında olduğuna hükmediyoruz (Zerkeşî, el-Burhan Fi Ulûmi'l-Kur'an, Kahire 1957, I, 28).
Sebebin hususiliği, Hükmün umumîliğine, Mani değildir. (Mecelle) Bir ayetin belli bir olay ya da Peygamber (s.a.s.)'e yöneltilmiş bir soru üzerine inmiş olması, o ayeti o olay ya da soruya özgü kılmaz. Ayet o olay hakkında geçerli olduğu gibi benzeri diğer olaylar için de geçerlidir. Sebebin özel oluşuna değil ayet lâfızlarının kapsamına giren hususlara itibar edilir.
NASİH ve MENSUH
İkinci konu, Nasih Ve Mensuh’tur. Nesh kelimesi “Ne Se Ha” kökünden türetilmiştir. Kelime anlamı yok etmek, yazmak, bir yerden başka bir yere aktarmak, istinsah etmek, değiştirmek anlamlarına gelmektedir. Neshin ıstılah anlamı ise, önce gelmiş olan şer’i bir hükmü, sonra gelen şer’i bir hüküm ile öncekinin hükmünün kaldırılması demektir.
Nesh konusunda başlıca üç mesele ortaya çıkmıştır:
1- Nesh olayı aklen caiz midir? İslam âlimleri İttifakla caizdir demişlerdir.
2- Caiz ise pratik olarak vaki olmuş mudur? Buna da olumlu yanıt verilmiştir. Özellikle geçmiş şeriatlarda neshin yapıldığını kabul etmişlerdir.
3- Kur’an’ı Kerim’de nesh var mıdır? Bu konuda iki görüş vardır. Bir kısmı varlığını kabul ederken, diğer bir kısmı Kur’an’ın kendi içinde neshin varlığını kabul etmemişlerdir. Bunların en meşhuru Ebu Müslim Muhammed b.Bahr el İsfahanî’dir. (Ö. 322/934), eseri Camiu’t Te’vil li Muhkemi’t Tenzil, Son dönem âlimlerinden Ömer Rıza Doğrul da bu tezi savunmaktadır. (Nesh dinin sadece şeriat kısmında olur. Akide ve ahlak kısmında olmaz.)
Peki, bizler ne düşünmeliyiz? Şimdiye kadar âlimler, insanlar ayetleri bakıp bir şey ortaya koymuşlarsa hiç kimse bu konuda kendini küçük görmemeli o ayetleri bizatihi okuyup ne anladığı noktasında kendisini bizzat yoklamalıdır. Neshi kabul/ret edenlerde Kur’an’ı Kerim’de üç ayete dayanıyorlar. Bakara/106. ayet, Nahl/101. ayeti, Rad/39. ayetleridir.
1- “Ehl-i Kitab’dan kâfirler ve müşrikler Rabbinizden size hiç bir hayır indirilmesini istemezler. Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.”(2-Bakara/105)
“Biz bir ayetten her neyi nesh eder veya unutturursak ondan daha hayırlısını veya onun mislini getiririz. Bilmez misin ki Allah Teâlâ her şeye kemaliyle kâdirdir.”(2-Bakara/106)
Bu ayetlerin öncesinde zikredilen ayetlerde Ehli Kitab’ın Peygamberimize karşı takındığı tavırdan bahsedilmektedir. Ehli kitap Peygamberimize karşı hazımsız bir anlayış içerisindedir. Bekledikleri Risaletin kendilerine gelmemiş olması ve kendi ellerindeki Risalet kozunu kaybetmiş olmalarının verdiği kin ve kıskançlıkla saldırmaktadırlar. Her fırsatta İsmailoğullarına verilen Risaleti ve Peygamberi dilleriyle incitmektedirler. Onun yanına geldiklerinde “Râîna” ifadesiyle onu güdücü çoban olarak nitelediklerini 104. ayetin beyanından anlıyoruz.
Bunun devamındaki ayette ise: “Ehl-i kitaptan kâfir olanlar ve müşrikler sizin üzerinize Rabbiniz tarafından bir hayrın indirilmesini istemezler. Allah Teâlâ ise rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah Teâlâ büyük ihsan sahibidir.”(2-Bakara/105) buyruluyor. Burada indirilen hayır onların şeriatının hükmünü yürürlükten kaldıran yeni Risalet ve beraberinde verilen yeni şeriattır. İşte Ehli Kitab’ın kıskandığı konu budur. Bu bağlamda 106. ayette belirtilen “ayetten” kastedilenin de herhangi bir Kur’an ayeti değil, Kur’an’dan önceki gönderilmiş olan Yahudi ve Hıristiyanların Kitap ve Şeriatlarıdır. Buradaki ayetin anlamı budur. Allah Kur’an’ı göndermekle bunların hükmünü nesh etmiştir.
