30-08-2020 10:37

Hz. Hüseyin ve yâreninin Kerbelâ’da şehid edilmesinin yıl dönümünde...

Mehmet Pamak`ın ``HZ. HÜSEYİN’İN KERBELÂ’DA ŞEHİD EDİLMESİNİN YIL DÖNÜMÜNDE ONLARA DUA EDERKEN ÜMMETİN HALİNİ SORGULAYIP ÇIKIŞ YOLU BULMALIYIZ`` isimli makalesini istifadenize sunuyoruz:

Hz. Hüseyin ve yâreninin Kerbelâ’da şehid edilmesinin yıl dönümünde...

HZ. HÜSEYİN’İN KERBELÂ’DA ŞEHİD EDİLMESİNİN YIL DÖNÜMÜNDE ONLARA DUA EDERKEN ÜMMETİN HALİNİ SORGULAYIP ÇIKIŞ YOLU BULMALIYIZ

Mehmet PAMAK

Kerbelâ’da yaşanan ve yüzyıllardan beri yüreklerimizi yakmaya devam eden Hz. Hüseyin ve beraberindekilerin (Allah onlardan razı olsun) hunharca şehid edilmelerinin yıl dönümünde, bir yandan onlar için dua ederken, diğer yandan yüzyıllardır yapıla geldiği gibi beyhude dövünmeler ve ümmetin vahdetine engel olan yeni husumetler üretmek yerine, bu elim hadiseyi ve sonraki süreçte cereyan eden gelişmeleri ibretle değerlendirip günümüz için hayırlı düşünceler ve yeni açılımlar üretmeliyiz.

Şiisiyle Sünnisiyle Bütün Ekoller, Büyük Oranda Tarihsel Süreçte Üretilenleri Dinleştirmişlerdir

Batılı ve Doğulu emperyalist devletler, emperyalist katil demokrasiler, ABD, AB, Rusya ve Çin, hepsi birden vahşi hayvanlardan aşağı bir saldırganlıkla ve vahşet kusan her türlü katliam silahlarıyla ümmet coğrafyasına üşüşmüş vaziyetteler. Bölgedeki, kimisi doğrudan uşakları konumunda, kimi de stratejik ortakları, işbirlikçileri olan ülkelerin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Bahreyn, Türkiye, İran ve Irak vb. devletlerin yönetimlerini kullanıp yönlendirerek bölgeye müdahale ettiler. Emperyalist katil demokrasiler, uşak olarak kullandıkları diktatörleri, tetikçi ve bahane olarak kullandıkları PKK ve PYD, IŞİD ve Haşdişâbi gibi maşa örgütleri de emperyalist projeleri istikametinde seferber ederek bölgeyi kan gölüne çevirmiş bulunuyorlar. Yaptıkları ya da destekledikleri büyük katliamlarla kaosa sürükledikleri bölgeyi, kendi emperyalist çıkarları için ve en önemlisi de Ortadoğu’daki temsilcileri olan terör devleti İsrail’in güvenliğini, çıkarlarını korumak ve arz-ı mev’ud hayaline ulaşmasına zemin hazırlamak için bölgeyi yeniden dizayn etmeye çalışıyorlar. Böylesine bir durumda, ümmet coğrafyasında bölgenin mazlum halklarının istiklâl ve istikbâlini koruma çabası gösterecek, bağımsız ve istikamet üzere hiçbir irade ortaya çıkamıyor.

Nasıl bu hâle geldik, tarihte neler yaşandı ve bu yanlış gidişi nasıl durdurabiliriz? Şüphesiz ki bu konu, üzerinde derinlemesine çalışmayı, tefekkür etmeyi ve farklı kesimlerden gelen mü’minlerin el ele verip birlikte çözüm üretmesini gerektiren çok önemli bir konudur. Ancak bilmeliyiz ki, sonuçta Hablullah olan Kur’an’a topluca sarılmadan bu hâlden çıkış mümkün değildir. Rabbimiz Kitabında, “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.” (Al-i İmran, 3/103) buyurmaktadır. Rabbimiz aynı zamanda, “Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider.…” (Enfal, 8/46) uyarısında bulunmuştur. Ancak bu uyarıları zamanla unutan ve Kur’an’dan uzaklaşan, “Hablullah”a topluca sarılmayı bırakıp başka ipler üreten ve her grubun kendi ürettiği ipine tutunup insanları da bu üretilmiş iplere çağırması sonucunda Allah’ın uyardığı zelil âkıbet kaçınılmaz olmuş, ümmet tevhidi niteliğini ve vahdetini kaybederek parçalanmış, gücünü yitirmiş ve bugünkü zillete sürüklenmiştir.

Hz. Hüseyin’in, şehadete yürüyüş yolunda karşılaştığı, Irak’tan Mekke’ye gitmekte olan şair Ferezdak’tan Irak halkının durumunu sorduğunda şu cevabı aldığı ifade edilir: Onları kalpleri seninle, kılıçları ise senin üzerine çevrilmiş olduğu halde bıraktım…” Hz. Hüseyin ise, bu kadar ağır şartlara, uğradığı ihanete ve yalnız bırakılmaya rağmen, “Kılıçlar yarınlarda Kur’an’ımızı delik deşik edecekse, ben gövdemi bugünden siper yaparım” diyerek Hak yolda direnişin en onurlu örnekliğini tarihe geçirmiştir. Allah ondan razı olsun, cennetindeki makamını yüceltsin ve bizlere de onun gibi Kur’an yolunda can vermeyi nasip etsin inşaAllah.

Bugün ise, İslam’a ve Müslüman halklara yönelik saldırılar, zulümler, katliamlar, hakaret, tecavüz ve işkenceler, emperyalist güçler ve yerli işbirlikçi yönetimlerce bütün İslam coğrafyasına yayılmışken, bu büyük vahşet soykırım boyutlarında bütün İslam coğrafyasını kuşatmışken, her gün ve her an Kur’an ve İslam saldırıya uğrarken, Şiisiyle Sünnisiyle Hz. Hüseyin için ağlayanlar, ağıt yakanlar, onu sevdiklerini söyleyenler, kendilerini dövenler zelil bir biçimde birbirlerini öldürmekten çekinmiyorlar. Büyük ekseriyet, tarihsel süreçte ürettikleri hurafeleri sorgulamayı, Kur’an’ı belirleyici kılıp tarihsel birikimi ıslah etmeyi bir türlü kabullenmiyorlar. Çoğu da zalimlerin, emperyalistlerin işbirlikçiliğini üstlenmekten çeşitli maslahatlar adına çekinmiyorlar.

Halbuki, hepsi Hz. Hüseyin’i çok seviyorlardı. Ama nedense tarihsel süreçte Hz. Hüseyin’in vahiyle belirlenmiş akîdesinden koptukları için, İslam adına sonradan edindikleri “atalar dini” olan yeni din anlayışları adına hareket etmekte ve Hüseyin (r.a.) gibi Kur’an’ın mesajını korumak ve bu uğurda can feda etmek bir yana, mezhebî çıkarlar ve taassuplar adına bizzat kendileri Kur’an’ın mesajını delik deşik etmekten çekinmiyorlar.

Sonuçta gelinen noktada, Şiisisiyle Sünnisiyle çoğunluk kesimlerin, Suriye katliamından sonra ise özellikle de Şiilerin büyük ekseriyetinin kalpleri, duyguları, ağıtları Hüseyin’le beraber, ama iman ve amelleri Yezid’in yolunda bulunuyor. Bu sebeple, bulundukları ülkelerde, Kur’an’a Hüseyin gibi sahip çıkarak egemen zorbalara karşı samimiyetle ve fedakârca bir direniş geliştiremiyor, çoğu kez sinik, edilgen ve ilkesiz duruşlarla işbirlikçiliği tercih ediyorlar. İran yöneticileri, Farisî-Şii sentezi ulus devletin ulusal çıkarlarını putlaştırarak, bu süfli çıkarlar adına Müslüman ve mazlum halklardan milyonun üzerinde masum insanı, bunların arasında çoğunluk olan masum çocukları, kadınları hunharca katletmekten çekinmiyorlar.