Konunun bir başka delili ise, Kur’an’da “ayet” ifadesi tekil olarak zikredildiği zaman mucize ve burhan anlamında kullanılır. Kur’an ayetleri kastedildiği zaman çoğul olarak “âyât” şeklinde ifade edilir. Bu nedenle burada ifade edilen ayetin Kur’an’ın herhangi bir ayeti olması mümkün değildir. Bu ifade Kur’an’dan önce gelmiş olan kitaplar ve şeraitlerdir. İşte “o şeriatı hükümsüz kılar veya unutturursak ondan daha hayırlısını ya da benzerini getiririz. Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misiniz?” ifadesiyle Allah mülkünde dilediğini yapacak güç ve yetkinin sahibi olduğunu vurgulamaktadır.
Bununla birlikte 109. ayette Yahudi ve Hıristiyanlar Peygamberliğin İsmailoğullarına verilmesini kıskanmalarından dolayı, Müslümanları küfre döndürünceye kadar entrikalarına devam edecekleri bildirilmektedir. Böylece ayetin bulunduğu bağlamda esas sözün muhatabı Ehli kitap olduğu ve onlara cevap verildiği açıkça anlaşılmaktadır.
2- “Bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştirdiğimizde ki, Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir onlar, “Sen sadece uyduruyorsun” derler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bunu bilmezler.” (16-Nahl/101)
“De ki: O’nu Ruh-ul Kudüs, müminlerin imanını pekiştirmek, Müslümanlara hidayet ve müjde olmak üzere Rabbin katından hak ile indirmiştir.”
“Andolsun ki; ‘O’na mutlaka bir insan öğretiyor’ dediklerini biliyoruz. Kastettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık bir Arapçadır.” (16Nahl/102-103)
Görüldüğü gibi yapılan itiraz Kur’an’ın herhangi bir ayetine değil bütünüyle birlikte Peygamberimiz (as)’ın risaletinedir. Güya Peygamberimizin bu getirdiklerinin Allah ile bir ilgisi yok bunları bir Rum gencinden öğreniyor diyorlar. Böylece Elçinin Allah ile irtibatını kesmeye çalışıyorlar.
Bu ayetlerin hiç birinde kitabın kendi içindeki bir hükmünün neshiyle alakalı bir karine yoktur.
3- “Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır.” (13-Rad/39) ayetini de siyak ve sibak ilişkisi içerisinde değerlendirmeye çalışalım:
“Ve işte Biz o Kur'an'ı Arapça bir hüküm olmak üzere indirdik. Andolsun ki eğer sen, sana vahiyle gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, sana Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir koruyucu” (13-Rad/37).
“And olsun ki, senden önce nice peygamberler gönderdik; onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet (mucize, kitap, şeriat) getiremez. Her şeyin vakti ve süresi yazılıdır.”
“Allah dilediğini siler. Dilediğini olduğu gibi bırakır; Ana kitap O'nun katındadır.”(13-Rad/39)
“Onlara vaat ettiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek yahut seni, onu görmeden vefat ettirsek, yine de sana düşen sadece tebliğ etmek, bize düşen de hesaba çekmektir.”(13-Rad/40)
Burada ayetlerin verdiği mesajdan anlaşılan, yine Ehli Kitab’ın ve müşriklerin Kitab’a ve peygamber (as)’a olan itirazlarıdır. Bu nedenle Allah Teala meydan okuyarak: “Ana Kitab’ın kendi katında olduğunu, dilediğini silip dilediğini bırakacağını” bildiriyor. Peygamberlerin elinde bir şey olmadığını, istedikleri zaman bir ayet/kitap getiremeyeceklerini ve her kitabın geleceği vaktin yazılı olduğunu açıklıyor.
Burada şöyle bir durumun varlığı da anlaşılıyor: Müşrikler ve Ehli Kitap, Kur’an’ın bazı ayetlerinin Tevrat ve İncil’de geçen bazı ayetler ile benzerlik arzetmiş olmasından dolayı Kur’an’ın kendi arzularına uymayan taraflarına itiraz ederek, “şunları aynen alıyorsun da bunları niye almıyorsun” gibi bir itiraza cevap olarak, “Allah dilediğini siler dilediğini de aynen bırakır. Ana Kitap onun katındadır” buyurmuştur.