Aynı şekilde Yemen’de, Amerikancı katil ve zalim Suud ve BAE yönetimleri ile İran yönetimi, tevhid dinine karşı oluşturdukları statüko dinleri adına yürüttükleri hegemonya ve ulusal çıkar savaşında, bölgede yeni acılara yol açmaya ve mazlum halkların yurdunu kan gölüne çevirmeye ısrarla devam ediyorlar. Sonuçta, olan Şiisiyle Sünnisiyle mazlum Yemen halkına olmaktadır. Zeydî ve Sünni bütün kesimleriyle mazlum duruma düşürülmüş Yemen halkı, katil devletlerin bombardımanları ve emperyalistlerin silahlarıyla katliama muhatap kılınmakta, açlık ve sefalet ile salgın hastalık, ilaç ve tedavi imkânlarından yoksunluk kıskacında yok edilmektedir.

İşte ümmet coğrafyası bu haldeyken, Hz. Hüseyin için ağıtlar yakmak, ağlamak, kendi kendini dövmekten başka bir şey yapmayanların, bu günümüze bir proje, bir çözüm önerisi sunmayan, geçmişe dönük buğz ve kinle sınırlı sloganlarla yetinenlerin, ümmetin geleceğine ve vahdet beklentisine olumlu bir katkı sunmaları çok zordur.

Bu hâli Hz. Hüseyin’in onurlu örnekliği çerçevesinde sorgulamalıyız. Şiisiyle Sünnisiyle birbirini tekfir ederek ümmetin farklı coğrafyalarında İslam düşmanları ile iş birliği yapanlar, Hz. Hüseyin’in en zor zamanda ve en yalnız bırakıldığı, ölümün kaçınılmaz olduğu anda bile tavize yanaşmayıp, zalim sultana karşı Kur’an’ın mesajını haykıran onurlu duruşunu düşünüp başlarını yere eğmeli ve onun uğruna can verdiği Kur’an üzerinde tefekkür etmeli ve hallerinden utanmalıdırlar.

Ne yazık ki, gerek tüm İslam coğrafyasında, gerek Türkiye’de yapılan zulümlere, katliamlara ve emperyalizme karşı tevhid eksenli onurlu bir itiraz yükselterek direnen kesimler, Şii ve Sünni olarak nitelenen genel yapı içinde hep azınlığı oluşturmaktadırlar.

Mesela, Türkiye’de Halkalı Şii cemaati, laik devlet ve partilerle uzlaşarak, kimileri de Atatürk ve Hz. Hüseyin posterlerini yan yana asarak, ulusalcı laik söylemlerle Hak ile bâtılı karıştırarak Hz. Hüseyin’i anıyorlar. Aslında Hz. Hüseyin’in davasını az bir pahaya satıp Yezidlerle uzlaşan Kûfeliler gibi davranıyorlar. Sünni kesimin büyük kısmı da aynı durumda. Tarikatlar, cemaatler laik partilerle uzlaşıyorlar. Laik partilerin hükümetleri de emperyalist devletlerle uzlaşıyorlar. Trabzon merkezli bir Sünni tarikat, bir yandan Türkiye’deki kemalizmle bütünleşip ulusalcılık yaparken, diğer yandan da hem İslam şeriatıyla hükmedilmesini ve hilafeti kaldırıp şeriata savaş açmış olan Mustafa Kemali bile Ehl-i Beytten sayıyor hem de giderek İran Şiiliğiyle bütünleşiyor.

Bugüne kadar Türkiye’deki Şii cemaatlerin, başörtüsü yasağı başta olmak üzere yerli zalimlere ya da emperyalistlere karşı bir itiraz yükselttiğini hiç gördünüz mü? Tam tersine laikçi İslam düşmanlarını Kerbelâ törenlerinde ağırlayıp yücelten konuşmalar yaptılar. Sonuçta sadece, Kerbelâ faciasının yıldönümünde geçmişe takılı kalan, bu güne dair olumlu bir söz söylemeyen etkinlikler ve birilerini Şiileştirmek dışında hiçbir projesi olmayan, sloganik ve hurafeci ağıtsal dövünmeler, lanet okumalar gerçekleştirerek umutları yok ediyorlar.

Amerika’nın kuklası Suudi Arabistan’da kimi âlimler (saray uleması), Mısır’da Ezher alimlerinin önce Firavun Mübarek’in, şimdi de Sisi’nin emrindeki bir kısmı, Saddam zamanında kimi Sünni âlimler, Irakta Şiilerin önemli bir bölümü aynı işbirlikçiliği hem Batı kuklası despot yönetimlerle, hem de hâmileri ABD ile yapıyorlar.

Muaviye’nin cahil ve fasık oğlu Yezid’e iktidarı devretmek için başlattığı Hilafetten saltanata doğru sapmanın sonucunda, yaşanan yüz yıllara sâri süreçte İslam ümmeti olma niteliğimizi kaybettik. Çünkü Kur’an’dan ve Rasûlün güzel örnekliğini bize taşıyan sahih sünnetinden koptuk. Aynı kopuş sebebiyle, Şiilik adına hareket edenler de bir başka saltanat anlayışını üretmekten kendilerini kurtaramadılar. Şia anlayışı ve taraftarlarının önerdiği devlet yapılanması da, “yönetim, sadece (kutsal ailenin) (!) Hz. Ali’nin neslinden olmalıdır” şeklinde İslami ölçülerle taban tabana zıt bir başka saltanatçı düşünceyi (üstelik dini gerekçelerle süsleyerek) savunmaktadır. Üstelik bu anlayış, icad ettikleri “imamet teorisi” ile itikat noktasına kadar da çıkarılmıştır. Dolayısıyla, Kur’an’ın mehcur (terk edilmiş) bırakılması ve Rasûlün güzel örnekliğinden kopma sonucunda, Şiiler de Sünniler de “tevhid dini”ne karşı ürettikleri bid’at ve hurafelerle dolu “statüko dinleri”nin savunucuları konumuna geldiler.

Vahiy belirleyici olmaktan çıkınca heva ve zannın belirleyiciliğinde dünyevileşme ve hizipleşme yaşandı. Sahih gelenek muharref geleneğe dönüştürüldü, pek çok bidat ve hurafeler üretildi. İşte böylece İsrailoğullarının yaşadığı ve öyle olmamamız için uyarıldığımız Yahudileşmeyi ümmet olarak biz de yaşadık. Bölge halkları; Rabbimizin koruması altında olduğu için Kur’an’ı tahrif edemediler, ama anlamını ve din anlayışlarını tahrif ettiler. Ellerinde, korunmuş Kur’an olduğu halde Yahudileşmenin bütün unsurlarını fazlasıyla yaşadılar. Kur’an’ı ve onun öğrettiği dini parçalayıp hiziplere ayrıldılar ve her bir grup elindeki parçayı dinin bütünü sayıp onunla övündü. Birbirlerini mahkûm edip, karalayan, kendi tercih ve yorumlarını din sayıp mutlaklaştıran düşman kamplara bölündüler. Böylece de, mü’min olmanın kaçınılmaz gereği olan, birbirlerine karşı merhameti ve sevgiyi de yitirdiler.