Yine burada silinen ve bırakılan bir önceki şeriatlardır. Takdir edersiniz ki, beşeri sistemlerde bile zaman-zaman anayasa değişiklikleri yapılmaktadır. Köklü bir rejim değişikliği olmadığı sürece eski anayasa tümüyle bırakılmaz. Belli bir yüzdesi değiştirilir. İçinde eski anayasadan birçok madde aynen almasına rağmen artık bunun adı yeni anayasadır. Eski anayasa yürürlükten kaldırılmıştır. Artık o hükümsüzdür.
Kur'an ayetleri için unutturmak, değiştirmek ifadelerini kullandığımızda vakıaya uymayan bir durum ortaya çıkmaktadır.
“Cebrail sana Kur’an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu sana açıklamak Bize düşer.” (75-Kıyame/16-19)
"Hâlâ Kur'an üzerinde düşünmeyecekler mi? Eğer O, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, Onda birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (4-Nisa/82)
"Zikri biz indirdik; onu koruyacak olan da Biziz.” (15-Hicr/9) sözleriyle beraber düşündüğümüzde, Allah Teala onu unutturacağını değil, okutup açıklatacağını; değiştireceğini değil koruyacağını bildiriyor. Ancak bunu önceki şeriatlarla ilgili olarak düşünürsek bu ifadelere uygun düşmektedir. Allah (c.c.) İsa (a.s)'ın diliyle bunu şöyle vurguluyor:
"Ben, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet/mucize getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana itaat edin.” (3-Al-i İmran/50)
“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında bulunan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram ettik. Azgınlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz.” (6-Enam/146)
Bu konuda 4/160, 7.163.16.118, 124. ayetleri de okunduğunda açıkça görülür ki bir önceki ümmete özgü hataları, isyanları sebebiyle Allah'ın onlara yüklediği ağır yükler, onlardan bir sonraki elçinin eliyle kaldırılmıştır.
Benzer bir durumu Maide suresinin 48. ayeti de ifade etmektedir:
“Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitabı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlarda) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” (5-Maide/48)
Aslında nesh edildiği zannedilen birçok ayet Kur’an’da ki tedrici uygulamayı bir yöntem olarak bizlere sunmaktadır. Malum olduğu üzere Kur’an, Müslümanların hayatına 23 yılda ayet ayet veya sure sure indirilerek tatbik edilmiştir. Buna paralel olarak gelen hüküm ayetlerinin hepsi, Medine döneminde gelmiştir.
Bir içki yasağında izlenen yol, Mekke’de başlamış Medine’nin ikinci yılında sonlandırılmıştır. Faizle ilgili hüküm Medine’nin son yıllarında Veda Haccı’ndan önce gelmiştir. Kur’an’ın hüküm ayetleri bilumum Medine döneminde gelmiştir. Bunların bu şekilde indirilmiş olması, bir dünya görüşünün toplum hayatına nasıl uygulanacağının metodunu ortaya koymaktadır.
İslam da tedricilik bir yöntemdir. İnsanlık bu yönteme, yeni bir toplumla muhatap olduğunda her zaman ihtiyaç duyacaktır. Çünkü bu din kıyamete kadar inananlarını: “Din tamamen Allah’ın olup yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar cihatla görevlendirmektedir.” (8-Enfal/39)
Hal böyle olunca ulaştığınız her yeni topluma aynı yöntemle yaklaşacaksınız. Bu nedenle diyoruz ki, her toplumun Mekke’si vardır. Her şahsın olduğu gibi. Tedriciliği inşa eden ayetleri silip kaldırırsanız durum ne olacaktır. İşte İslam’ın siyasi anlamdaki hakimiyeti kaybedildi. Bunun yeniden inşası için bu ayetlere yeniden ihtiyacımız olacaktır. Mekke’de gösterilen dikkate, sabır ve sebata, mazlumluğumuzu korumaya, işkencelere katlanmaya, Medine ortamını bulana kadar güce güç ile mukabele etmemeye, gücümüz oranında karşılık vermeye, tebliğ yolunu tercih edip, kıtalden uzak durmaya çalışmak zorundayız. Bu aynen yıkılan binayı yapmak için izlenilen yöntem gibi. Bir bina yeni inşa edilirken nasıl yapılıyor ve nelere ihtiyaç duyuluyorsa; yıkılan binayı yeniden inşası için de aynı yol ve yönteme ihtiyaç olacaktır. Fazladan olarak bir de enkazını kaldırmak gerekecek. Şu anda yaptığımız gibi. Yılların tortulaşmış kültür enkazını kaldırmak kolay olmuyor. Önce yanlışını silecek, sonra da doğrusunu yazacaksınız.
Sonuç olarak neshin Kur’an’da vaki olduğuna dair Peygamberimizden sahih bir tek hadis bile nakledilmemiştir.
MUHKEM VE MÜTEŞABİH
Muhkem: Kelime anlamı sağlam, kuvvetli, anlamı tefsir edilenlerden daha kuvvetli ve açık olan söz, sıkı sıkıya, tahkim edilmiş, hukuk dilinde ise kat’i ve sağlam bozulmaz hüküm demektir.
Muhkemin ıstılahi anlamı ise, Kur’an’da hüküm ifade eden ayetlerin tamamı kastedilmektedir. Helal ve harama, ibadet ve muamelata, itikata ve ukubata taalluk eden ayetlerdir.
Müteşabih: Kelime anlamı, bir veya birkaç yönüyle bir birine benzeyen, teşbih yoluyla bir birine benzeyen ve benzetilen. Kur’ anı Kerim’de zahiri manası kastedilmeyen, teşbih ve temsil yoluyla hakikatleri beyan eden ayetlerdir.
Müteşabih’in ıstılahî anlamı ise, insanların müşahede alanına girmeyen gaybi âlemle ilgili verilen bilgileri, zahiri âlemdeki nesnelere benzeterek teşbih yoluyla anlatan ayetlerdir. Cennetin, cehennemin, meleklerin özelliklerini anlatan ayetler ile Allah'ın zat ve sıfatlarını anlatan ayetler gibi.
Bunu da iki kısma ayırabiliriz:
1- Lafzı müteşabih olanlar, surelerin başındaki harfler gibi.
2- Mahiyeti müteşabih olanlar, gaybi konuları anlatan ayetler gibi.
Bu konuda maksadımızın anlaşılması için Tefsir ve Te’vil kelimelerinin de ne anlama geldiğini açıklamaya ihtiyaç vardır:
Tefsir: Kelime olarak “Fe Se Re” kökünden gelmektedir. Fesere, lügatte doktorun hastalığı teşhis için baktığı az miktardaki su anlamına da gelmektedir. Doktor bu suya bakarak hastalığı teşhis eder.
Bu kelime bundan başka şu anlamlara da gelmektedir: Beyan etmek, keşfetmek, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi.
Istılah da ise, kapalı olan bir lafzı açmak ve sözün kastı olan mesajı açıklamak için kullanılan bir yöntemdir. Bu Kur’an lafızları için kullanıldığı gibi diğer sahalarda da kullanılmaktadır.
Te’vil: Kelime olarak “E ve Le” kökünden gelmektedir. Geri dönme/rücû manasındadır. Ancak Tef’il babında ise açıklamak, beyan etmek, bir şeyin hakikatini ortaya koymak anlamına da gelmektedir.
Istılahta, ayetin muhtemel olduğu manalardan birine döndürülmesidir veya ayetin siyak ve sibakına uygun olan bir manaya hamledilmesidir.
Tefsir ve Te’vil kelimeleri zaman içerisinde bir birinin yerine de kullanılmıştır. Ancak Tefsir, Te’vil’den daha önce kullanılan bir kelimedir.
Te’vil kelimesinin, bir şeyin gerçeğini ortaya koymak anlamı da bulunduğunu ifade etmiştik. Özellikle Ali İmran yedinci ayetinde geçen “Onun Te’vilini Allah'tan başka kimse bilmez” şeklinde ifade edilen şey “Müteşabih olanların gerçek mahiyetini (Kur’an’da anlatılan ayetin anlamını değil, ayetin anlamı açık fakat anlatılan şeyin mahiyeti bize kapalı ve bizim onun gerçek mahiyetini ortaya koymamız imkansız olduğundan onun te’vilini) Allah'tan başka kimse bilemez ve açıklayıp ortaya koyamaz” denilmektedir.
(Haber: İlyas Aydın / Kayseri)
-
hikmet erturk 14-02-2011 12:23
hüseyin abi çok dogru söylüyor kitaplar kalıcıdır.İnşalalh hüseyin bülbül hocam bunu dikkate alır.Çok faydalı olacağını düşünüyorum.
-
hüseyin alan 09-02-2011 20:40
TALEBİMDİR Hüseyin hocam, Kuran konusunda derinlikli birikime, anlayış noktasında sahih bir yaklaşıma sahiptir. Dergide soru cevap faslındaki parçalı açıklamalardan fırsat bulup, "Kuran ilmi-usulü" ya da "Din usulü" hakkında muhakkak bir kitap yazmalıdır. Bu teklif öylesine yapılmış bir şey olmayıp, nesline karşı yüklenmesi gereken bir sorumluluğu hatırlatmaktır. Duyurması bizden!