Bugün, Hz. Hüseyin’in uğrunda şehadeti göze aldığı, tüm değerlerimiz ve İslami kimliğimiz küresel saldırı ve kuşatmaya muhatap iken, zulme ve emperyalizme karşı birlikte direnmesi gerekenler, emperyalist projeler gereği birbirleriyle çatıştırılıyor. Öyle bir çelişki yaşanıyor ki, ayrı dinler arasında diyalog yaygınlaştırılmaya çalışılırken aynı dinin mensupları çatıştırılıyor. İki taraftan birçok ahmak ve cahil unsurlar ise, bu oyuna alet olduklarını bile fark edip akledemiyorlar.

Kur’an’ı ona iman etmenin doğal bir sonucu olarak gereğince okuyup, Hablullah’a topluca sarılarak emperyalizme ve her türlü zulme, tağuti sistemlere karşı, tıpkı Hz. Hüseyin misali onurlu bir duruşla tevhid ve adalet mücadelesini birlikte vermeyecek miyiz?

Hepimiz şunu kafamıza koymalıyız ki, mezhepler din değildir. Akîde alanında mezhep olmaz. Allah katında din tektir ve adı İslam’dır. Tevhid dininin akîdesi de tektir. Bu ortak akîdeye teslimiyetimiz bizi kardeş yapmaktadır. Müminler ancak kardeştir. Bir daha altını çizerek ifade edelim ki, hepimiz topluca ‘Hablullah’a (Allah’ın ipi olan Kur’an’a) sarılarak kardeşleşmemiz gerekirken, her birimiz değişik ekol ve mezhepler adına tarihsel süreçte üretilmiş olan iplere tutunduk ve bu farklı ipler bizi Hablullah’tan ve birbirimizden kopardı, uzaklaştırdı. Sonuçta sömürülmeye müsait hâle gelip askeri ya da kültürel sömürgelere dönüştürüldük. Ülkelerimiz ya da zihinlerimiz emperyalistlerin ve seküler kültürlerinin işgaline maruz kaldı. Parçalanıp dağılan, gücünü ve izzetini kaybeden Müslüman halkları zulüm ve zillet kuşattı.

Hedefimiz Kur’an’a Dayalı Sabitelerde Vahdet Olsa da, Bugün Acil Olan Emperyalizme Karşı İttifak Oluşturmaktır

Tevhid “teklemek, birlemek, bütünlemek” anlamlarına gelir. Yani hakikati bütünlemenin en genel ifadesidir. Hakikati parçalamak ise şirktir. Eğer parçalanan iman ise, bu “akıdevi şirk”tir. Parçalanan toplum ise bu da “sosyal şirk”tir, “tefrika”dır, tersi ise “vahdet”tir. Vahdet ise tevhidin toplumsal alandaki tezahürüdür.

Hakikatin parçalanmasının en vahim boyutu dinin parçalanmasıdır. Bu sebeple Allah Kur’an’da, “dinlerini paramparça edip hizipleşenlerle senin hiçbir alakan yoktur” buyurmaktadır. Dini parçalayarak hizipleşmek Allah’ın razı olmadığı bir suçtur.

İçtihat ve yorum alnındaki farklılıklar, çeşni, çok seslilik ve zenginlik olarak hoş görülmesi gerekirken, hakikati, dini parçalama anlamına gelen muhkemler, sabiteler ve akide alanındaki ayrılıklar ya da değişkenleri sabite haline getiren hizipleşmeler, cedelleşmeler ise tefrika olup, asla hoş görülmemesi gereken ve Allah’ın razı olmadığı bir sapmadır.

Dini parçalara ayırıp hizipleşenlerin, bir süre sonra, ellerindeki parçanın din olduğu iddiasıyla onunla diğerlerine karşı övünmeleri söz konusu olmaktadır. Allah bu durumu kınamaktadır.

Allah’ın razı olmadığı ihtilaf, bölünmemesi gereken bütünleri parçalamaya yol açan ihtilaflardır ki, bunların en önemlisi de Kur’an’ın uyardığı hakikatlerde ve dinde ihtilafa düşmektir. Mezhepler, meşrepler, ekoller, öbekler, gruplar, dini oluşturan herhangi bir rüknü, dinin bütününden koparıp kendine has kılmadığı ve dinin muhkemlerini, sabitelerini bütünlük içinde benimseyip parçalamadığı sürece akıde planında tevhide, İslam ümmetinin birliğini tehdit etmediği sürece de sosyal planda “vahdet”e aykırı olmaz.

Ancak, dinin sabitelerini parçalayan, değişkenlerini (zan alanındaki yorum ve içtihat farklılıklarını) sabite haline getirip akıdeleştiriyor, dinleştiriyorsa, varlığını kitabın müteşabih ayetlerine, delaleti zannî alandaki yorumlara dayandırıyorsa, dini teşkil eden ana rükünleri bütünden kopararak kendini bunlardan biriyle tanımlıyorsa, bu yapılanma akîdevi olarak tevhide, sosyal planda da vahdete aykırılık oluşturur ki, buna tefrika denir. Ümmetin parçalanıp zillete sürüklenmesi, işte bu sebeplerle gerçekleşmiştir.

Kur’an ve mütevatir sünnet dışındaki zan alanından akîde oluşturulması ve bâtinî yorumların mutlaklaştırılması sonucunda mezheplerin akîdeleri oluşmuş ve yanlış akîde algıları yüzünden tekfirci yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. O halde Kur’an ve sahih sünnet ortak paydamızda kardeşleşip kucaklaşmalı, mezhepçiliği ve mezhepleri dinleştirmeyi terk etmeliyiz.

Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımıza ve ondan neşet eden ortak akîdemize sarılarak, tarihsel tüm birikimimizi sorgulamalıyız. Tarihsel süreçte, bütün mezhep ve ekollerin birçok bidat ve hurafe ürettiğinin bilinciyle, vahyi belirleyici kılmalıyız. Kur’an’dan başka bir şeye dayanmayan Hz. Hüseyin’in akîdesinde buluşup, birleşme ferasetini göstermeliyiz. İmam Cafer ve Ebu Hanife (Allah onlardan razı olsun) gibi güzide imamlarımızın, âlimlerimizin aynı akîdede kardeş oldukları güne gidip yeniden başlamayı başarmalıyız. Onlardan sonraki süreçte üretilenlerin tamamını vahyin muhkem hükümlerine arz edip, bid’at ve hurafeleri ayıkladığımızda aynı akidede buluştuğumuzu göreceğiz.

Vahyin belirleyiciliğinde ortak akîdemiz olan tevhide dayalı yeniden inşa süreci devam ederken, tarihî sapmalarla her ekolün ve mezhebin de şu veya bu ölçüde kirletilmiş, hurafe ve bid’atlara bulaştırılmış olduğu gerçeğini dikkate alarak hiçbir mezhep ve ekolün mutaassıp taraftarı olmamalıyız. Bunlardan birisine kendimizi yakın hissedebilir ve amellerimizi bu ekolün ictihadına dayandırabiliriz. Ancak bir mezhebin mutaassıbı olmak, o mezhebin yanlışı dâhil topyekûn kabulü ve karşı tarafın doğrularının dahi reddini getirmektedir.

Diğer taraftan bu yeniden inşa ve ortak akîdede buluşma süreci devam ederken, birbirimize ilmî uyarılarda bulunabilelim “emr-i bi’l ma’ruf” yapalım, ancak farklılıklarımızı düşmanlık ve kin vesilesi haline getirmeyelim, cedele ve şiddete sapmayalım, tam tersine ihtilaflarımızın kesin çözümünü, aramızda kesin hükmün verileceği güne bırakalım. Fakat emperyalizme karşı ittifak ederek özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini birlikte yürütelim.

Evet, asıl hedefimiz olması gereken akîdevî vahdete kadar hiç değilse zulme ve emperyalizme karşı ittifakı öne çıkarıp özgürlük mücadelesini birlikte yapmalıyız. Bağımsız ve özgür olunca da, iyi komşuluk ilişkileri içinde birbirimize adaletle muamele edip, merhamet etmeliyiz. İlmi eleştiri ve uyarıların kapısını sürekli açık tutmalı ama çatışma ve cedel noktasına vardırmamalıyız.

Adaleti, merhameti belirleyici kılan, fıtrî insanî erdemleri öne çıkaran, insanlık onurunu koruyan iyi insani ilişkiler kurup, barış içinde bir arada yaşamayı başarmalıyız. Birbirimizin kurtuluşuna vesile olacak “emri bil maruf” yolunu da sürekli açık tutmalıyız. Birbirimize göre akîdevi sapmalar içinde olduğumuzu düşünsek bile, öldürerek değil yaşatarak, kurtulma ihtimalimizi arttırmalıyız.

Vahdeti sağlayacak en önemli sosyal projenin ise Seyyid Kutub’un vurguladığı, Rasûlullah’ın (s) eğittiği ilk Kur’an neslini örnek alan bir Kur’an Neslinin yeniden inşası çağrısı olduğunu söyleyebiliriz. Ve bu projeyi eğitimde ve amelde pratize etmek, ister istemez mezhebi görüşleri alta çekecek, Kur’ani ilkeleri öne alacaktır. Kendini İslam’a nispet eden tüm iyi niyetli insanlarla “tevhid” ortak paydasında buluşmaya, tarihsel süreçte üretilen ipleri bırakıp, Allah’ın inzal edilmiş ipine, Kur’an’a topluca sarılmaya yönelmeli, ısrarla bu hususu gündemde tutmalıyız. Çünkü hepimizi kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, kurtarıcı tevhid potasında mü’min kardeşler kılacak ve bize izzet ve onur kazandıracak olan sadece bu yoldur. Yani Allah yolu, Kur’an ve tevhid yoludur.

Kur’an’ın belirlediği ortak akîdede buluşana kadar ise, Doğulu ve Batılı emperyalistlerin oyuncağı olmak yerine emperyalizme, işgale, işbirlikçi yerli zorba sistemlere karşı, bağımsızlık, adalet ve özgürlük eksenli bir mücadelede ittifak öncelenmelidir. Ama uzun vadeli Kur’an’la ıslah çalışmasında ısrar ederek vahdete giden yol sürekli açık, İslam birliği ideali de sürekli canlı tutulmalıdır. Bütün bu olumlulukların gerçekleşmesi için, Şîî ve Sünni kesimden, bu mezheplerin sınırlarını aşıp, taassup zindanlarının duvarlarını yıkarak, Kur’an’ın aydınlığına ulaşan muvahhidlerin ortak çabasına ihtiyaç vardır. Birlik olup Hablullah’a topluca sarılmayı başararak tevhidde vahdet sağlanmadan, Rasûlün bize şâhid, örnek, model olduğu gibi bizim de “vasat ümmet” hâlinde insanlığa şâhid, örnek, model olma sorumluğumuzu yerine getirmemiz mümkün olmayacaktır. Sonuçta bu kurtarıcı mesaja muhtaç olan ve arayış içinde olan insanlığa, dünya mustaz’aflarına karşı tebliğ ve şahidlik görevimizi yerine getirmememiz sebebiyle hepimiz hesaba çekileceğiz.

Hz. Hüseyin’in ve beraberindekilerin, Kerbelâ’da hunharca şehid edilmelerinin yıl dönümünde, yüreklerimiz onlar için yanıp dualarımız onlar için arşa yükselirken, Hz. Hüseyin’in akîdesi ve Kur’an yolundaki örnek direnişi bizlere örnek olmalı ve tüm Müslümanım diyenleri bu yolda bütünleştirmelidir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !